- 1437 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
AHH ÜLEN AŞK !
Nizamiye kapısına yaklaşınca şöyle bir duraksadı, yavaşça geriye döndü. Onaltı ay`ının geçtiği kışlaya son bir kez daha baktı. İlk geldiği günü düşündü. Çektiği acemiliği, garipliği. Günler geçtikçe nasıl alıştığını. Gurbeti, hasreti, hayâllerini paylaştığı kardeşten öte arkadaşlarını...Birden Halil`i geldi gözlerinin önüne.Bir dilim ekmeğini, bir yudum suyunu, sevincini, kederini bölüştüğü yiğit arkadaşı...Dişlerini sıktı, iki damla yaş süzüldü yanaklarından aşağıya.
Hainlere karşı bir operasyonda kollarında can vermişti Halil. Ardı arkası kesilmeyen mermiler yüzünden, bir müddet yaklaşamamıştı can kardeşine.Mermiler susar susmaz zor atmıştı kendini Halil`in yanına.Başını dizlerinin üzerine koyup göğsüne bastırırken
_ " Kardeşim " demişti, " Halil`im dayan kurbanın olayım.Sık dişini koca pehlivan.Sen böyle birkaç kurşuna teslim olacak adam mısın ?
Bölükte iki pehlivan vardı. Biri Mehmet, diğeri Halil... İkisi de iki metreye yakın ve yüz kilonun üzerindeydiler..Kaç kez güreş tutmuşlardı, Sırım gibi vücutlarından terler sızar, saatlerce güreşirler ama yenişemezlerdi...İşte o koca pehlivan kucağında pes ediyordu hayata.
-- " Benim işim bitti tertip " demişti Halil.
Dudağının kenarından kanlar sızıyor, zor nefes alıyordu..Son bir hamle ile elini göğsüne atmış döş cebinden kanlı bir zarf çıkartıp Mehmet`in avcuna sıkıştırmıştı...
..." Sağ kalır da memleketine dönersen bir gününü benim için ayır tertibim.Hem Eskişehir ne kadar yer ki ? Bunu bu gün için saklamıştım, götür ve kendi ellerinle ver anama.Sarıl anama oğlu gibi, benim gibi sarıl.Sarıl ki sende kokumu duysun anacığım."
Son sözleri olmuştu bunlar Halil`in
--" Zor günlerdi zorr ne yiğitleri götürdü " diye bir cümle döküldü sıktığı dişlerinin arasından.
Silkindi bir anda.
--" Kendine gel oğlum Mehmet " dedi." Bitti işte, çok şükür Allah`ın izniyle, alnının akıyla bitirdin vatani görevini, köyüne dönüyorsun ."
Kapıdaki nizamiye nöbetçilerine doğru yürüdü..
-- " Hakkınızı helâl edin gardaşlar " dedi, Helâlleştiler. Bir besmele çekerek attı sağ ayağını kışladan dışarı..Derin bir nefes aldı.Bir an önce otogara gidip otobüsüne binmek için can atıyordu...
Sigara üstüne sigara yakıyordu yanık Rüstem. Eeee kolay değildi biricik oğlunu, Kara Mehmedini bekliyordu.Nihayet hasretle geçen günler sona erecek, kavuşacaktı yiğidine.Tek oğluydu Mehmet, Fatma`sından kalan tek hediye... Fatma`sını düşününce gözleri buğulandı yine.Ne zaman düşünse yüreciği cız eder, gözyaşlarına engel olamazdı. Daha onaltısındayken sevmişti Fatma`yı, aylarca adını dilinden düşürmeden dolaşmıştı dağ taş demeden.Bu sevda yüzünden adı Yanık Rüstem`e çıkmıştı ya zaten. Çok mücadele etmişti sevdası için, köyün en güzel kızıydı Fatma. Değil kendi köyü civar köylerde bile nam salmıştı güzelliği ile..Ancak onun da gözü Rüstem`den başkasını görmemişti. Yaman pehlivandı Rüstem o zamanlar, yiğitti, yakışıklıydı.Nerde bir pehlivan adı duysa köyüne kadar giderdi güreşmek için.Sırtını yere getiren olmamıştı.Köyün en zengin ağasının tek kızıydı Fatma.Uzaktan da akraba sayılırlardı Rüstem`le.Ağa güreş hastası bir adamdı, severdi Rüstem`i de lâkin kızını verecek kadar değil.Yılda en az iki kez güreş turnuvası düzenlerdi köyde.Kuzu çevirmeler, pilavlar, çorbalar, salatalar, tatlılar hazırlatır, tepsinin biri gider, biri gelirdi. Bütün köyün midesi bayram ederdi turnuva zamanı..Severdi Rüstem`i lâkin kızını da bey oğullarına yakıştırır,
-- " Fatma`m beylere, paşalara lâyıktır, buralardan bir çulsuza verip de hayatını karartamam" derdi..
İşte öyle bir bey oğlunun Fatma`ya talip çıktığını, ağanın da vermeye gönüllü olduğunu öğrenince delirmiş, aynı gece atıp atının terkisine kaçırmıştı yavuklusunu anasının köyüne...
--" En fazla öldürürler Fatma`m "demişti, Hem ölüm dediğin ne ki birlikte can vereceksek."
Gülmüştü Fatma, o güzel kapkara gözlerinin içi ışıldamıştı Rüstem`ine bakarken.
Ağa babası önceleri tehditler savursa, kızıp köpürse de tek kızı olduğu için affetmek zorunda kalmıştı onları...Köylerine geri dönüp mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlardı...Bir yıl sonra da Mehmet dünya`ya gelmişti..Geçim sıkıntıları yoktu çok şükür.Üç yıl sonra ağa babası vefat etmiş malından mülkünden hatırı sayılır bir miktar Fatma`ya kalmıştı...Ehh Rüstem`in de vardı yok demeyecek kadar tarlası tokadı.
Yıllar böylece geçip gitmişti, yanık Rüstem oğlunu daha beş yaşındayken kendisi gibi güreşçi yetiştirmeye başlamıştı..Okul çağına geldiğinde kasabanın İlkokuluna yazdırmışlardı Mehmedi...Annesi her gün sabah erkenden kalkar, oğlunun kahvaltısını yaptırıp giydirirken, yanık Rüstem at arabasını hazırlar, birlikte giderlerdi kasabaya..Mehmet on yaşını bitirdiğinde yaşıtlarından çok daha yapılı, gürbüz bir çocuktu...Okula gidip gelir, babasının boş zamanlarında avluda güreş çalışmaya devam ederlerdi.Rüstem oğluyla gurur duyar ve sık sık karısına...
--" Fatma bak bak şu Mehmedimin kulaklarına bak, tıpkı babasınınkiler gibi.Pehlivan kulağı bunlar, pehlivan " derdi. Fatma gülerek bakar
-- " Maşallah de bey maşallah de, nazar erdireceksin oğlana " derdi .
Mehmet onbirinin içindeyken hastalanmıştı Fatma ana .Günden güne zayıflıyor, eriyordu.Hâlsizlik, nefes darlığının yanında arada burun kanaması da olmaya başlamıştı. Kasabanın doktoru şehre sevketmiş ve orada yapılan tektikler sonrasında ( A.M.L) "Akut miyeloid lösemi " yani " kan kanseri"
teşhisi koymuşlardı. Oradan tıp fakultesine sevk etmişler orada yapılan tahlil ve tektikler sonunda da aynı teşhis konulmuştu.Uzun bir müddet yatmıştı hastanede, Fakat vücudu tedaviye cevap vermiyordu bir türlü. Sonunda
-- " İsterseniz götürün köyünüze, biz elimizden geleni yaptık ama maalesef hastalık geç teşhis edildiği için yapılabilecek bir şey kalmadı" demişti doktor, Yanık Rüstem deli olmuştu ama elinden gelen hiçbir şey yoktu.Bir an Fatma`sının yanından ayrılmamış o ne derse , ne isterse anında yerine getirmişti. Sevdiği kadının göz göre göre erimesi kahrediyordu onu.Mehmede belli etmemek için gösterdiği gayretin zorluğu vardı bir de...Fatma kadın günden güne ağırlaşmış, saçları dökülmüş, rengi solmuştu. O gün zorlukta seslenmişti kocasına...
--" Rüstem,Rüstem. "
-- "Efendim Fatma`m "
--" Bana Mehmedimi getir Rüstem.Gayrı vedalaşma zamanı geldi "
O dev gibi Yanık Rüstem küçülmüştü sanki bu sözlerin karşısında.Nice pehlivanın sırtını yere getiren adam çaresizlik içinde kıvranmış ve elinden bir şey gelmemişti...Gözlerinin yaşını gizlemeye çalışarak koşup avluya.Mehmedi kapıp getirmişti...
Fatma kadın Mehmedine bir daha hiç görmeyecekmiş gibi doyasıya bakmıştı. Ağzındaki maskeden dolayı öpüp koklayamaması ayrı bir acı olmuştu onun için.Gözlerinden inci tanesi gibi süzülürek dökülüyordu gözyaşları..
Zorlukla ellerinden tutmuştu Mehmedin...
-- " Mehmedim" diye seslendi. " Seni elimden geldiği kadar iyi yetiştirmeye çalıştım.Tam bana muhtaç olduğun böyle bir zamanda bırakıp gitmeyi hiç istemezdim amma bazı şeyler insanın elinde değildir..İyi bir evlat, iyi bir insan ol.Haram lokma vermedim , besmelesiz süt emzirmedim ben sana.Bundan sonra da haram lokma sokma kursağına.Toprağına, bayrağına, vatanına hain olma.Sen babana, baban sana, ikiniz de Yaradan`ıma emanetsiniz...
Mehmet hıçkıra hıçkıra ağlamıştı, ağzından çıkan tek kelime " ana, anam" olmuştu...
Gözünün ucuyla götür artık der gibi Yanık Rüstem`e bakmıştı Fatma kadın. Rüstem Mehmedi elinden tutup, dışarı çıkarmış, sonra tekrar dönmüştü odaya...
---" Elimi tut Rüstem" diye inlemişti Fatma kadın...
Rüstem bir ömür boyu sevgiyle tuttuğu ellerini dudaklarını ısırarak, dişlerini sıkarak tutmuştu sevdiği kadının.Gülümsemişti sevdiği kadın...Gözlerinin içi birlikte kaçarken " Ölüm nedir ki birlikte can vereceksek " dediği günkü gibi aynı güzellikte gülümsemişti Fatma kadının...
--Rüstem, Rüstem`im gözüm arkada kalmayacak Mehmet için, çünkü biliyorum ki sen oğluma iyi bakarsın.Bunca şey yaşadık birlikte, bunca yılı mutlulukla geçirdim senin yanında.Allah biliyor ya bir gün üzmedin, incitmedin beni.İnşallah ben de seni incitmemişimdir...Ben senden razıyım Rüstem`im Allah da razı olsun..Sen de benden razıysan hakkını helâl et de huzur içinde öleyim...
Koca Rüstem pehlivan kendini tutmaya çalışmasına rağmen hıçkırıklara boğulmuştu.
-- " O nasıl söz karagözlüm, Helâl olsun ".diyebilmişti boğuk bir sesle.
Evet kara gözlüydü Fatma`sı, O kocaman kara gözleriyle sıcacık bakmıştı hep sevdiklerine.Son bir gayretle
--" Kur`an " diyebildi.
