- 513 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ŞİİRDEN
BİR ŞİİRDEN
Evet, yaşamak budur işte! Hayatın tadını çıkarmak buna denir.
Sahildeki içkili bir restorandayım, denize nazır ön masalardan birine kurulmuşum. Ağustosun ılık rüzgârları denizi yalayıp iyot kokularını burnuma getiriyor. Nemi ve temiz deniz havasını ciğerlerime çekerken buz gibi biramı yudumluyorum.
Bir şişe birayı içince boşandığım eşimi, ikinci şişeden sonra beni telefonla dahi arayıp sormayan subay oğlumu, üçüncü biradan sonra da o olayı unutmaya başlayacağım. Tek hedefim, Ziya Paşa’nın: “İç bade, güzel sev var ise akl u şuurun. / Dünya var imiş ya ki yoğ olmuş ne umurun.” beytinde ifade ettiği hayat felsefesine ulaşabilmek… Düşünmeyen, irdelemeyen, sadece bedenin arzularına çare arayan boş bir beyin… Sonra da gelsin mutluluk saatleri…
Gurup vaktine de az kalmış. Kavuşmakta olan güneşi; sarı, turuncu, kırmızı renklerin dansını ve sudaki yansımalarını izleyeceğim az sonra. Haşim’in dediği gibi son ışıklarla bulutlar cengine şahit olacağım.
Masada tek başınayım ama masa üstünde üç–dört kişilik meze var. Kebap, patates kızartma, salata, çeşit çeşit çerez, peynirin envai türlüsü, kavun ağırlıklı meyve tabağı ve tabii ki buz gibi bira… Ben haftada bir gün kendime böyle ziyafet çekerim. Her hafta, aynı gün ve aynı yerde… Her cumartesi, akşama doğru başlar ziyafetim ve gece yarısına kadar sürer. Haftanın diğer akşamlarını ise, üçüncü sınıf birahanelerde akşamcı dostlarımla geçiririm.
Acısız kebaptan bir yudum yiyorum; nefis… Bira dolu bardaktan birkaç yudum içiyorum; harika…
Biliyor musunuz ben eskiden hiç alkol kullanmazdım; hatta sigara bile içmezdim. Sigaraya o olaydan sonra başladım. Sonra da alkol… İçkiye başladıktan iki yıl sonra da eşim terk etti beni. Yani altı ay önce… Demek ki o olayın üzerinden aşağı yukarı iki buçuk yıl geçmiş.
Şimdi bana herkes alkolik diyor. Yüzüme karşı söylemiyorlar ama gizli konuşmalardan, fısıltılardan ve imalı sözlerden bu sonucu çıkarıyorum. Nerem alkolik benim? Akşamdan akşama beş–altı şişe bira içmekle alkolik mi olunurmuş?
Hem kime ne canım? Para ve mide benim değil mi? Kime ne zararım var ki! Zarar verdiğim tek varlık kendi bedenim. Lânet olasıca pis bedenim! Ciğerime çektiğim her nefes sigara ve içtiğim her yudum bira beyin hücrelerimi öldürüyormuş; böbreğimi ve ciğerlerimi harap ediyormuş. Size ne kardeşim? Belki ben bunu istiyorum… Belki de yavaş yavaş ölmektir amacım…
Sebebini bilmiyorum ama birayla birlikte sigara içmek müthiş keyif veriyor bana. Acaba alkolün ve nikotinin karışması yeni bir bileşim mi oluşturuyor? Aman, bana ne canım! Bira ve sigaranın üstüne yok kısaca. Yaşım elli ama ciğerlerim de midem de sapasağlam. Hasta olup da bunları içemeyenler çatlasın!
Gözlerim görüyor, deniz manzarasını seyrediyorum; kör olanlar çatlasın! Kulaklarım dalgaların sesini, yaprakların hışırtısını işitiyor; sağır olanlar çatlasın! Bu dil, bu damak, bu mide niçin yaratılmış? Yiyip içeyim diye, öyle değil mi? Yiyorum işte, içiyorum! Hem de saatlerce…
Babam yok, anam yok, karı dırdırı yok, çoluk çocuk derdi yok… Harika değil mi? Bir de var olanları sıralayayım; bayılacaksınız: Sağlığım var, evim var, emekli maaşım var, dükkân kira gelirim var… Var oğlu var. Bu var–yokların sonuna şu cümle iyi gider: Benden mutlusu olmamalı! Olmamalı ama…
Neyse… Bu kadar felsefe ve romantizm yeter. Daha fazla soğumadan yiyip bitireyim şu kebabı.
Masanın üstünde beyaz örtü, örtünün üstünde cam… Camla örtü arasında üzerine bir şeyler yazılmış kâğıt peçeteler… Galiba bu restoranı biraz da bu nedenle seviyorum. Âşıkların, nişanlıların, balayı yapanların; özlü söz meraklılarının ve genellikle şiir heveslilerinin bu tip yazılarını okurken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Böyle yazılara bayılıyorum. Üniversitedeki duvar yazıları gibi…
İşte bazıları: ”Aslı’ya bu masada evlenme teklif ettim. Ertan Demir - 16.06.2007/ (Aynı peçetede, altta, farklı bir kalemden) Sen yanmışsın be kardeşim! Hüseyin - 18.06.2007/ Buranın kebapları hem enfes, hem de ucuz. Tamer Bal - 13.05.2007/ Sen bir denizsin, bense bir kayık / Al beni de bağrına ey âşık - Okan Can…”
Bu dizeler güldürüyor beni. İçimden Okan’a teşekkür ediyorum; birkaç saniyeliğine de olsa beni mutlu ettiği için…
Kebabım bitti. Şimdi içmek, içerken mezelerden atıştırmak, bu arada sigara tellendirmek ve gurup manzarasını seyretmek zamanı…
Garson işini biliyor: Boş kebap tabağını alıp yerine bir şişe soğuk bira koyuyor. Beni iyi tanır garson; şişenin biri yarılanınca hemen diğerini getirir. Yedinci şişeden sonra da hesabı...
