BALIKÇI AMCA
BALIKÇI AMCA
Her şeye gücümüzün yetmeyeceğini anladığımız anlar vardır. Her şey yeniden sorgulanır, gözden geçirilir, düşünülür. Hayatta önem verilen şeyler üzerinde, bir kez daha durulur! Nice önemsiz şeylerin, ne kadar önemli olduğunu anlamakta gecikmeyiz!
Mahalleden daha ziyade bir köyü andıran, kerpiçten desteklenmiş, bir oda bir mutfaktan ibaret, para bulundukça, ikinci katları çıkılabilen evlerde otururduk. Su ihtiyacı, ucuz tahtalarla desteklenmiş, avlu ortasındaki tulumbadan karşılanırdı! Bazılarının bahçesinde, asma, dut ağacı, bazılarının damında, çardak, sağında solunda, önünde, üzerinde margarin markası yazan teneke kutularda yetiştirilen çiçeklerinde birbirine benzediği avlumuz, sokağın sonunda geniş bir alan içindeydi.
Biz çocuklar için, sanki bütün dünya o avlunun içerisindeydi. Komşularla iç içe yaşardık. İlişkilerimiz sıcacıktı. Biz de dâhil hepimizin ömrü, geçim sıkıntısı içinde geçiyordu, tıpkı diğerleri gibi!
Çocukluğum hayaller kurmakla, bazen acı, bazen tatlı, bazen hüzünlü, bazen sevinçli anılar biriktirmekle geçiyordu. Sıcacık buram buram içime akıp ruhumu besliyorlardı.
Sanki fırından yeni çıkmış, taze somun ekmeği gibiydiler!
Sorular sorardım kendime neden fakirdik? Ebeveynlerimizin bu kadar çalışıp, çabalamalarına rağmen geçimle başımız hep dertte idi. Bütün bunlar kafamı karıştırır dururdu.
Avlu ortasında gezen, dolaşan, ayakkabısız, donsuz çocukların yüzlerinde, kocaman irinli yaralar çıkardı, kiminin karınları şiş olurdu, kiminin büllükleri!
Yaşadığımız yörenin iklimi çok sıcak olduğundan, fakirliğimizi örtmemize yardımcı olurdu ama hastalıklardan kurtulmamıza yardımcı olmazdı! Hemen hemen her çocuğun elinde ve yüzünde annelerimiz tarafından ekmek parçasının içine sürülmüş salçalık biberin izleri görülürdü. Yokluk, ayrı bir yaratıcılık kazandırıyordu biz çocuklara. Tahtadan yapılan oyuncak arabalar, gazoz kapaklarının ezilip yamyassı yapılmasıyla oynanan oyunlar. Bir dönemin çikletlerinden çıkan aktör ve artist resimlerinin olduğu iskambil kâğıdına benzeyen küçük kâğıtlarla oynanan oyunlar. Halep gullesinden dakka’lık yapılan ütmeli ve ütmesiz oyunlar en büyük eğlencemizdi. Bazı açıkgöz arkadaşlarımızın ’’kapış’’ diye seslenmesiyle, hep birlikte gullelere saldırırdık.
Mahalleye gelen çok çokçuların, at arabalarının üstlerine konulmuş kartelelere bakar hayaller kurardım
Uçurtmalar yapar onlara isimler koyardık. Gökyüzünde uçan, sahip olamayacağımızı düşündüğümüz büyük bir uçurtmayı gördüğümüzde, ona, kırnaplı adı verirdik. Bazen de kullanılmış paslı, kesip kesmeyeceğinden bile emin olmadığımız bir jilet parçası bulur, kendi uçurtmalarımızın kuyruk kısmına bağlar, gökyüzünde gördüğümüz uçurtmaları kesmeye çalışarak ona sahip olmaya çalışırdık. Şalgam satan seyyar satıcılarda vardı ama hemen hemen her evde şalgam bulunduğundan yokluğunu hissetmezdik. Yaz mevsimi gelince de bici bici*yi özlerdik o soğuk pintisi yaz günlerinde!