Rüstem bir çırpıda ellerini bırakmış, koşup abdest alıp gelmişti.Ağzındaki maskeyi çıkarmıştı artık.Başucunda asılı duran Musaf`a uzanmış.Besmele ile açmış ve Yasin-i Şerif`i okumaya başlamıştı. Arada göz ucuyla Fatma`sına bakarak okumaya devam etmişti..Dudakları kurumuştu Fatma kadının...Kur`an-ı Kerim`i tek eliyle tutup okurken, diğer eli ile masanın üzerinde duran zemzem dolu bardağa uzanmış, pamuğun üzerine bir kaç damla döktükten sonra kuruyan dudaklarının arasından damlatmıştı.Nefes alıp vermeleri sıklaşmıştı, iyice zorlanıyordu artık.Son bir kez yüzünü sevdiği adama çevirmişti, Rüstem`ini ilk gördüğü gün olduğu gibi bir tebessüm oluşmuştu dudaklarının kenarında...Yanık Rüstem Yasin`i Şerif`i tamamlamıştı bu arada.Kur`an-ı masanın üzerine bırakıp daha bir sıkı sarılmıştı Sevdiği kadının ellerine..Birlikte Kelime-i Şahadet getirmişlerdi
.Öyle ya birlikte ölmeye söz vermişlerdi ama yapamıyorlardı, " hiç olmazsa birlikte Kelime-i Şahadet getiriyoruz " diye düşündü.
" Eşhedü En Lâ İlâhe, illâllâh ve eşhedü enne " Gerisini tamamlayamamıştı Fatma`sı.
Derin bir off çekti ve bir sigara daha yaktı Yanık Rüstem. Yine seneler öncesine gitmişti.Yine Fatma`sını özlemişti.Evlenmemişti ölümünden sonra, Mehmedine hem ana hem babalık yapmıştı.Hem nasıl gül koklardı ki gül kokulu fatmasının üzerine.Sigarasından bir nefes daha çektikten sonra başını salladı.
" Yahu efkârlanmanın zamanı mı ? Yarın oğlun geliyor oğlun " diye düşündü.Bir tebessüm yayıldı yüzüne o anda.
Mehmet otobüse bindiğinde sevincinden içi içine sığmıyordu...Köyünü, babasını, arkadaşlarını, güreş turnuvalarını o kadar çok özlemişti ki.
-- " Âh şimdi kuş olmak vardı, kanatlanıp sevdiklerime uçabilseydim bir an önce " diye düşündü..Hâlâ inanamıyordu askerliğinin bittiğine, sanki bir rüyadaydı ve uyanmak istemiyordu.Onaltı ay`dı bu dile kolay.
Muavinin " Abi biletini görebilir miyim " seslenişi ile kendine geldi..Gömleğinin cebinden bileti çıkardı, uzattı..
" Otogar mı abi " dedi muavin...Evet manasında başını salladı. Ankara`ya kadar gidecek, oradan Kütahya`ya bilet alacaktı.Uzun ve yorucu bir yolculuk onu bekliyordu.Üstelik de gece hiç uyumamıştı, sabaha kadar arkadaşları ile hasbihâl etmiş, şakalaşmışlar, eski günleri yâdetmişlerdi. Günleri, geceleri birlikte geçmişti, hepsi ile kardeş gibi olmuşlardı adeta. Ölüme, hain kurşunlarına birlikte meydan okumuşlardı.Hepsi ile tek tek helâlleşmişti ayrılırken.Otobüs hareket ettiğinde son kez baktı askerlik yaptığı yere..
" Elveda en güzel 16 ay`ımı ve en sevdiğim arkadaşımı elimden alan şehir " dedi içinden...Umutlarına doğru yolculuk başlamışken gözleri kapanmaya başlamıştı Mehmedin...
Gün batımına hazırlanıyordu Ilıcaksu köyü. Kütahya, Bilecik, Bursa il sınırlarının kesiştiği yerde kurulmuş olan Kütahya`nın tarihi ilçesi Domaniç`e bağlı küçük şirin bir köydü Ilıcaksu...Doğası ile insanı büyüleyen, sırtını heybetli dağlara yaslamış, yeşilin tüm tonlarını insanlığın gözleri önüne seren bir güzellik abidesi gibiydi... Bir zamanlar üzerinde gezinen Hayme Ana kadar başı dik ve vakarlı duruyordu yine.. Sarıkız suyu da bir başka güzel görünüyordu o akşam. Ormandan, yemyeşil dallarını göğe uzatan ağaçların arasından ışığını geçirmek için izin almış ve adeta suyun üzerine pervasız bir şekilde, sereserpe uzanmıştı tüm kızıllığı ile güneş.
Hakan Sarıkız`ın kenarında uzanmış bu güzelliği seyrederken heyecandan kalbi küt küt atıyordu. Sevdiği kızı, canını, Nâgihan`ını bekliyordu.Bir yıl olmuştu Hakan Ilıcaksuya geleli. 19 yaşında 1.80 boylarında, yapılı, kara gözlü, beyaz tenli yakışıklı bir delikanlıydı...Gecen yıl anne ve babasını kaybettiği elim trafik kazasından sonra tek akrabası olan Recep amcasının yanına gelmek zorunda kalmıştı Kütahya`dan...Şehirden köye gelip yerleşmek zor gelmişti ilk günlerde lâkin çaresizdi.Liseyi bitirmişti, ne üniversiteyi okuyacak parası, ne de işi gücü vardı.Üstelik Recep amcasından başka kimsesi de yoktu.Recep amcası da, yengesi de kendi evlatlarıymış gibi bağırlarına basmışlardı Hakan`ı.İlk geldiği günlerde zorlansa, sıkılsa da, daha sonra alıştı buradaki hayata.Ilıcaksu başka köyler gibi değildi.Yeryüzündeki cennetlerden birisi burası olmalıydı...Bir hafta sonu Sarıkız kenarında piknik yaparken görmüştü Nâgihan`ı.Sarı saçları, yeşil gözleri, utangaç bakışları ile ben Sarıkız`dan daha güzelim diyordu adeta.. Hakan o anda ne yapacağını şaşırmış halde gözlerini bu sarı saçlı yeşil gözlü kızdan alamamıştı.
--" Allah`ım bu kızın gözleri ne kadar güzel böyle, bu köyden daha yeşil " deyivermişti birden
Yengesi durumu farketmiş ve sinsi sinsi gülerek
-- " Şşşşt kendine gel oğlum, ne o, yıldırım mı düştü yüreğine ? Ağzın açık on dakikadır kıza bakıyorsun " demişti.
Hakan biraz utanmıştı ama gözlerini de ayıramıyordu o güzeller güzelinden..
-- " Sarıkız kadar güzel değil mi ? " dedi yengesi
Hakan kenarında oturduğu suyun adının Sarıkız olduğunu biliyordu fakat niçin Sarıkız dediklerini düşünmemişti hiç o zamana kadar.
-- " Neden Sarıkız diyorlar bu suya yenge ? " diye sordu merakla.
Yengesi gülümseyerek...
-- " Derler ki Sarıkız Bursa Keles taraflarında 5 erkek kardeşin bacısıdır..Öylesine güzeldir ki bakanın gözleri kamaşır, başka şey düşünemez olurmuş..Güzelliği kadar iyilikseverliği ile de gönüllerin sultanı.Tüm delikanlılar evlenmek için etrafında pervane.Lâkin Sarıkız`ın gözü kimseyi görmez, onun dünya ile dünyalık şeylerle alâkası yoktur.O gönlünü Hak sevgisi ile doldurmuştur çoktan.Arasıra ortadan kaybolur, bir müddet sonra tekrar çıkar gelirmiş.Sarıkız`ın bu durumunu çekemeyenler, ona ulaşamayanlar başlamışlar hakkında dedikodular üretmeye.Ulaşamadığın ciğer mındar misali.Sarıkız hakkında söylenmedik söz, atılmadık iftira bırakmazlar.Ağabeylerini gördükleri zaman
" Tuhh yazıklar olsun, bunlarda ortalıkta adamız diye geziyorlar " gibi gurur kırıcı laflar ederler.Aslında Sarıkız bu sözleri edenlerin hepsine iyilikler etmiştir zamanında.Kimseye bir kötülüğü dokunmamış, kimse hakkında kötü düşünmemiştir.Allah katında verilecek hesabın gerçek hesap olduğunu bildiğinden, kendinden de o kadar emindir.Emindir emin olmasına ya yine de ağabeylerinin, anne babasının üzülmesine dayanamaz.Etraf baskısı, dedikodular o kadar çoğalır , o kadar ayyuka çıkar ki sonunda dayanılmaz hâl alır..Aile meclisi toplanır ve gönlünün de yüzü kadar güzel olduğunu bildikleri Sarıkız`ı Ilıcaksu`da güvenilir bir hocanın yanına göndermeye karar verirler..Böylece dedikodular unutulacak ve bir müddet sonra bacılarını tekrar getireceklerdir..
Sarı saçlı güzeller güzeli Sarıkız`ı gecenin en geç saatlerinde yola çıkarır ağabeyleri.Sarıkız bir meçhul`e doğru yol aldığının farkındadır ve memleketinden, dağlarından, her gün su doldurduğu çeşmesinden, sevdiklerimden ayrıldığı için çok üzgündür.Üzgündür lâkin ailesini üzmemek için kaderine de razıdır...Uzun bir yolculuktan sonra Ilıcaksu`ya varırlar ve bacılarını hocaya teslim ederler...Saatler saatleri, günler günleri kovalar, hoca efendi Sarıkız`ın hareketlerini, tavırlarını dikkatle inceler, yanlış bir şey görememesine rağmen bu kızda bir gariplik olduğunu sezer.Sarıkız arada kaybolur saatler sonra çıkıp gelir,
" nereden geliyorsun " sorularına
"kuşlarla hâsbihâl ettim biraz" gibi tuhaf cevaplar verir hoca efendiye ve karısına .Hoca efendinin ilmi bile Sarıkız`ı çözmeye yeterli gelmez.Bir müddet sonra bu hareketlerden rahatsız olmaya başlayan hoca efendi dedikodulardan da çekindiği için Sarıkız`ın ailesine gelip kardeşlerini almaları için haber gönderir.
Uzun bir yolculuktan sonra ağabeyleri gelirler hoca efendinin evine amma yine yoktur Sarıkız.Hep birlikte aramaya çıktıklarında Dağda bir mağarada kırk kız ile huşu içinde namaz kılarken bulurlar Sarıkız`ı. Sarı kız ile kırk kız sırlarının ortaya çıkmasının telaşı ile dışarı fırlarlar, şimdiki işte bu suyun başındaki kayanın içine girerek kaybolurlar.Tam bu sırada kayanın dibinden su çıkmaya başlar.Kısa bir sürede su Ilıcaksu derelerini doldurur.Suyun içinden her an çıkan işte şu su kabarcıkları Sarıkız ve kırk kızın soluklarıdır.Çünkü onlar ermişlere karışmışlardır.."
İşte böyle bir günde böyle öğrenmişti Hakan Sarıkız efsanesini.Sarıkız`ını, Nâgihan`ını ilk gördüğü günde.
Daha sonra Nâgihan`ın 17 yaşında olduğunu ve köyün ileri gelenlerinden Mahmut emminin kızı olduğunu yine yengesinden öğrenmişti.Evleri yakındı, her gün onu görmek için evlerinin önünden geçer, Nâgihan cama çıktığında dünyalar onun olurdu.Bir gün yine Sarıkız`ın kenarında yalnız gördüğünde cesaretini toplayarak yaklaşmış ve
-- " Merhaba, ben Hakan.Köye yeni geldim, uzun süredir görüyorum seni burada.Benimle arkadaşlık yapar mısın " deyivermişti..
Nâgihan kıpkırmızı olmuş, konuşamamış amma koynundan çıkardığı beyaz bir mendili Hakan`ın eline sıkıştırıp koşa koşa kaybolmuştu gözden..İşte o günden sonra mektuplaşmalar, arada buluşmalar başlamıştı...
Hakan saatine baktı ve
" Ahh Sarıkız " diye geçirdi içinden " ağaç ettin beni burada, hadi n`olur gel artk...
Nâgihan bir kuğu gibi süzülerek çıktı ağaçların arasından.Hakan gördüğü güzelliğe inanamıyordu,Öylesine narin, öylesine güzel basıyordu ki yere , sanki çimenleri incitmek istemezmiş gibi bir hâli vardı..
--" Allah`ım, böylesine güzel mi yaratılır bir insan " diye düşünmekten alamadı kendini..
Nâgihan yaklaşınca ayağa kalktı, sarıldılar uzun müddet.Sonra bağdaş kurup oturdular yere.
-- " Nasılsın Sarı gülüm " dedi Hakan gülümseyerek
--" İyiyim Hakan, fazla vaktim yok.Anam kaybolduğumu anlarsa kıyametleri koparır.Seni çok özledim bir göreyim diye geldim..Birazdan babam da gelir eve kahveden.1.5 ay sonra geleneksel Domaniç yağlı güreş turnuvası var.Onun için hazırlık yapıyor bütün köy.Sen bilir misin güreşmeyi ?
Hakan hayatında hiç güreşmemişti ama o an Nâgihan`a küçük düşmemek için,
--" Bilmem mi " dedi. " Kütahya`da bir ara Güreş kurslarına gitmiştim, amma yağlı güreş değil tabii ki "
Ne de olsa erkeklik vardı serde.
-- " Ben de çok severim " dedi Nâgihan." Bayılırım seyretmeye.Babam da güreşirmiş eskiden, onun için her yıl Domaniç`e turnuvalara götürür bizi.Sen de katılsana bu yıl turnuvalara. Recep emmi de eski pehlivanlardandır, kıspetini verir sana, hem çalıştırır seni..
--" Olur tabii ki katılırım, Recep amcama söyleyeyim " derken Hakan içinden " Eyvâh ben ne halt ettim böyle " demekten kendini alamıyordu...
Mehmet uzun bir yolculuktan sonra Ankara otogarına inmişti sonunda.Bir bardak çay içip kendine gelmek için bir kafeteryaya yöneldi...Kalabalık masaların arasından geçip köşede boş bir masaya oturdu.Bir çay söyledi, çayını beklerken gözleri telaş içinde koşturmakta olan insanlara takıldı...Kimi sevdiklerine kavuşmak için acele ederken, kimisi de sevdiklerinden ayrılmanın hüznünü yaşıyordu..
-- " Nice kavuşmalar, nice ayrılıklar görmüştür kimbilir bu otogar " diye düşündü çayından bir yudum alırken...Bir an önce biletini almalıydı, üstelik hangi saatlerde otobüs olduğunu da bilmiyordu...Çayını yarım bıraktı, kasaya yöneldi, Elini cebine attı cüzdanını çıkarmak için...Cüzdanı ile birlikte kanlı zarf eline geldiğinde yüreğinin cızz ettiğini hissetti..Hemen parayı ödedi, üzerini aldı, acele ile cebine attı.Zarf hâlâ elinde duruyordu..
-- " Emanet " dedi.." Hâlil’in emaneti bir an önce yerine teslim edilmeli "
Yönünü değiştirdi ve hemen bir büfeye doğru yürümeye başladı...Büfeciye
-- " Bir telefon kartı verir misiniz " dedi..Telefon kartını aldıktan sonra ilk telefon kulübesine yöneldi acele ile...Kartı soktu ve numarayı çevirdi..
Babası, yanık Rüstem açtı telefonu...
-- " Efendim "
-- " Alo benim baba Mehmet, nasılsın "
-- "İyiyim oğlum şükürler olsun Rabbime, sen nasılsın, neredesin şu an "
-- " Ankara otogardan arıyorum baba...Sana bir şey danışmak için aradım "
-- " Ben de bir an önce gelmen için sabırsızlanıyordum oğul .Meraktan ölecektim nerdeyse, söyle hele bir derdin mi var ? "
-- " Evet baba.Biliyorum bir an önce gelmem için sabırsızlanıyorsun. Ben de çok özlerim seni, fakat bir emanet var yerine ulaşması gereken."
-- " Hayırdır oğlum ne emaneti bu ? "
-- " Şehit olan bir arkadaşım vardı ya Halil, son nefesini vermeden önce bir emanet vermişti, anasına ulaştırmam için...Bizzat kendi ellerinle götür diye tembih etmişti...Şimdi eğer iznin olursa buradan Eskişehir’e geçip o emaneti teslim etmek istiyorum.Bir gün sonra gelirim köye nasip olursa...
Yanık Rüstem o kadar hazırlanmıştı ki Mehmet gelecek diye duyduğu sözler karşısında şok oldu..Çok özlemişti oğlunu.Buraya gel, buradan gidersin demek istedi fakat Şehit sözünü duyunca kelimeler düğümlendi boğazında...
-- " Tamam oğul, Bir an önce gelmen tek isteğimdi amma madem ortada verilmiş bir söz, verilmesi gereken bir emanet var, emaneti bir an önce ehline ulaştırmak gerek..Sağlıcakla git.Benden de selam söyle O şehit yiğidi yetiştiren ana babaya...
-- " Sağol babam " dedi Mehmet. " Allah senden razı olsun, ellerinden öpüyorum, hoşçakal .."
Telefonu kapatır kapatmaz Yukarı kata çıktı ve yazıhanelere doğru yürüdü.Eskişehir yazısını gördüğü ilk yazıhanye yöneldi...
-- " Selamun aleyküm, Eskişehir’ e otobüs kaçta ? "
-- " Yarım saat sonra " dedi görevli..
-- " Bir bilet lutfen " dedi parasını uzattı ..Biletini alır almaz aşağıya indi.Bir çay içimlik daha vakti vardı..Aynı kafeteryaya girdi, aynı masaya oturdu. Bir çay daha söyledi ve beklemeye başladı...Elini cebine attı ve zarfın üzerindeki adrese baktı..
" Körhasan köyü / Çifteler / Eskişehir " yazıyordu zarfın üzerinde. " Eskişehirden sonra da yolculuk devam edecek ...Allah nasip ederse akşama doğru Halil’in köyüne varırım " diye düşündü.. Çayını içtikten sonra parasını tabağın kenarına koydu ve bir an önce otobüse binmek için hızlı adımlarla perona doğru yürüdü...
Hacer ana kazlarını, tavuklarını yemlemiş akşam yemeği telaşına düşmüştü...Ocağın üzerinde kaynamak üzere olan tarhana çorbasını tahta kaşığı ile karıştırırken mis gibi yarpuz kokusu yayılıyordu odaya...Altı ay’ı geçmişti Halil’ini kara toprağa vereli...Altı ay sanki Hacer ananın ömründen altmış yılı alıp götürmüştü...Bir akşam üzeri Avlunun önünde duran bir jandarma arabasını görünce yüreği yanmış ve kocasına
-- " Bu gelenler pek hayıra gelmiyor Osman efendi, zaten sabahtan beri içimde bir sıkıntı var, yüreğimi yerinden söküp atasım geliyor " demişti...Yanılmamıştı Hacer ana, jandarma komutanı kara haberi verirken renkten renge girmiş sonunda
-- " Başınız sağolsun, oğlunuz Halil en şerefli mertebe olan Şehitlik mertebesine ulaştı " deyivermişti...
O anda dünya başına yıkılmıştı " Vatan sağolsun " demişlerdi amma , Osman efendi bir tarafta, Hacer ana bir tarafta yığılıp kalmışlardı...Üç kardeşin en büyüğüydü Halil, ilk göz ağrısıydı...İki bacının tek gardaşıydı...
Tarhana çorbasını karıştırırken yine Halil’i gelmişti gözlerinin önüne Hacer ananın..
" Ahh kınalı kuzum, yiğit Halil’im, ne de çok severdin tarhana çorbasını, ahh şimdi burada olsaydın da doya doya içseydin ağzını yaka yaka " diye düşündü..O anda avlu kapısından " Hacer ana, Hacer ana " diyen bir çocuk sesi işitti..Çorbanın ateşini kıstı " hayırdır inşallah, bu saatte " diyerek kapıya doğru hızlı adımlarla yürüdü...
Aşağı mahalleden Zehra’nın küçük oğlu Mustafa’ydı seslenen.Yanında iri yarı, esmer genç bir delikanlı vardı, yabancı olduğu her halinden belliydi...
" Buyur Mustafa oğlum, bir şey mi var, hayırdır ? " diye sordu...
--" Bu amca sizi arıyormuş Hacer ana, bana sordu, eve kadar getirdim "
Hacer ana bir taraftan yabancı delikanlıyı süzerken diğer taraftan Mustafa’ya
-- " Tamam oğlum, sağolasın, anana çok selam söyle " dedi...
Mustafa Elindeki uzun sopayı at yapıp üzerine bindi ve " Dehhh " diyerek toz toprak içinde koşa koşa uzaklaştı...Hacer ana delikanlıya
-- " Buyur oğul " dedi." Dışarıda bekleme içeriye gir, neden geldiğini bilmiyorum emme Tanrı misafirinin her zaman başımız üzerinde yeri vardır...Osman efendiyi arıyorsan, bahçede işleniyor.Birazdan o da gelir "
Mehmet hiç ses çıkartmadan girdi içeriye, sanki nutku tutulmuştu.Bu kadar zor olacağını hiç ummamıştı.Şimdi ne diyecekti Hacer anaya, ne diyecekti Osman efendiye...Ben sizin şehit oğlunuzun asker arkadaşıyım derken acıları depreşmeyecek miydi ? Dein bir " offf " çekti..Etrafına göz gezdirirken " Tıpkı Halil’in anlattığı gibi bir ev " diyen sözler dudaklarından dökülüyordu...Büyükçe bir avlu, girince sağ tarafta bir bahçe, bahçenin içinde domates, biber, salatalık, marul dahil bir çok sebze yetiştiriliyor, Ortada kocaman bir kayısı ağacı, bahçenin etrafı dallardan çit yapılarak örülmüş...Sol tarafta bir köpek kulubesi ve kalın zincirlerle bağlanmış bir köpek, biraz ilerisinde tavuk ve kaz kümesleri...Tam karşıda 4 basamaklı bir merdivenle çıkılan ve yanyana yapılmış bir kaç ev...
Köpek Mehmedi görünce dişlerini olanca hırçınlığı ile göstererek havlamaya başladı, zincirini kopartacak gibi asılıyordu...Hacer ana " hoşştt, sus bakayım, gir kulubene " deyince inler gibi tuhaf sesler çıkararak kuyruğunu kıstırdı ve girdi kulubesine...Hacer ana önden, Mehmet ardından girdiler küçük bir odaya.İçeri girer girmez mis gibi yarpuz kokusunu çekti ciğerlerine Mehmet..Hacer ana
"-- Kusuruma bakma oğul " dedi." Tarhana çorbası pişiriyordum, seversin inşallah.Hem ben çorbamı yaparken sen de geliş sebebini anlatırsın "
Tam bu sırada " Hacer " diye bir ses duydular.Osman efendiydi gelen..