Çok çok’çu gelmiş! Lafını duyunca, sokaktaki bütün çocuklar fırlardık çok çok’çu çolak Sadi amcanın yanına. Mahalle karılarının kara sevim adını taktıkları kadının oğlu yetim memet, biz, çok çok’çuya koşarken ‘’o’’ gelmezdi. Siz gidin birazdan bende gelecem derdi. Fakat gelmezdi! Biz ona kısaca Memoş derdik. Ben Memoştan iki yaş büyüktüm, aklım ondan iki yaş daha eriyordu. Hatırlıyordum daha yeni yürümeye başlamıştı, içi ağzına kadar dolu bir bardaktan su içerken bir yandan da işerdi, bazen de gaz çıkarırdı, sesin geldiği yere, arkasına döner çıkardığı sesi aramaya çalışırdı. Kısa bir süre sonrada yaptığı şeyi kendince anlamlaştırmıştı. Gaz yaptığı zaman, ellerini birbirine çarpar büyük bir sevinçle ‘’dötüm konuştu’’ der sevinirdi!
Memoş, bize göre mahallenin en yoksul en fakir ailesinin tek çocuğuydu. Onlara aile bile denmezdi, bir anası bir kendi. Babası sıva ustasıydı, bir inşaattan düşmüş genç yaşta ölüp memoşu ‘’yetim‘’ bırakmıştı. Annesi kara sevim teyze bazı evlere yardıma giderek, konu komşunun karınca kararınca yardımlarıyla oğlu yetim memed’i büyütmeye çalışıyordu. Biz diğer çocuklar, memoşa göre her zaman olmazsa bile ‘’çok çok’’ alacak parayı bulabiliyorduk. Siz gidin ben arkanızdan geleceğim deyip ve gelmeyen memoş,
Param yok, harçlığım yok diyemiyordu. O an müthiş bir eziklik yaşıyordu!
Diğer çocuklar şekerlemeleri büyük bir iştahla yerken, memoş evinin yolunu tutardı.
Memoşun ‘’o’’ halini anlayamazdık, yaladığımız şekerlemeden başka bir şey düşünmezdik. Elimizden düşürdüğümüz, ekmek parçasını yerden alıp, büyük bir saygıyla öpüp başımıza koyarak, ekmeğe olan saygımızı gösterebiliyorduk ama iş şekerlemeye gelince, aynı saygıyı gösteremiyorduk! Ütmeli gulle oynarken bile ütülenler, öçlerini memoş’tan alırlardı. Memoşun annesi sevim teyzeye, kara sevim lakabı takmalarının ‘’bahtımı kara’’ yoksa teninin rengi esmerdi de, ondan mı diyorlardı bir türlü anlayamıyorduk. Memoş, daha küçük bir çocukken damda kasnaklı uçururken, arka arka gidip damdan düşerek oracıkta ölmüştü. Memoş, benim çok iyi anlaştığım arkadaşımdı. Herkes benim kısa bir süre sonra onu unutacağımı düşünüyordu! Ama yanıldılar, ömrüm boyunca onu hiç unutmadım. Hayatta tek varlığını kaybeden sevim teyze, deli divane oldu, yaşamı bıraktı. Bir gün, oğlu memoşun mezarının başında ölüsünü buldular, yanında da ne kadar içildiği belli olmayan, boş bir teneke tarım ilacı!
Küçükken en çok merak ettiğim şeylerden biri, insanların öldükleri zaman, nereye gittikleriydi. Sanırım, sevim teyzede memoşun yanına gitmişti. Sırası gelen herkesin gitmesi gereken yere. Bir şeyler bir şeyleri alıp götürüyordu. Bilebildiğim, ölenlerin, gitmesi gereken yere gitmek zorunda olduklarıydı!
Komşularımızdan Leyla teyzeye ’’at gibi avrat’’ üstüne peşkir atsan gebe kalıyor derlerdi. Leyla teyze her sene bir çocuk doğurur, nüfuslarına bir yenisi eklenirdi. Doğurmuyor adeta gunnuyordu!
Yeni doğan bebekler, dişlerini çıkardıklarında bilirdik ki ’’hedik’’ dağıtılırdı. Adettendi hediği, en çok da Leyla teyze sayesinde yediğimizi düşünürdük. Ne zaman doğurduğunda, bilirdik ki, hedik yiyecektik. Mahalle kadınları, hemen hemen herkese bir ‘’lakap’’ takmışlardı. Leyla teyzeye de ‘’kişnek Leyla’’ diyorlardı.
Bir gün anneme sormuştum
Neden herkese bir lakap takıyorsunuz?
Oda bana ‘’kulp takmaktan iyidir’’ oğlum demişti.
Sıcak bir yaz gününde Leyla teyzenin yedincisini doğurduğu bebeğinin ağlayıp zırlamasını susturmak için, bebeğini salıngaçtan alıp, yer yatağına oturup kucağında sallarken, koca memelerini bebeğin ağzına vermesiyle bebeğin susmasından, koca bir memenin keramet’ini anlamış bulunuyorduk. Yeni çocuk doğurmuş kadınlar, bebeklerini emzirecekleri zaman, biraz utanırlardı. Bazen sırtlarını kimsenin göremeyeceği bir yana döner, bazen de memelerini bebesinin ağzına verdiği zaman, elleriyle siper yapar memelerinin görülmesini engellerlerdi. Ama Leyla teyze alışkındı koca memesini herkesin içinde çıkarır bebesinin ağzına verirdi. Bazen, sıcaktan bunaldığında, bir köşeye çekilip eteğini sallayarak altını havalandırdığını, bazen de koca kalçalarını yürürken şalvarından taşarken görürdük.
Bazen mahalle ortasında yemek yapılırdı. Avlu içinde ne kadar kadın varsa bir araya gelir, içinde bumbar, dolma, sarma gibi yiyeceklerin iç malzemeleri olan bir leğenin başına otururlar, kimi önüne bir tahta alır, kimi tencerelerin tersini kullanır, habire yemekleri yenecek hale getirmeye çalışırlardı. Kadınlar arasında Anşe teyzenin asma koruğundan yaptığı ekşiyle desteklenmiş acebek yemeğini çok güzel yaptığı söylenirdi.
‘’ayol ne marifetli karı’’ derlerdi onun için. En çokta Haççe teyze bozulurdu bu lafa.
Belki de onun gönlünü almak için yaptığı ‘’dulavrat’’ çorbasına, yok anam haççe’nin çorbası bir başka oluyor derlerdi.
Hiç şikâyet etmiyorlar hiç yorulmuyor gibiydiler. Sanki kenetleniyorlardı bir araya gelip yemek yapmayla! Unutuyorlardı çektiklerini. Sıkıntılarını, çaresizliklerini, yoksulluklarını. Belki de avlunun dışarısındaki hayattan korkuyorlardı ama avlu içindeki kadınlar kendilerine avlu dışındaki yaşamın tüm sürpriz’lerine karşın, mutlu olduklarına inandıkları bir yaşamı kendilerine kurmuşlardı. Sanki karargâhlarındaydılar! Yıkıldı yıkılacak gibi duran evlerinde bir gün çocuklar oynarken birkaç helke su ile söndürülebilecek bir yangın çıkarmışlardı. Vesile teyze paniklemiş, şaşırmış, telaş içinde çocuklarını evden dışarı çıkardıktan sonra tekrar eve dalmış önce dut ağacından yapılmış, camekânlı çeyiz sandığını dışarı çıkarmıştı. Sanki Vesile teyzenin bütün hazinesi o sandığın içerisindeydi. Bizim evde de Anamın böyle bir sandığı vardı. Özene bezene o sandığı korurdu. Bazen naftalin koyardı içine. Vesile teyzenin sandığına, yangındaki gösterdiği önemi görünce, anamın da kendi sandığına gereken önemi göstereceğini düşünürdüm. Vesile teyze evindeki yangın söndürülünce panikten belki de korkudan bayılmıştı. Konu komşular kimi kolonya kimi soğan kırıp koklatmış, kimisi su içirip damağını çekmiş, kimisi de parmaklarını ovup ayıltmışlardı.