" Efendim bey, buradayım, gel hele misafirimiz var " diye seslendi Hacer ana...Osman efendi besmele ile girdi oda kapısından ve
--" Selamun aleyküm, evlat hoşgelmişsin, hanemize hoşnutluk getirmişsin "
Mehmet sıkılarak
" Ve aleyküm selam, hoşbuldum " diyebildi...
" Anlat hele , kimin nesisin ? Pek bizim buralılara benzemiyorsun, nedir geliş sebebin ? "
Mehmet önce bir yutkundu, dilinin damağının kuruduğunu hissediyordu o anda
-- " Ben, ben oğlunuz Halil’in asker arkadaşıyım " diyebildi zorlukla...
O anda Hacer ananın da, Osman efendinin de yüz ifadeleri değişmiş, ne yapacaklarını , ne söyleyeceklerini şaşırmışlardı..Bir müddet öylece kaldılar.Sonra Hacer ana birden elindeki kaşığı yere bırakarak kalktı ve Mehmede öyle bir sarıldı ki..
--" Demek asker arkadaşısın oğlumun, offf kurbanlar olurum ben sana, dur doya doya sarılayım, Yiğidimin, Halil’imin kokusu var sende"
Mehmet ne kadar dişlerini sıksa da gözyaşlarına engel olamıyor ve
" Ana, anam, benim de anamsın sen, Halil söylemişti son nefesinde, anam sana sıkı sıkı sarılacak oğlumun kokusu var diyecek " diyordu...
Osman efendi de bir taraftan sarılıyordu Mehmede, " Halil’im, aslan oğlum "diyerek.Gözyaşları gözyaşlarına, hıçkırıklar, hıçkırıklara karışıyordu....Bir müddet öylece kaldıktan sonra kendilerine gelmeye başladılar...Hacer ana aniden ayağa kalkarak avluya doğru yürürken ağlamaklı bir sesle..
" Dur kurban olduğum sen açsındır, bu gece bırakmayız seni bir yere, hele şu kazlardan birini tutayım, Osman efendi de kessin, bir kaz tiridi yedireyim sana kendi ellerimle.Halil’im de bayılırdı kaz tiridine "diyerek hızlı adımlara çıkıyordu oda kapısından dışarıya...Osman efendi Hacer ananın tuttuğu kazı kesti, bu arada Hacer ana çaylarını demledi...Hacer ana tirit için kazı ocağa vurduğunda Osman efendi ile Mehmet sohbete başlamışlardı bile ...
Osman efendi çayından bir yudum aldı, diğer elini yeleğinin cebine attı ve tabakasını çıkartıp Mehmede uzattı.
-- " Yakar mısın bir tane evlat "
-- " Yok Osman baba sağolasın, hiç kullanmadım "
Sigarasını yaktı, ayağının birini altına aldı, geriye doğru yaslandıktan sonra
--" Anlat hele oğul " dedi " Bana Halil’imi anlat." Hacer ana da ocağın başında merakla Mehmedin ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu.Nereden başlayayım diye düşündü Mehmet..Sonra çayından bir yudum aldı, derince de bir nefes aldı ardından...
"--Halil benim kankardeşimdi " dedi.." Bölüğe ilk teslim olduğum gün bana en çok ilgi gösteren, yardımcı olan oydu.Eskişehir’li olduğunu söylediğinde daha bir sıcaklık duydum, ne de olsa aynı toprak sayılırız.Ayrı geçirdiğimiz zamanlar sayılıdır.Zaten dağın başıydı askerlik yaptığımız yer, doğru dürüst gidecek yerimiz yoktu.Vaktimizin çoğunu birbirimize köylerimizi, ailelerimizi, anlatarak geçirirdik. Haa bir de güreş, ya güreş konuşurduk ya da güreşirdik, çok iyi bir pehlivandı Halil.Bir gün bölük komutanımız güreşmemizi istedi, tam 2,5 saat kan ter içinde kalasıya kadar, kıyasıya güreştik ama yenişemedik "
- " Çok severdi güreşmeyi rahmetlik " dedi Hacer ana.." Yeni yetişirken yalvarırdım, oğlum bir gün bir yerini sakatlayacaksın, bırak bu güreşmeyi diye..Ana güreş bırakılır mı hiç ? Peygamberimizin tavsiyesi, sünneti güreş.Bizim ata sporumuz, İyi bir güreşçi olacağım ben Allah’ın izniyle derdi "
--" Öyleydi " dedi Mehmet. " Çok iyi bir pehlivandı çokkk, Allah gani gani rahmet eylesin "
Osman efendi derin bir nefes daha çekti sigarasından. ve
--" Peki nasıl şehit oldu Halil’im ? Allah aşkına anlat bana oğul " dedi içini çekerek..
Mehmet tam söze başlayacaktı ki Hacer ana müdehale etti
--" Rahat bırak çocuğu Osman efendi, hele bir karnımızı doyuralım, hem tirit de hazır bak..Daha gece uzun, onun anlatacağı, bizim dinleyeceğimiz çok şey var "
Tamam dercesine başını salladı Osman efendi..Yaygı serilmiş, sofra ortaya konulmuştu bile..Hacer ana çorba kasesini ortaya koyarken Osman efendi mis gibi köy ekmeğini kesiyordu...
" Hadi buyur oğul " dedi Hacer ana " yavan yaşık deme, kusurumuza bakma Allah aşkına "
Mehmet sıkılarak
" Estağfirullah Hacer ana " dedi " Kusur mu olur ? Yiyecek içeceğin lafı mı olur ? Siz beni güleryüzünüzle, yüreğinizle, sevginizle ağırlıyorsunuz "
Bismillâh diyerek kaşıkları daldırdılar tarhana çorbasına...Ardından da koca bir tepsi içinde tirit kondu sofraya...Kurutulmuş yufkaların üzerine kaz etinin suyu dökülmüş, üzerine de etler lime lime didilerek özenle döşenmişti.Mehmet çatalını batırıp yufkalarla birlikte etleri ağzına attığında aldığı lezzete inanamadı..Allah var ya uzun süredir böylesine güzel bir yemek yememişti...
" Ellerine sağlık Hacer ana " dedi.Ne kadar güzel olmuş bu tirit böyle "
" Afiyet olsun aslan oğlum, keşke Halil’im de olsaydı da gülüş çığrış hep birlikte olsaydık şu sofrada "
O an yine gözleri buğulanmış, lokmalar boğazına dizilmişti Hacer ananın...
Yemeği suskunluk içinde yediler, Osman efendi yine köşesine çekildi tabakasını çıkardı ve bir sigara daha yaktı...Hacer ana sofrayı kaldırırken bir yandan da
--" Ben size şimdi birer okkalı kahve yapayım da aklınız başınıza gelsin " diyordu gülümseyerek...
Hacer ana dışarı çıkar çıkmaz Mehmet düşük bir sesle Osman efendiye
-- " Ya Zeynep ne oldu Osman baba ? " dedi " Halil Zeynep ismini dilinden düşürmezdi hiç "
Osman efendi derin bir iç geçirdikten sonra
-- " Ne olsun garip " dedi " Halil’in ölümü mahvetti onu da , epey bi kendine gelemedi.Çok sevmişlerdi birbirlerini, Halil askere gitmeden beni Zeynep’le nişanlamazsanız gözüm arkada kalır, yüzüğümüzü takalım öyle gideyim, kız güzel kız ne olur ne olmaz, rahat bırakmazlar demişti.Durumumuz da pek müsait değildi ya yine de ne söylediysek dinletemedik, bulduk buluşturduk nişanlarını yaptık...İyi ki de yapmışız, yoksa içimde ukde kalırdı şimdi bir istediğini yapamadım Halil’imin diye..Şimdi arada bir gelir Hacer anasının, benim elimi öper, nasılsınız bir ihtiyacınız var mı diye sorar.Sonra da ağlar ağlar gider garibim."
O arada Hacer ana elinde kahve tepsisi ile içeri girdi.Buram buram kahve kokusu yayıldı ortalığa .
"-- Buyrun bakalım, bu sizin oraların kahvelerine benzemez, hazır kahve değildir, kendim çekerim ben kahvemi " diyerek önce Mehmede sonra Osman efendiye doğru uzattı tepsiyi...Mehmet kahvesinden bir yudum alırken Hacer ana yerdeki minderin üzerine bağdaş kurup oturdu...
-- " Evlat " dedi " Sen ne kadar vefâlı, ne kadar iyi bir insansın ki askerliğini bitirir bitirmez baba ocağına gitmeden bize geldin, bize Halil’imin kokusunu, soluğunu getirdin.Sağolasın Allah bin kere razı olsun senden "
Mehmet zarfı hatırladı o anda...Tedirgin oldu, şimdi versem mi acep diye düşündü...Nasıl olsa verecekti, onun için gelmemiş miydi buraya kadar ? Hafifçe toparlandıktan sonra ...
--" Hacer ana, Osman baba " dedi ." Benim buraya asıl geliş sebebim bende olan bir emaneti size teslim etmek "
--" Ne emaneti ? " dediler ikisi birden .Gözleri büyümüş, merakla bakıyorlardı...
--" Emanet işte , bir zarf. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Halil son nefesinde koynundan çıkardı bana verdi..Söz aldı kendi ellerimle size eriştirmem için "
Sonra elini arka cebine attı, cüzdanının yanından zarfı çıkardı ve uzattı Osman efendiye...Zarfın üzerindeki kanları gören Osman efendi ve Hacer ana aynı anda " Yavrummmm " diye bir çığlık attılar...Hacer ana yerinden fırlayarak Osman efendinin elinden zarfı aldı, yüzüne gözüne sürüp, koklarken
" Kınalı kuzumm 6 ay sonra kanını da mı görmek nasip olacaktı " diye çığlık çığlığa ağlıyordu...
Osman efendi ne yapacağını şaşırmış halde karısına bakıyor, gözyaşlarına engel olamıyordu..Mehmet çok etkilenmişti, ağlamamak için kendini zor tutuyor dudaklarını ısırıyordu.." Acaba yanlış zamanda mı verdim" diye düşündü...Ama nasıl olsa eninde sonunda verecekti bu zarfı ve nasılsa bunlar yaşanacaktı..
Sonunda Osman Efendi doğruldu, karısına
--" Kadın " dedi " Hele müseade et de bakalım şu zarfın içine, meraktan öldürecek misin sen beni ? "
Hacer ana çaresiz zarfı uzattı kocasına, özenle açtı zarfı,zarfın içinden iki tane daha zarf vardı.Osman efendi önce birini çıkardı.Kenarında bantlanarak yapıştırılmış bir nişan yüzüğü duruyordu.Üzerinde " ZEYNEBİME " yazıyordu...Diğerinin üzerinde ise " CANIM ANAMA VE BABAMA " yazıyordu...
"-- Halil’imin el yazısı " dedi Osman efendi...Kendilerine ait olan zarfı açtı ve okumaya başladı...
" BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM
“Allah yolunda öldürülenleri (şehitleri) sakın ölü sanmayın.Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın Iütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiç bir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duyurmaktadır.” "AI-i İmran, 169–170)
Canım anacığım, babacığım...
Sizlere bu mektubu gece uykumu bölen ve bana kutlu müjdeyi veren bir rüyadan uyanır uyanmaz yazıyorum...Ve biliyorum ki bu size yazacağım son mektubum...Biraz önce rüyamda Peygamber efendimiz ( S.AV ) ve yanında 4 nur yüzlü kişi ziyaretime geldiler.Paygamber efendimiz (S.A.V ) saçlarımı okşayarak " Korkma Halil sen de yarın yanımızda olacaksın." dedi bana ve yukarıda mektubuma başlarken yazdığım ayeti okudu...