Evimizin içindeki odada o yer yatağında tatlı tatlı burnumu karıştırıp ara sırada,
Büllüğümle oynarken nereden bilebilirdim ki, çocuksu düşlerimi, hayallerimi özleyebileceğimi. Çocukluğumun düşlerini sığdıramazdım o odaya ve yer yatağına.
Kişnek Leyla teyze ile yan komşuları sarı Melahat teyze komşuluk ilişkilerini bir türlü beceremiyorlardı. Küs oldukları zamanlar barışık oldukları zamanlardan daha fazlaydı. Bunlar her şeye bir bahane bulurlar, çocuklarının elini bir bal arı’sının sokmasını bile birbirlerinden bilirler, saç baş yoluşur mahalleyi ayağa kaldırırlardı.
Bunların kocaları bile kavgalarından bıkmışlardı. Akşam işten geldikten sonra tövbe dedirtinceye kadar döverler, üç gün sonra yine dövmek zorunda kalırlardı!
Kara Sevim teyze ve oğlu memoş’un başına gelenlerden sonra, sarı Melahat teyze ile kişnek Leyla teyze barışmışlardı. İlişkileri düzelmişti taraflar birbirlerine imtina ve özen gösteriyorlardı! Konu komşu nazar’a geleceklerinden korkuyorlardı.
Sanırım, ölümden almamız gereken derslerden en zoru, belki de en kolayı yaşamın devam ediyor oluşuydu. Biz çocuklar yine kendi dünyamızda idik. Sanki bütün yaşamı sokağımızın sonundaki avluya sığdırıyorduk hep orada toplanıyor hep arada oynuyorduk.
Sokağımızın en tenha köşesinde kimi kimsesi olmayan evinin yanında eşeği için küçük özensiz ahırı, kümesinde horozları, kazları, gıdıklayan tavukları, güvercin kuşları için dolabı. Biz çocukların büyük bir hayranlıkla seyrettiği adını ’’damat’’ koyduğu köpeği, eski filmlerde gördüğümüz yanında terkili motosikleti balığa çok gitmesinden dolayı da adını balıkçı amca koyduğumuz Cemil amca’mız vardı.
Geçimini balıkçılıkla sağladığı söylenirdi. Pek fazla masrafı yok gibiydi. Motoruna benzin, hayvanlarına yem, birde kendi için nevale parası!
İlginç kişiliği karakteriyle mahallede kimilerine göre ’’deli‘’ olan balıkçı amcanın köpeği ‘’damat’’ sanki mahallemizdeki tüm köpekleri tanır gibiydi.
Balıkçı amcanın köpeği ‘’damat’’ hakkında herkes değişik yorumlar yapardı. Kimi bir cins av köpeğiyle kurt köpeğinin birleşmesinden olduğunu. Kimisi de cins olmadan bir köpeğin bu kadar iri olamayacağını söyler dururdu. Biz çocuklar balıkçı amcaya köpeğinin cinsini sorduğumuzda? Oda, yok be yahu ne cinsi çandırın teki! Bir gün motorumla balığa giderken, yolda rastladım küçücüktü neredeyse tepeleyecektim aldım baktım büyüttüm iri olması da iyi beslenmesinden demişti. Evinin önünde bahçe kapısında duran damat’ın bakışlarından oradan geçen insanlar ’’her an saldırabilir’’ korkusuyla sakınarak geçerlerdi. ’’Damat’’ kulaklarını diker korkunç bakışlarıyla sahibine birilerinden her an zarar gelecekmişçesine ‘’tetikte’’ beklerdi. Biz çocuklar bazen ona kuçu kuçu diye seslenir bize nasıl yaklaşacağını, ya bakışından ya da kuyruk sallamasından anlamaya çalışırdık. Bazen de damat’ın miskinliğine de şahit olurduk. Tembel tembel uyuklarken, oradan geçenin yabancı olmadığını anlayınca kaldırdığı başını eski haline getirirdi. Bazen de bizim orada oynarken çıkardığımız gürültüden rahatsız olunca, o iri gövdesiyle kıvrıldığı yerden kalkıp, salına salına rahatsız edilmeyeceği uygun bir yere kıvrılırdı. Sokağın başında, motorunun çıkardığı gürültüden balıkçı amcanın geldiğini anlardık. Arkasından büyük bir toz bulutu kaldırırdı. Mahalleli bayram yapardık bilirdik ki mahalledeki her ev balıkçı amcanın getirdiği balıklardan nasibini alacaktı! Balıkları dağıtırken, biz çocukları bahane eder, çocuktur nefisleri çeker bir yerleri şişmesin derdi. Göz kapaklarına burnuna sırtına inatla yapışan sineklere bile aldırış etmeyen eşeğini, balıkçı amca onu mahallenin uzağında bıraksa, o yolunu bilir eve gelir ahırına girerdi. Balıkçı amca köpeği eşeği horozları güvercinleriyle sanki konuşur gibiydi.
Sanki kendi aralarında anlaşabildikleri bir lisan yaratmışlardı.
Biz çocuklar, yetişkinlerin anlayamadığı bir dil konuşurduk ama nasıl oluyor da balıkçı amca hayvanlarla aynı dili konuşuyordu! Bazen de balıkçı amcanın köpeğinin biz çocuklara inat, insanca konuşmadığını düşünürdük. Onunla ilişkiye geçebilmenin, onu tavlayabilmenin yollarını arardık. Bazen yolda bulduğumuz bir sokak köpeğini, boynuna bir ip bağlayıp köpeği damadın yanına götürürdük fakat balıkçı amca her seferinde damdaki güvercinlerinin yanından iner köpeği damadın elinden bizim getirdiğimiz köpeği kurtarırdı.
Balıkçı amca derdik adını pek kullanmazdık ’’gözleri paslı bir vidaya benzerdi’’ içki içer Allah’ıyla arasına girenlere müthiş sinirlenir kızar ağzından olmadık küfürler çıkardı. Konu komşunun yapma Cemil küfür etme bu küfürlerin yüzünden başına bir şeyler gelecek demelerine aldırış etmezdi. Hep enerji doluydu, bu enerjiyi nerden bulur merak ederdik. Bazen elinde pense, tornavida, alet edevat takımı, motorunun bakımını yaparken yanına yaklaşmamıza sesini çıkarmazdı. Bir gün sormuştuk ona, neden hayvanları bu kadar çok seviyorsun? Diye
Onlardan bana zarar gelmiyor hem sadıktırlar hem de kadir kıymet bilirler cevabını vermişti!
Balıkçı amca bir gün çok kötü hastalanmıştı, herkes öleceğini düşünüyor zekarette sanıyorlardı. Getirdiği balıkların hatırına mı, yoksa insanlık görevlerinden midir bilemediğim, camii hocasıyla arası iyi olan ‘’hambeles* Haşim’’ lakaplı Haşim amca, hocaya gidip hocam gel! Deli cemil zekarette ölecek her hal başında bir dua et? Sevaba girersin dediğinde, hocada ne delisi o deli meli değil kâfirin teki, namaz’da gözü yok ki ezan’da kulağı olsun, şimdiye kadar camiye gelmedi ki, sarhoşun küfürbazın teki onun cenaze namazı bile kılınmaz böyle biri için dua okuyup da günaha giremem deyip gelmemişti.
Balıkçı amcanın bir müddet sonra mahalle büyüklerinin ‘’turp gibisin maşallah’’ kendine geldin demelerinden iyileştiğini anlamıştık. Turp’un sebzelerin içinde en güçlüsü olduğunu balıkçı amca sayesinde anlamıştık. Balıkçı amca iyileştikten sonra, Haşim amcanın kendisi için hocaya gittiğini öğrenince küplere binmiş Haşim amcaya fırça atmış ’’sana ne benim ölüp kalmamdan’’ ne diye hocadan benim için bir şey istiyorsun deyip çok kötü azarlamıştı.
Hoca balıkçı amcayı sevmiyordu, ama biz çocuklar, onu çok severdik.