Biliyorum sizlerden, sevdiklerimden ayrılmak zor, fakat ölüm hepimizin sonu.Metanetli olmayı, vatan, bayrak Allah sevgisini bana siz öğrettiniz...Şimdi size metanetli olun demek benim görevim...Biliyorum ki ne yapsam, ne etsem sizin hakkınızı hiç bir zaman ödeyemem.Beni ne zor şartlarda büyüttüğünüzü bildiğim için hep sizlere lâyık bir evlat olmaya çalıştım..İnşallah başarmışımdır bunu..Babamın beni askere yollarken söylediği sözler kulağıma küpe oldu hep...
" Evlat, ha vatanın ekmeğini yemişiz, ha uğruna kurşun, sakın korkma, gözünü korkutmasın askerlik senin..Şehitlik gibi bir mertebeye ulaşmak her ana kuzusuna nasip olmaz " demişti babam...İnşallah o mertebeye ulaşacağım...Lâkin gözüm arkada kalmasın, sizler beni her zaman hayır dua ile yad edin...Birazdan şafak sökecek, abdestimi alacağım ve operasyona çıkacağız.Bir mektup da nişanlım Zeynebe yazacağım ve yüzüğümü de yanına koyacağım..Kendisine ulaştırın, üzülmesin.Gerçek sevenler için ölümsüz ve sonsuz saadet ahiret saadetir.Orada bekleyeceğim sizleri...Bu mektupları size kendimden çok güvendiğim, kankardeşim Mehmet ile göndereceğim Allah nasip ederse...Beni nasıl biliyorsanız onu da öyle oğlunuz bilin ve bağrınıza basın...
İkinizin de hasretle ellerinizden öpüyorum..Hakkınızı helâl edin...Allah’a emanet olun ..
Oğlunuz
Halil...
Mektup bittiğinde Osman efendi de bitmişti sanki..Sesi kısılmış, gözlerinden akan yaşlar yanaklarından sicim gibi dökülüyordu..Hacer ana kendinden geçmiş..
-- " Kuzum, kuzummm , kınalı kuzum , anan bin kez kurban olsun " diye feryat ediyordu....
Mehmet kilitlenmişti adeta...
" Neden ? " diye soruyordu kendine " Neden ? Madem biliyordu şehit olacağını neden söylememişti operasyona çıkarken ona ?
Kendini toparladı bir müddet sonra ve
--" İkinizden de özür dilerim " dedi..Küllenmeye yüz tutmuş yaranızın üzerine tuz basmış gibi hissediyorum şu anda kendimi "
Osman efendi birden sesini kesti ve Mehmede çevirdi yönünü
--" Yok evlat " dedi.." Olur mu hiç öyle şey ? Sen bize ne büyük müjde getirdiğinin farkında değil misin ? Bakma sen ağlayıp sızlandığımıza, evlat işte dayanamıyoruz.Ondan bir şeyler gördüğümüzde, okuduğumuzda içimiz sızlıyor, yaramız kanıyor elbet..Amma kendi ağzı ile ben yarın şehit olacağım diyen ve bu müjdeyi Resulûllah efendimizin mübarek ağzından alan bir evladın müjdesini verdin sen bize..Kaç ana babaya nasip olur böyle bir şehidin anası babası olmak..Onlar bizim şefaatçimizdir gerçek âlemde..
Bu sözleri tastik eder gibi bakıyordu Hacer ana da Mehmedin yüzüne...Öylesine yumuşak, öylesine sevgi dolu, öylesine ana gibi bir bakıştı ki bu Mehmet dayanamadı, kalktı ve boynuna sarıldı Hacer anasının...
O gece geç saatlere kadar oturdular, sohbet ettiler, Halil’i anlattılar...Vakit gece yarısını geçtiğinde Hacer ana
" Çocuk uzun yoldan geldi yorgundur, yeter bu kadar, bırakalım da istirahat etsin " diyerek uyardı kocasını...
" Haklısın hanım " dedi Osman efendi ve iyi geceler dileyerek ayrıldı...Hacer ana da dışarıya çıktığında Mehmet kankardeşi Halil’in duvardaki resimlerine bakıyordu...Bir kaç dakika sonra Hacer ana sırtında döşekle odaya girdi, yere serdi döşeği..Yüklükten çarşaf çıkarıp döşeğin üzerine serdi, yorgan ve yastıktan sonra başucuna da pijamaları bırakıp iyi geceler dileyerek ayrıldı...
Mehmet bir müddet daha resimleri inceledikten pijamaları giyerek mis gibi kokan tertemiz yatağın içine besmele ile girdi, gözlerini yumar yummaz derin bir uykuya dalmıştı bile...
Sabah saat 7 gibi horoz sesi ile uyandı..Pencereden dışarıya baktığında Hacer ana çoktan kalkmış tulumbadan su çekiyor Osman efendi elini yüzünü yıkıyordu..Biraz daha oyalandı yatağın içinde sonra kalktı giyindi, çıktı avluya...Köpek yine dişlerini gösterecek oldu fakat Hacer ananın sert bakışlarıyla karşılaşınca vazgeçti...Hacer ana ve Osman efendi yüzlerinde o sıcacık tebessümle
" Günaydın oğul " dediler.." Sabah şeriflerin hayır olsun "
" Günaydın, sizin de " dedi mehmet gülümseyerek ..
" Gel hele, su çekeyim de yüzünü yıka " dedi Hacer ana
Mehmet buz gibi tulumba suyu ile yüzünü yıkadı.Osman efendi ise içerden bir koşuda temiz havlu almış gelmiş ve Mehmedin başında bekliyordu..Mehmet elini yüzünü silerken gördüğü misapirverperlik karşısında utanıyordu...
" Kahvaltı hazır " dedi Hacer ana .." Tavuklar yeni yumurtlamış, tazecik yumurta ye bu sabah...
Mehmet içeriye girdiğinde sofrada bir kuş sütü eksikti sanki...Tereyağı, bal peynir yoğurt, yumurta, kızarmış ev ekmeği. Hacer ana mükemmel bir sabah kahvaltısı hazırlamıştı...Hep birlikte sohbet ede ede kahvaltılarını yaptılar..Çaylarını içtiler...Mehmet " müseade istemenin vakti geldi " diye düşündü...Zaten sık sık saate bakıyordu..Osman efendi anlamış ve
-- " Gitmeyi düşünüyorsun herhalde evlat " demişti..
--" Evet Osman baba, eğer izin verirseniz.Babamın gözü yollarda kalmıştır...
--" Elbette oğul, gerçi ne kadar kalsan da doymayız sana amma , senin de bekleyenin var "
--" Sağolasın Osman baba, bir anam babam da sizsiniz bundan sonra "
Hacer ana sessiz sessiz, uzun uzun bakıyordu Mehmede, Sanki biraz daha kal, gitme der gibi bir hâli vardı...Mehmet
-" Bana artık müseade, ilk arabaya yetişeyim " diyerek kalktı...
Hacer ana birden kalktı içeriye doğtu koştu , sonra elinde bir paketle geldi...
--" Bunlar senin oğul, çam sakızı, çoban armağanı işte, kusurumuza bakma "
--" Ne demek Hacer ana , ne gerek vardı ? Kusurum olduysa siz affedin asıl "
--" Kusur ne demek oğul, sen bize neler bağışladığını, nasıl bir mutluluk yaşattığını bir bilsen, başımız üzerinde yerin var her zaman, ne zaman sıkılırsan, bir şeye ihtiyacın olursa çekinme gel, burası da senin evin artık, sen de bizim oğlumuzsun "
Avlu kapısına kadar birlikte yürüdüler, kapıya gelince sarıldılar tekrar Hacer ana ile helalleştiler...Osman efendi ve Mehmet köy meydanına doğru yürürlerken, Hacer ana yaşlı gözlerle ve dualarla bakıyordu arkalarından...Osman efendi ile de helalleştiler, köy minübüsüne bindi Mehmet, Osman efendiye el sallarken sanki Halil ona gülümsüyor ve başını sallayarak teşekkür ediyordu.Yüzünde emaneti sahiplerine vermenin ve Halil kardeşine verdiği sözü tutmanın mutluluğu vardı ...
Vakit öğleye yaklaşırken güneş ılıcaksu köyüne neşeyle gülümsüyordu sanki...Heyecandan yerinde duramıyordu yanık Rüstem.Sık sık saatine bakıyor, sigara üstüne sigara yakıyor
--" Hadi be evlat, hadi be kara Mehmedim, aylardır yolunu gözlüyorum, daha ne bekletirsin ki ? Hadi artık çıkıver şu köşeden de güldürüver şu garip babanın yüzünü " diye söyleniyordu kendine...
--" Yok yok " dedi " Böyle olmayacak, böyle geçmeyecek bu zaman, en iyisi kahveye doğru gideyim..Hiç olmazsa arabadan iner inmez görürüm Mehmedimi "
Sırtına ceketini geçirdiği gibi sokağa attı kendini, hızlı adımlarla yürümeye başladı...Sanki kahveye varınca hemen oğluyla karşılacakmış gibi acele ediyordu.Çok zor anlar yaşamıştı oğlu askerdeyken...Her gece kabuslar görmüş, gece yarılarında yatağından fırlayıp sağ salim dönmesi için çok dualar etmişti...
"-- Şükürler olsun sana Rabbim bana bu günleri de gösterdin, ahh Fatma’m sağ olsaydın da sen de görseydin, sen de benimle bekleseydin şimdi oğlunun dönmesini" diye düşünerek yürürken
"--Rüstem ağa, Rüstem ağa ! " diyen bir sesle irkildi..Sesin geldiği yöne doğru döndü.Arkadaşı Recep’ti seslenen.Çok severdi Recebi, yıllarca yarenlik yapmışlar, bir gün olsun kırmamışlardı birbirlerini.Pehlivanlık zamanlarında rakip bile olmuşlardı ama dostlukları hiç bozulmamıştı.
--" Selamun aleyküm Recep" dedi
--" Aleyküm selam Rüstem ağam, gözün aydın Mehmet geliyormuş "
--" Evet nasip olursa gelecek bu gün.Duramadım evde, kahveye doğru gidip orada bekleyeyim dedim "
--" Haydi birlikte gidelim, ben de yarenlik edeyim sana beklerken, birer kahve içer, iki lafın da belini kırarız "
Sohbet ede ede birlikte vardılar kahveye.Vakit erken olduğu için kimseler yoktu kahvede...Kahveci İsmail efendiye selam vererek oturdular, iki orta kahve söylediler..
--" Sen neler yapıyorsun Recep, son günlerde pek göremez olduk yüzünü " dedi yanık Rüstem
--" Mâlum iş güç Rüstem ağam, bir de yaşlışık var tabii ki, eskisi kadar dinç değiliz artık.
-- " Senin şu yeğen vardı ya, neydi adı ? Maşallah çok efendi hatırnaz bir çocuk..O ne yapıyor ? "
--" Sorma ağam, güreşe merak sardı deli oğlan.Domaniç turnuvasına ben de katılmak istiyorum, beni çalıştır diye tutturdu.Her gün bir kaç saat çalıştırıyorum onu."
--" Desene bize rakip olabilirsiniz bu sene " dedi gülümseyerek yanık Rüstem." Peki önceden güreşmişliği var mı bu çocuğun ? "
-- " Yok ağam ne gezer ? Keşke olsaydı işim bu kadar zor olmazdı, ama yetenekli ve hırslı kerata"
-- " Hadi hayırlısı bakalım, bu yıl turnuva çetin geçecek desene " derken köyün minibüsü göründü karşıdan.Yanık Rüstem hemen fincanı bıraktı yere ve
--" Geldi, geldi " diyerek fırladı dışarıya..Sanki yirmi yaş birden gençleşmişti.Minibüs durduğunda kapısına kadar gelmişti bile...Kapı açıldı, yolcular inmeye başladı.Önce yaşlı bir çift indi oflaya poflaya.Ardından Kara Mehmet..İner inmez babası ile gözgöze gelmişti.
--" Babam " diyebildi sadece.Ellerine sarıldı.öptü, öptü.
--" Mehmedim, aslan oğlum, hoşgeldin yiğidim " derken yanık Rüstem sarmaş dolaş olmuşlardı.İkisi de ağlamak istiyor, fakat köy meydanında ağlamaktan utandıkları için zorlukla tutuyorlardı kendilerini...Recep arkalarında dikilmiş bu güzel tabloyu seyrediyordu.Allah ona evlat vermemişti fakat yeğeni Hakan yıllar sonra evlat sevgisini tatırmıştı ona..Seneye Hakan’da asker olacaktı Mevlâ nasip ederse.
--" Hoş geldin Mehmedim, geçmiş olsun " dedi...
Mehmet büyük bir saygı ile yaklaştı ve öptü elini
--" Hoşbuldum Recep emmi, sağolasın, Allah razı olsun "
-- " Sen de sağol yiğidim, ne mutlu sana vatani görevini aslanlar gibi yaptın, geldin.Hadi gelin size birer çay söyleyeyim, hem Mehmet köyünün çayını özlemiştir "
Evet çok özlemişti Mehmet köyünü.Yalnız çayını değil, kokusunu, havasını bile özlemişti.Şimdi ciğerlerine çekiyordu köyünün havasını ve şükrediyordu Rabbine..Hep birlikte kahveye girdiler, Kahveci İsmail efendi gülerek karşıladı onları.
"-- Hoşgeldin oğul hoşgeldin.Geçmiş olsun..Rüstem ağa senin de gözün aydın " dedi...
Mehmet elini öperken, yanık Rüstem tebessüm ederek teşekkür ediyordu İsmail efendiye.Oturdular...Mis gibi taze çaylar bardaklara dökülürken hepsinin yüzünde kavuşmanın mutluluğu vardı...Sohbet ederek çaylarını içtiler, izin istediler ve Mehmet babası ile birlikte evinin yolunu tuttu...Aylarca süren hasret sona ermişti ve vuslatın tadını çıkarma zamanıydı şimdi...Anlatacakları o kadar çok şey vardı ki birbirlerine, ama önlerinde de birlikte geçecek uzun günler vardı ...
Günler günleri kovaladı, Mehmet artık köyün altını üstüne getiriyor, arkadaşlarını ziyaret ediyor, Sarıkız’ın kenarına iniyor, özlediği tüm güzellikleri yaşıyordu...Babası ile tarlada çalışıyor, Domaniç turnuvası için de hazırlanmayı ihmal etmiyordu..Uzun zaman uzak kalmıştı güreşten, asker de arasıra güreş tutsa da turnuvalara benzemezdi.Sıkı bir çalışma gerektiriyordu.Türkiye’nin dört bir yanından en güçlü pehlivanlar gelir ve kıyasıya güreşler olurdu.Uzun süre güreşten ayrı kaldığı için küçük orta küçük boyda güreşme kararı almışlardı babası ile birlikte.Mehmet en azından başaltında ya da küçük orta büyük boyda güreşeyim, küçük orta küçük boyda acemiler güreşir diye çok ısrar etmişti babasına ama Yanık Rüstem.
--" Çok hamsın oğul , hem vaktimiz de kısıtlı, bu kadar sürede başaltında ya da küçük orta büyük boyda güreşemezsin, harcarlar seni.Sabreyle, unutma ki önünde uzun seneler var.Sabır en büyük silahtır, seneye daha iyi hazırlanırız, istediğinde güreşirsin " demişti..Kıramamıştı babasını Mehmet.
Bir akşam üstü kahveden çıktı, eve doğru yürürken yolun karşısından salınarak güzeller güzeli bir kızın geldiğini gördü...Yüreciğinin hiç öylesine hızlı, öylesine heyacanla çarptığını hatırlamıyordu.
-- " Aman Allah’ım " dedi " Bu ne güzellik böyle, kim ki bu güzeller güzeli ?"
Kız gülerek ona doğru yaklaşıyordu ve her adımında Mehmedin yüreği daha bir hızla çarpıyordu, kalbi duracaktı sanki..Kız iyice yaklaştığında
--" Hoşgeldin Mehmet abi " dedi yüzündeki o insanı altüst eden gülümsemeyle.
--" Hoşbulduk " dedi Mehmet kekeleyerek...
--" Askerliğini bitirip sağ salim dönmene çok sevindim Mehmet abi "
--" Sağolasın da kusura bakma tanıyamadım seni , kimin kızısın sen ? "
--" Nasıl tanımadın Mehmet abi ? Mahmut’un kızıyım ben, hani her gördüğünde bakkal Rasim emmiden çikolata alır verirdin ya bana "
--" Nagihân " dedi Mehmet zorlukla. " Kız sen ne kadar değişmiş, büyümüşsün böyle, ben giderken küçücük bir kızdın "
Güldü Nagihân.O güldükçe Mehmedin yüreği yerinin yağları eriyordu...
--" Annemle babam hoşgeldine gelmek istediklerini söylüyorlardı amma vakit bulamadılar işten güçten.İnşallah bir gün rahatsız edeceğiz sizi.Rüstem emmime de selamlarımı söyle " diyerek sanki kuğu misali süzülerek uzaklaştı Nagihân.Mehmet cevap bile verememişti...Ne olduğunu, neye uğradığını anlayamamıştı.Yoksa aşk dedikleri şey bu muydu ?
O günden sonra bir garip olmuştu Mehmet..Yediği, içtiği, aldığı nefes Nagihândı, başka bir şey düşünemiyor, başka iş yapamıyordu.Nagihân’ın o gülüşü, o sarı saçları, yeşil gözleri bir an gözünün önünden gitmiyordu.Ne yapmalıydı ? Nasıl etmeli de bu kıza içindekileri açıklamalıydı ? Daha önce hiç aşık olmamıştı ki nasıl davranılacağını bilsin.Üstelik abi dememiş miydi Nagihân ? Kendisini abi gören bir kıza nasıl sana aşık oldum diyecekti ? Bu düşünceler için için yiyor, bitiriyordu Mehmedi...Ne olursa olsun söylemeliydi, yoksa içini kemirecekti bu düşünceler...
Ertesi gün gizlice beklemeye başladı Nagihânların evinin karşısında.Elbet çıkacaktı evden..Beklerken kafasında neler söyleyeceğini kuruyor, Allah’ım utandırma beni diye dualar ediyordu..Kızın ne gibi bir tepki vereceğini de bilmediği için tedirgindi..Uzun bir bekleyişten sonra nihayet akşama doğru çıktı Nagihân.Yine toprağı incitmek istemezmiş gibi yürüyor, keklik gibi sekiyordu..Mehmet heyecandan ölecekti sanki.Önüne çıkmaya cesaret edemedi ve saklandı kız geçerken.Sonra farkettirmeden izlemeye başladı.Bir fırsat arıyordu, sakin ve kimsenin göremeyeceği bir yerde söylemeliydi duygularını...Sarıkız’a doğru gidiyordu Nagihân..
--" Allah Allah ne işi var ki sarıkız’da bu saatte " diye düşündü.Sessizce ve belli etmeden takip etmeye başladı...Arada gören var mı diye etrafına bakıyordu.Ağaçların arasından geçerek Sarıkız kenarına indi Nagihân.Tam zamanı diye düşündü Mehmet.Hızlanmaya başladı, tam yaklaşacaktı ki, suyun kenarında bir delikanlının olduğunu gördü, hemen sindi ağaçların arkasına..Kimdi bu çocuk ? Nereden çıkmıştı ? Daha önce hiç görmemişti Mehmet bu çocuğu.. Nagihân gülümseyerek delikanlıya doğru koştu ve sarıldılar.El ele tutuşarak oturdular yere...O anda Mehmet beyninden yüzlerce kurşun yemişçesine sarsıldı..Çok acılar çekmiş, çok şeyler görmüştü, kan kardeşi bile yanında vurulmuş, kollarında can vermişti ama içinin bu kadar derinden acıdığını ilk kez hissediyordu...Gözleri kararıyor, başı dönüyor , sevdiği kızı bir başkasının ellerinden tutarken görmek kahrediyordu..
--" Allah’ım bu nasıl bir duygu, bu ne büyük bir acı, sen yardım et " dedi..
Daha fazla dayanamayacaktı.Kalktı ve gözlerinden damlalar düşerken yaralı bir ceylan gibi evinin yolunu tuttu...
Yanık Rüstem oğlunun hâlini gördükçe kahroluyordu.Ne olmuştu bu çocuğa böyle ? Askerden geldikten sonra cıvıl cıvıl olan o Mehmet gitmiş, yerine başka bir insan gelmişti sanki.Dalıp dalıp gidiyor, odasından çıkmıyor, kahveye gitmiyor, herkesten kaçıyordu.
--" Neyin var oğlum, ne oldu sana böyle " sorularına " Bir şeyim yok, iyiyim ben " diye kaçamak cevaplar veriyor, sonrada susuyordu. Güreşten bile soğumuştu Mehmet. 15 gün kalmıştı turvuvaya, günde en az üç saat çalışmaları gerektiği hâlde çeşitli bahaneler uyduruyor ve idmandan kaçıyordu.Her akşam bir kaç saatliğine evden çıkıyor, sonra daha kötü bir durumda dönüyordu eve...Takip etmeye karar verdi yanık Rüstem, başka türlü bu oğlanın bir şey söyleyeceği, derdini anlatacağı yoktu..O akşam Mehmet çıktıktan sonra düştü peşine.Mehmet elleri cebinde düşüne düşüne Sarıkız`a doğru yürüyordu.Gizli gizli takibe devam etti yanık Rüstem, içindeki merak gitgide büyüyordu.Sarıkız kenarında bir ağacın arkasına çömelmiş ve sürekli bir noktayı izliyordu Mehmet...Merakla Mehmedin baktığı yöne doğru baktı Rüstem.Uzak bir noktada olduğu için zor seçiyordu ama bir kız ile bir delikanlı su kenarında oturmuş, konuşuyorlardı.Biraz daha yaklaştı merakla ve kim olduklarını o anda farketti..Mahmut`un kızı Nâgihan ile Recebin yeğeni Hakan`dı bunlar.Elele tutuşmuş, gülerek sohbet ediyorlardı.Peki ya Mehmet neden takip ediyordu bunları ? Neler oluyordu ? Yanık Rüstem hâlâ bir anlam veremiyordu olanlara.Mehmede farkettirmeden döndü ve kafasında ne olup bittiğini şekillendirmeye çalışarak eve doğru yürümeye başladı.Yanık Rüstem görmüş geçirmiş adamdı.Oğlu derdini söylese ne yapar eder bir çare bulurdu mutlaka.Dağ gibi oğlan göz göre göre eriyip gidiyordu ve o sebebini bile öğrenemiyordu.Bir sigara daha yaktı " Mehmede tekrar sormaktan başka çarem yok galiba " diye düşündü..