Ara sıra çakır keyif olduğunda, aşka gelip türkü çığırırdı!
Vur çapayı çapayı
Vur kazmayı kazmayı
Kız başına da bağlamış
Oyalıda ipek yazmayı
Babam onun sesini duyunca, hay koca Cemil, yine döktürüyon be! Derdi
Babamın da ara sırada olsa, içkiye verebilecek parayı bulduğunda hiçbir zaman ‘’yok’’ demeyeceğini bildiğinden, babamla biraz daha samimiydiler. Babam bazen onun yanına gider misafiri olurdu, beraber içerlerdi, ne konuşurlar bilemezdim fakat balıkçı amcanın babamla olan bu samimiyeti, balıkçı amcayı bilen mahalle çocukları içerisinde beni ’’Ayrıcalıklı’’ yapıyordu.
Nede olsa, babam ile balıkçı amca arkadaşlardı! Buda kendimi ‘’özel’’ hissetmeme neden oluyordu. Babam, balıkçı amcanın yaşıtı idi ama babam ondan daha ‘’yaşlı’’ görünüyordu.
Bazen, annem balıkçı Cemil amcanın yanına giden babamı çağırmaya beni gönderirdi,
Git babana söyle? Eve erken gelsin! Bunu söylerken de kendi kendine söylenirdi,
‘’zıkkım içe inşallah ne buluyorlar bu bokta’’ derken anlardım ki babam, Cemil amcayla birlikte beraber içiyorlardır. Annem, balıkçı Cemil amcayla, babamın birlikte bulunmasına değil, onunla muhakkak içki içeceğini bildiğinden beraber olmasını istemiyordu.
Bazen babamı çağırmaya, Cemil amcanın evine gittiğimde, ben dışarıda köpeği damatla oynarken, pencereden babamla oturan balıkçı Cemil amcanın masa örtüsünün üstüne düşmüş birkaç parça ekmek kırıntısını işaret parmağının ucuyla büyük bir özenle toplayıp ağzına atmasından, ekmeğe gösterdiği saygıyı anlamaya çalışırdım. Babama, tabağında kalan tek bir pirinç tanesini bile ye? Nimettir yoksa arkasından ah alırsın diyen konuşmasıyla, mahallelinin onun hakkında deli demeleri arasında bir bağ kurmaya çalışırdım. ‘’Nimet’’ gördüğü ekmeğe bu kadar saygı gösteren birine niçin ‘’deli’’ derlerdi bir türlü anlayamazdım. Babama mahalledekilerin bazılarının balıkçı amcaya deli dediklerini hatırlattığımda,
’’Siktir et’’ onları Cemil deli meli değil, bok yemiş onu diyenler. Tanrı vardır ama ben inanmayabilirim diyenlerdendir o. Sen boş ver bunları kafana takma evlat, biz akıllı geçinenler, onu pek anlayamayız. Aradaki ince fark! Biz nasıl kendi dünyamızda yaşıyorsak oda kendi dünyasında yaşıyor olmasıdır. Hem ben sana bir şey şöyleyim mi? O deli dedikleri Cemil, bir kuyuya taş atsın, biz akıllılar, kırk kişi birleşsek de o taşı, o kuyudan çıkaramayız. Cemil benim dostumdur çok ama çok eskiden beri tanırım onu, bana göre onun yüreği, dünyanın en temiz yüreğidir.
Dostluklar, yozlaşmış çıkar ilişkilerinde, en güvenilir en sadık ilişkilerdir! Demişti.
Damındaki güvercinlerinin göğün en yükseğine uçabilenlerinin ayaklarına, mektup, pusula gibi şeyler yazıp ‘’Allaha’’ gönderdiği söylenirdi. Her güvercinin ayağına pusula yazıp göndermeden önce, O güvercinle uzun uzun konuşurmuş, yükseklerde uçan güvercinlere ‘’parlak çeker’’ jet gibi ayaklarının dibine indiklerinde gider ayaklarına bakarmış, cevap gelmiş midir diye.
Tabi her seferinde cevap gelmeyince sövüp sayarmış.