Mehmet yine perişan bir durumda dönmüştü eve.Gelir gelmez zoraki bir selam vermiş ve odasına kapatmıştı kendini.Kapıyı tıklattı Yanık Rüstem.
--" Mehmet, girebilir miyim oğlum ? "
--" Buyur baba "
Yanık Rüstem kapıdan girerken Mehmet toparlandı.Gözleri kızarmış hâldeydi.Kendine çeki düzen vermeye çalışsa da her halinden bitkinliği, üzüntüsü belli oluyordu..
--" Oğul hele biraz dinle beni "dedi yanık Rüstem " Ne zamandır senin durumunun farkındayım.Bir çok kez sordum sana hep geçiştirdin, derdini söylemek istemedin.Sen benim tek evladımsın, seni böyle günden güne erir görmek kahrediyor beni.Bu gün izledim seni.Sarıkız kenarına gittin ve orada bir ağacın ardına gizlenip Mahmut`un kızıyla, Recebin yeğenini seyrettin uzun süre.
Mehmet irkildi babasından bu sözleri duyunca.Ne diyeceğini şaşırmıştı.Artık bir şey yok diyemezdi.Yutkundu
--" Baba " dedi " Bunu sana nasıl anlatacağımı bilemiyorum.Aslında öyle zor bir durumdayım ki, ne yapacağımı, nasıl davranacağımı da bilemiyorum artık."
--" Söyle oğul, içinden geldiği gibi anlat.Ben seni büyütmek için ne zorluklar çektim.Anan öldükten sonra hem anan, hem baban oldum.Senin böyle ellerimden yitip gidişine seyirci kalamam.Arkadaşın olarak varsay beni, anlat derdini kurbanın olayım..
--" Nâgihan " dedi Mehmet zorlukla
O anda anlamıştı yanık Rüstem oğlunun karasevdaya tutulduğunu." Eyvahh" dedi içinden.Normal şartlarda olsa düş önüme derdi Mehmede.Varır Mahmut`un kapısına Allah`ın emri, Peygamberin kavli ile kızına talibim derdi amma Sarıkız kenarında Hakan`la gördüğü anda kızın gönlünün o delikanlıya düştüğünü anlamıştı.Birbirlerine o kadar güzel o kadar sevgi dolu bakıyorlardı ki..
--" Anladım oğul anladım " dedi " Sen öyle bir derde düşmüşsün ki, Mecnun`un Kerem`in derdi halt etmiş yanında.Lâkin şimdi beni iyice dinle."
Mehmet merakla babasının ağzından çıkacak cümleleri bekliyordu...
--" Sevda yükü çok ağırdır oğul, yürek ister taşımak için.Mevlâ`m bu konuda çok seçicidir haa, öyle her yüreğe sevdayı tattırmaz.O yükü sırtlayabilecek, taşıyabilecek yüreklere verir sevdayı...Etrafına şöyle bir bak, para ile şöhretle, yoksullukla, hastalıkla imtihan edilen çok insan görebilirsin amma sevda ile imtihan edilen çok azdır..Şimdi sen ateşle imtihan ediliyorsun.Tıpkı demirin ateşle imtihanı gibi.Eğer yüreğini bu ateşte eritmeye razı olup , sevgi örsünün üzerine gönüllü yatırır, sabır çekici ile dövebilirsen ve aşk suyuna bandırabilirsen senden başka bir Mehmet şekillenir ki hayatta sırtın yere gelmez..Şimdi söyle bana bakayım, çok mu seviyorsun Nâgihan`ı
--" Evet baba çok seviyorum "
-- " Peki insan neden sever hiç düşündün mü ?
Afallamıştı bu soru karşısında Mehmet.Aşkı ilk kez yaşıyordu gönlünde.Bir kızı görmüş heyecanlanmış, yüreği kıpır kıpır olmuş, kalbinin atışları değişmişti.Onu sürekli görmek istiyor, her anında onu düşünmek bile mutlu ediyordu Mehmedi fakat hiç düşünmemişti neden sevdiğini." Böyle de soru mu olurmuş " diye geçirdi içinden..Seviyordu işte bir sebep aramamıştı ki sevmek için...
--" Yok düşünmedim " diyebildi..
--" Şimdi söyle bakalım, Nâgihan seninle birlikte olsaydı, ne yapardın ? Nasıl davranırdın ?
--" Herşeyi yapardım " dedi Mehmet heyecanla " Ne isterse yapardım onu mutlu etmek için "
Güldü yanık Rüstem
--" Peki şimdi neden onun mutlu olmasını istemiyorsun ? "
--" Nasıl yani baba ? "
--" Bak oğul, sevmek bazen vazgeçebilmektir..Eğer sevdiğinin mutluluğuysa önemli olan, sevdanı tek başına yaşamayı da kabullenebilmektir...Sarıkız kenarında Nâgihan`a bakarken yüzündeki mutluluğu görmedin değil mi ? Göremezdin çünkü sen nefsinin gözüyle, benliğinle bakıyordun ona.Gönül gözüyle bakabilseydin onun Hakan`a bakarken gözlerinin içindeki ışıltıyı, mutluluğu görebilirdin..İstediğin onun mutluluğuysa mutlu işte, bu sana yetmeli, yok istediğin kendini mutlu etmekse işte o zaman işin zor "
Mehmet ağzı açık bir durumda dinliyordu babasının sözlerini.Haklıydı babası, haklıydı velâkin yine de Hakan`ın yanında, onun ellerini tuttuğunu, gözlerine baktığını düşündükçe Mehmedin yüreğindeki acı büyüyor, içi tarif edilemez bir kin duygusuyla doluyordu...
--" Sen benden ne istediğinin farkında mısın baba ? " dedi.
--" Evet oğul farkındayım, istediğim şey kadar zorluğunun da farkındayım fakat bunu başarabildiğin an gerçek aşık sen olursun işte...Bu fedakârlığı yapabilecek yüreğe sahipsen aşkın büyüktür "
Bir hayâl ile yetinmesini istiyordu babası.Güneşe, ay`a, yıldızlara sevdalanmak gibi bir şeydi bu...Güzelliği görmek, hissetmek, fakat uzanamamak..Aman Ya Rabbi ne kadar ağır bir imtihandı bu...
--" Yardım et bana baba " dedi.."Yardım et ki kurtulayım bu işkenceden.Ne yapacağımı bilemiyorum...
--" Kendine bir uğraş bulacaksın oğul, bak turnuvalar yaklaştı, güreşe ağırlık ver, kendine bir hedef seçersen ve onunla meşgul olursan düşünecek zamanın az olur ve hafifler acıların...
Mehmet günler sonra ilk kez gülümserken içinden" Ahh babam onu düşünmekten bile ne kadar haz aldığımı bir bilsen " diyordu...
Artık vaktinin çoğu idmanla geçiyordu, sabah erkenden kalkıyor koşuyor, kahvaltıya kadar odun kesiyor, ağırlık çalışıyordu.Kahvaltıdan sonra babası ile taktik ağırlıklı çalışıyorlardı.Nâgihan`ı düşünmüyor değildi fakat eskisi gibi Sarıkız kenarına inmiyordu görmek için...Sürekli " kazanmalıyım, başarmalıyım " sözleri dilinden eksik olmuyordu...Aslında kendini ispat etme duygusuydu biraz da bu..
--" Nâgihan`da gelir nasılsa seyretmeye, görmeli nasıl kazandığımı, nasıl güçlü olduğumu " diye kuruyordu kendini sürekli...Hakan`ın da turnuvalara katılacağını söylememişti yanık Rüstem oğluna...Onun bunu ne kadar hırslandıracağını biliyordu ama içinin kinle dolmasını istemiyordu, Güreşin bir spor olduğuna, ve sporun sadece spor amaçlı yapılması gerektiğine inananlardandı...
Nihayet beklenen gün gelmişti...Domaniç o gün Türkiye`nin dört bir yanından gelen pehlivanları, güreşseverleri ağırlıyordu..Ebe çamlığında, güreş meydanında toplanmıştı ahâli, kimisi ayakta, kimisi yerlere serilmiş vaziyette tam bir bayram havası vardı...Davul zurna sesleri her yeri inletiyor, çoluk çocuk, genç ihtiyar herkes büyük bir heyecan içinde bekliyordu...Domaniç yağlı güreşleri ağası, belediye başkanı, ilçenin ileri gelenleri tek tek anons edildiler ve alkışlar arasında selamladılar güreşseverleri...Eski pehlivanlar, baş pehlivanlar girdiler ilk önce meydana alkışlar arasında ve kendilerine ayrılan yere oturdular...Daha sonra sıra ile diğer pehlivanlar ve pehlivan adayları da girdiler meydana...Geçit töreni bittikten sonra geçen yılın başpehlivanı Türk bayrağını göndere çekerken herkes ayağa kalkmış ve İstiklal marşı söylenmeye başlamıştı...Ardından pehlivanlar meydana çıktılar ve hep birlikte bir tur attıktan sonra en küçük boylardaki güreşçiler maydana salındılar...Ve cazgır Pehlivan sofrasını o gür sesiyle açtı..
Allah Allah illâllah
Hayırlar gele inşallah
Pirimiz Hamza Pehlivan
Aslımız neslimiz pehlivan
iki yiğit çıkmış meydane
ikisi de birbirinden merdane
Biri ak biri kara
ikisinin de zoru para
Alta geldim diye erinme
Üste çıktım diye sevinme
Alta düşersen apış
Üste çıkarsan yapış
Vur sarmayı kündeden at
Gönder Muhammed`e salavat
Seyirttim gittim pınara
Allah, her ikinizin de işini onara....
Cazgır, duasını bitirdikten sonra eşlendirilmiş olan pehlivanlar peşreve başladılar.ilk önce teşvik boyu güreşecek,ardından sırayla deste, küçük orta, büyük orta, baş altı, ve en son baş boyunda güreşler olacaktı...Baş ve başaltı hariç diğer boylarda güreşler başlamadan önce bir kez kura çekiliyor, daha sonra kazananlar eşlere en yakın kura numaralarından eşleştiriliyordu...
Kara kazanın etrafı dolmuş ve tüm güreşçiler yağlanmaya başlamışlardı.Önce sağ elle sol omuzlarına, göğüslerine, kol ve kısbet giyenler kısbetlerini, pıt pıt giyenler pıt pıtlarını yağlıyorlardı..Kilosu düşük pehlivanlar genellikle keçi derisinden yapılma pıtpıtı tercih ediyorlardı...En sonunda da birbirlerinin sırtlarını yağlıyorlardı...
Teşvik boyunda yaşları 13 ile 17 arasında genç pehlivan adayları meydana çıkmış ve güreşmeye başlamışlardı...Ortalık bayram yeriydi sanki.Herkes heyecanla güreşleri seyrediyor, kenardan taktikler veriliyor, halk arasından " Haydi, haydi yiğidim " sesleri ve çeşitli tezahuratlar yükseliyordu...Davul zurna sesleri hiç susmuyordu.Yenenler, yenilenler, yenişemeyenler...tam bir panayır görüntüsü sergiliyordu o gün Domaniç...Simitçiler, gazoz, gözleme, tatlı satanlar da hâllerinden oldukça memnundular...Bu kadar insanı senede bir kaç kez ancak birarada görüyorlar ve bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorlardı...