Bense o çocuk aklımla, çevresinde bulunan kendine ait hayvanlarla konuşabilen birinin, nasıl oluyor da Allah ile konuşamadığına bir anlam veremezdim!
Bir gün dayanamadım sordum. Cemil amca, bu hoca niye seni sevmiyor?
Boş ver onu, sevmezse sevmesin bende onu sevmiyorum! Bana kısmen de olsa bir şeyler anlatmıştı. Bak evlat! Şu dünyada yukarıdakinden daha adaletli bir dünya istiyorum. O hoca da bunu biliyor, onun için sevmiyor hatta adımı deliye çıkaranda odur. Sanki yukarıdakinin avukatlığını yapıyor, önce o kendine baksın mademki yarattı, yarattıkları herkesi duymak, dinlemek zorunda tabi bana da cevap vermesi gerekir, belki de beni kendisinin yarattığını unutmuştur gibi anlayamadığım laflar söylemişti.
Evimizin bir köşesinde tavus kuşu desenli duvar halısının yanında asılı, özenle dikilmiş kılıfın içindeki Kuran’ı Kerime bakarak, Allah’tan hep isteklerde bulunurdum! Onun bizim sahip olamadıklarımıza yardımcı olacağını düşünürdüm. İlk kez Allah ile senli benli olduğumu hissediyordum, istedikçe istiyor siparişlerim bitmek bilmiyordu. Bazen de her şeyi Allah’tan istemenin ayıp olacağını sanırdım. Bazen de Allah’ın annemin özenle odamızın duvarına astığı, içinde, Kuran’ı Kerim olan kılıfın içine gizlendiğini ve oradan bana baktığını sanırdım, oradan beni görüyor, beni duyuyor! Diyordum.
Bazen de, balıkçı Cemil amca içinde isteklerde bulunurdum. Allah’ım ne olur Cemil amcanın da isteklerini yerine getir diye. Bazen de Cemil amca yüzünden, kendi isteklerimin olmayacağını düşünür, balıkçı amca için isteklerimden vazgeçerdim! O an ezberlemeye çalıştığım dua’ları bile unuturdum.
Bir ara, polisler gelip hocayı götürmüşlerdi. Etraftan dediklerine göre ayıp olmasın diye hocaya kelepçe de takmamışlar. O fakir mahallemizde, kurban kesebilen üç beş kişinin kurban derilerini zimmetine geçirmiş, dahası da kuran kursuna gelen reşit olmayan bir kız çocuğuyla ’’zina’’ halinde basılmış olduğu söylenmişti!
Yıllar sonra balıkçı Cemil amcanın öldüğünü duymuştum! Bu defa balığa gitmemiş, içinde yaban hayvanlarının bulunduğu bir ormana yanında köpeği damat ve motoruyla gitmiş. Oraya avlanmaya giden diğer avcılar tarafından önce motoru, motorunun az ilerisinde de balıkçı Cemil amcanın ölüsü, yanında da köpeği ‘’damat’ı’’ bulmuşlar.
Köpeği damat uzun bir süre balıkçı Cemil amcanın ölüsüne, kimseyi yaklaştırmamış.
Yapılan otopside dört gün önce kalp krizinden öldüğü anlaşılmış.
Ölüsüne, yaban hayvanlarının yaşadığı ormanda, hiçbir yaban hayvanının, hiçbir şey yapmamasını, köpeği damadın, dört gün boyunca sahibinin yanından ayrılmayıp, onu
‘’korumasına’’ bağlamışlar!
Aklıma balıkçı amcaya niçin hayvanları bu kadar seviyorsun? Sorusuna verdiği
‘’Onlardan bana zarar gelmez hem sadıktırlar hem de kadir kıymet bilirler’’
Cevabı geliyor…
*hambeles : daha çok murt diye bilinen yemiş.
*bici bici : kırmızı renkli şerbeti, gül suyu, pudra şekeri,
özel bir aletle kalıp buzların kazılarak birbirine karıştırılıp,
Su ve nişastadan yapılıp soğuk yenilen yöreye has bir tür tatlı.
KENAN CAN YOLDAŞLAR