Hakan ilk kez yağlı güreşlere katıldığı halde küçük boya yazdırmıştı onu amcası..Bursa`dan gelen bir pehlivanla eşleşmişti.. Nâgihan babası ve annesiyle birlikte gelmiş ve Hakan`ın tam karşısında oturmuş sevdiği gence bakıyor ve gülümsüyordu..Mehmet ise Aydın`dan gelen bir yiğitle eşleşmişti...Teşvik boyu güreşleri yapılırken rakibine bakıyor ve gözüyle tartıyordu...Rakibi Mehmede göre daha zayıf görünüyordu...
Yenilenler üzüntü ile kenara çekilirken, yenenler hemen eşleştirildikleri diğer pehlivanla güreşmeye başlıyorlardı..En sonunda iki pehlivan kaldığında deste boyu pehlivanları hazırlıklarına başlamışlardı...
Mehmet babasından son taktikleri alıyor, aynı zamanda dikkatle güreşenleri seyrediyordu...Deste boyu pehlivanları güreşiyorlardı ve onlardan sonra sıra ona gelecekti..Bir ara seyircilere bakarken Nâgihan`a çarptı gözü..O anda ne babasının dediklerini, ne de meydandan gelen o kadar uğultuyu duyuyordu kulakları...Güreş, rakipler hepsi silinmişti sanki aklından.O muhteşem güzelliği seyrediyordu işte yine.Kalbinin atışları hızlanmış, bambaşka bir âleme geçmişti sanki..." Keşke görmeseydim " dedi " Ne vardı şimdi karşıma çıkacak ? " Gözlerini Nâgihan`dan alamıyordu.Böyle bir güzelliğe sahip olamamanın ezikliğini yaşıyordu bir kez daha...Ne kadar süre bakmıştı bilmiyordu ki babasının
--" Hadi evlat, vakit kendini gösterme vaktidir, Allah utandırmasın " sözü ile kendine geldi...Deste boy güreşleri bitmiş sıra onlara gelmişti...Er meydanına çıkmışlardı...Rakibini şöyle bir daha süzdü Mehmet...Peşrev çekerken ikisi de birbirlerine dikkatle bakıyorlardı ...Daha sonra rakipler birbirine yaklaştı ve birbirlerinin topuklarına dokunup, ellerini başlarına getirdiler..Ve birbirlerini kucaklayıp hafifçe ayaklarını yerden keserek tarttılar, sırtlarını sıvazladıktan sonra " Bismillah " çekerek güreşmeye başladılar...Mehmet önce bir iki elense ile yokladı rakibini.Bir müddet kilitlendiler, ikisi de direk bir oyuna girmenin ne kadar riskli olduğunun farkındaydı... En ufak bir hatanın geri dönüşü yoktu...Yanık Rüstem kenardan heyecanla seyrediyor ve " Hadi yiğidim, hadi aslanım vur şunun sırtını yere artık " diye bağırıyordu..Bir ara rakibi bir iç tırpan denemesi yapmaya çalıştı, işte o anda Mehmet kıspetinden yakaladı ve diğer elini bacaklarının arasından geçirerek kavradığı gibi havaya kaldırdı..Kucağında rakibi olduğu hâlde yürüyordu, rakibi havada çırpınıyordu fakat yapacağı bir şey yoktu...Üç adım attıktan sonra hakem güreşin bittiğini ilan etti...Sarılarak tebrik etti rakibi Mehmedi...Alkışlar arasında babasına doğru yürürken gözleri yine Nâgihan`ı arıyordu..Nâgihan`ın gözleriyse meydanda güreşmekte olan Hakan`daydı...Mehmet babasının yanına geldiğinde yanık Rüstem
--" Aslanım benim,helâl olsun sana verdiğim emekler, yüzümü kara çıkarmadın, şimdi iyi dinlen.Birazdan şu güreşin galibiyle güreşeceksin " dediği anda Hakan`ı gördü..Evet eğer Hakan galip gelirse onunla güreşecekti Mehmet..." Şu Allah`ın işine bak " diye düşündü...Mehmet de farketmişti Hakan`ı...Gülümseyerek bakarken içinden Hakan`ın güreşi kazanması için dua ediyordu...İbrikçiyi çağırdı, yeniden yağlanmaya başladı...Bu arada gözü o güreşteydi...Hakan ilk kez güreşmesine rağmen oldukça iyiydi..Rakibine fırsat vermiyordu...Kaslarından daha önce sporla uğraştığı ve güçlü bir çocuk olduğu belliydi...Recep efendi kenardan bağırıyor, çağırıyor, Hakan`a destek olmaya çalışıyor, taktikler veriyordu.Yirmi dakikadır güreşiyorlardı ve 10 dakika daha yenişemezlerse hakem kararı ile galip belli olacaktı...Nâgihan dikkatle güreşi izliyor, içinden dualar ediyor, fakat anne babasının yanında olduğu için ses çıkartamıyor, belli edemiyordu heyecanını...Recep efendinin " Çel artık şunu " diye bağırması üzerine Hakan bir adım geri çekti kendini ani bir elense ile rakibini yere indirdi...Hemen üzerine yüklendi...Recep efendi
--" Aslanım benim, kurt kapanı, kurt kapanı Hakan " diye bağırırken Hakan çoktan rakibinin kolları arasından girmiş sırtını yere getirmek için zorluyordu..Bir müddet daha dayanabildi genç pehlivan ve sonunda göbeği güneşi gördü..Alkışlar arasında Recep amcasının yanına doğru giderken Mehmet yeni rakibine bakıyor ve Nâgihan`ını elinden alan bu delikanlıdan intikam almak için eline geçen bu fırsata seviniyordu...Onları Sarıkız kenarında el ele gördüğü andaki çektiği acıyı hatırladı
--" Şimdi elime düştün işte " dedi gülümseyerek.Mehmedin içindeki şeytan harekete geçmişti bir kere...Hem Hakan`ı yenerse Nâgihan`ın gözünde de küçük düşecekti delikanlı..Yanık Rüstem oğlunun bakışlarındaki kini farkediyordu...Hakan yağlanıyordu ve yağlanması biter bitmez tekrar er meydanına çıkacaklardı...Vakit çok azdı...Yanık Rüstem Mehmedin kolundan tuttu ve
--" Sana Hendek savaşını anlatmıştım değil mi oğul " dedi
--" Evet baba anlatmıştın, neden hatırlattın şimdi bunu bana ? "
--" Hendek savaşında Hz.Ali düşmanını yere yatırmış öldürmek üzereyken düşman yüzüne tükürünce ne yaptığını da hatırlıyor musun ? "
--" Evet baba " dedi..mesajı almıştı ama yine de Hakan` a baktıkça içindeki kine engel olamıyordu...Hakan ise bir şeyden habersiz Mehmede bakıyor ve yeni rakibini baştan aşağı süzüyordu...
Tekrar er meydanına çıktılar, birbirlerini kaldırıp tarttılar, selamlarını verdiler ve güreşe başladılar...Hakan Mehmede göre çok daha hafif bir rakipti...Birbirlerini elense ile yoklarlarken Recep efendi de Rüstem ağanın yanına geldi ve
--" Şu Allah`ın işine bak Rüstem ağam.Bizim çocuklar rakip oldu...Hakan`ın çok fazla şansı yok Mehmedin karşısında.Mehmedin nasıl pehlivan olduğunu bilirim" dedi
--" Hayırlısı Recep , spor bu sonuçta, bir yenen bir yenilen mutlaka olacak...
--" Öyle hayırlısı " dedi Recep efendi gülümseyerek...
Nâgihan bu eşleşmeden hiç mennun olmamakla birlikte gözü sürekli meydanda Hakan ve Mehmet abisindeydi..İçinden sevdiği delikanlının yenilmemesi için dualar ediyordu...
Mehmet rakibini bir iki yokladıktan sonra çok kolay bir rakip olduğunu anlamıştı...Hakan olanca gücünü harcıyordu fakat Mehmedin gücü karşısında zaman geçtikçe yorulduğunu farkediyordu...Mehmet bir yandan güreşirken gözlerinin önüne sürekli Sarıkız`ın kenarı, Nagihân`ın gözleri ve şu an karşısında duran adamın Nâgihan`a dokunuşu geliyor, düşündükçe deliriyor ve bir an önce bu adama gününü göstermek, Nâgihan`ın karşısında küçük düşürmek için sabırsızlanıyordu...Hakan`ın iyice yorulduğunun farkındaydı artık..Bir boşluğunu yakaladı ve diğer rakibine yaptığı gibi kıspetinden kavramasıyla havaya kaldırması bir oldu..Hakan çırpınıyordu...Havadayken üç adım yürüse güreşi kolayca kazanacaktı ama o rakibinin sırtının yere getirmek ve onun küçük düşüşünü görmek istiyordu..Yere çaldı Hakan`ı..Hakan acı ile inliyor kurtulmak için çabalıyordu...Mehmet Hakan`ın üzerine çıkmış bastırıyordu..Kurt kapanı oyunu ile kilitlemişti rakibini...Birazdan gücü tükenecek ve sırtı toğrağı, göbeği güneşi görecekti...Hakan çaresiz bir hâlde Nâgihan`a bakıyordu..O anda Mehmet de gücünü Nâgihan`ın gördüğünden emin olmak için başını o yöne çevirdi...Nâgihan`ın gözlerinde yaşlar birikmişti, sevdiği adamı o durumda görmek kızcağızı mahvetmişti...O anda yüreğinin yandığını, içinin cızz ettiğini hissetti Mehmet.Sevdiğinin gözünde yaş vardı ve bunun sebebi kendisiydi..Ani bir kararla rakibinin kulağına eğilerek
--" Şimdi kapanı gevşeteceğim, o anda ayaklarını ayaklarıma sar ve beni çevirmek için hamle yap " dedi fısıldayarak...
Hakan ne olup bittiğini anlayamamıştı fakat şaşkınlıkla " Tamam" diyebildi..Herkes Mehmedin bu işi bitirdiğini rakibini tuş yapmak üzere olduğunu düşünürken kollarını gevşetti Mehmet ve Hakan`a yine fısıltı ile
--" Şimdi " dedi
Hakan bir anda ayaklarını Mehmedin ayaklarına sardı ve hamle yaptı.Mehmet zaten bekliyordu bu hamleyi.Hisseder hisssetmez kendini çevirdi ve bir anda Hakan`ın altına düştü..Rakibi son bir hamle ile Mehmedin sırtını yere getirip, tuş ederken Mehmet direnmiyordu bile...Bütün meydan şaşkınlık içinde bakarken, Mehmet tebessüm ederek, Nâgihan`a bakıyor ve sevdiği kızın gözlerindeki gülümseme ile mutlu oluyordu..O artık gerçek bir aşıktı...
Kenarda ise yanık Rüstem`in dudaklarından şu cümle dökülüyordu...
--" ÂHH ÜLEN AŞK ! ŞU KOCA CİHANDA SENİN SIRTINI YERE GETİRMEDİĞİN YİĞİT VAR MI Kİ ?
YORUMLAR
GELE GİDE ANCAK OKUYABİLDİM . BİR GÜNÜMÜ ALDI AMA DEĞDİ BE. NE KADAR GÜZEL BİR HİKAYEYDİ BU BÖYLE.
İKİ YERDE GÖZYAŞLARIMA ENGEL OLAMADIM . BİRİ HACER ANA İLE KAVUŞMALARDA DİĞERİ EN SON CÜMLE.
PAYLAŞIMINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER , HARİKA BİR PAYLAŞIMDI. İBRETLİKTİ. BELKİ DE GERÇEKTEN YAŞANMIŞ BİR HİKAYE İDİ
ELİNİZE , EMEĞİNİZE SAĞLIK KADİR BEY,
SAYGILAR.