Kaldırılan tabaktan oluşan boşlukta, yine peçeteye yazılıp camla örtü arasına konmuş sekiz - on dizelik bir şiir ilişiyor gözüme. Daha önce okuduğumu hatırlamıyorum. Başlığı “Cephede”... Evet, bu şiiri yeni yazıp oraya koymuşlar. Şiiri okumadan önce en alttaki isme ve tarihe bakıyorum: Piyade Er Hasan Şimşek, 11.08.2007… Dünün tarihi…
İçimden: “Ey Anadolu çocuğu!” diye geçiriyorum. “Asker ocağına gelmekle kendini cephede mi varsaydın? Yoksa yavuklunu mu özledin? Mutlaka sevdiceğine olan tertemiz sevgini ve derin hasretini dile getirdin bu şiirinde. Ve yine mutlaka bu temiz duyguları acemice anlattın.”
Fakat o da ne? Olamaz! Hasan’ın şiiri hiç de tahmin ettiğim gibi çıkmıyor. Öylesine göz gezdirdiğim şiir son derece şaşırtıyor beni. Çünkü acemice yazılmış bir şiire benzemiyor okuduğum metin. Hatta çok ustaca yazılmış, harika bir şiir bu. Tekrar okuyorum. İkinci okuyuşumda şaşkınlığım şoka dönüşüyor. Üçüncü defa okurken kelimeleri seçmekte zorlanıyorum. Çünkü gözyaşlarım aniden akmaya başlıyor. Hem de şıpır şıpır…
Beni önce şaşırtan, sonra şok eden, sonra da ağlatan şiir tam olarak şöyle:
CEPHEDE
Ben küçükken daha güzel ölürdüm
Tahta tüfeğimle askercilik oynarken
Yerlere uzanır ölmüş gibi yapardım
Annem seslenirdi bana:
Kalk yerden hınzır!
Üstün kirlenecek.
Kızma anne bak
Yerlere uzanmış yatıyorum
Alnım yüzüm al kan, üniformam çamur
Bu sefer adımla çağır!
Şiiri dördüncü defa okumaya gerek kalmıyor. Üç okuyuşta ezberlemişim çünkü. Ayrıca tekrar okuyacak hâlim, restoranda oturacak vaktim de yok. Bir an önce çıkmalıyım buradan. Çünkü gözlerime hâkim olamıyor, sicim gibi akan gözyaşlarıma peçete yetiştiremiyorum. Biliyorum, az sonra hıçkırıklarıma da engel olamayacağım.
Fırlıyorum yerimden. Garsona “Sonra geleceğim” diyerek koşa koşa dışarı çıkıyorum.
“Pis herif!” diyordum içimden. “Mahvettin beni! Bu sefer adımla çağır ha? Bu sefer adımla çağır? Vay, vay, vay! Beni can evimden vurdun Hasan. Nasıl ve niçin yazdın bu dizeleri? Sende böyle bir şiir yazacak yetenek var mı? Söyle bakalım, kimden çaldın bu şiiri?”
Bu şiirin gerçek şairini ve niçin yazıldığını mutlaka öğrenmeliyim. Ama önce sahilde ıssız bir yer bulup hıçkırıklarımı salmalıyım.
* * *
Şimdi evimdeyim.
Ağlamış ve rahatlamıştım. Kan çanağı gözlerle aynı restorana gidecek değildim ya… Biricik sığınağıma döndüm. Gurup vaktinin de çekiciliği kalmamıştı artık. Bu şiir tüm psikolojimi bozmuş, adeta iç dünyamı allak bullak etmişti. Fakat içki zevkimden mahrum edememişti beni. Eve gelirken marketten beş – altı şişe bira almıştım. Restoranda yarım kalan haftalık ziyafetim evimde devam edecek.
Bir şişe bira açıp mezesiz içmeye başlıyorum.
Aslına bakarsanız ben neşelenmek için içki içmiyorum. Ya da damak zevkimi tatmin için değil bu şişeler… İki–üç biradan sonra unutmaya başlıyorum; içmekteki tek amacım unutmak…
Meselâ şu an oturduğum mekân… Evimin salonu… Birini yatak olarak kullandığım karşılıklı iki çekyat… Birinde karmakarışık yorgan, yastık ve kırlentler; diğerinde dağınık vaziyette duran pantolonlar, gömlekler, tişörtler… Karşıda televizyon, ortada bir makine halısı ve üstünde bir sehpa… Pencere önünde küçük bir yuvarlak masa ve bir sandalye… Sehpanın üstünde bardaklar, sigara paketleri, izmarit dolu küllükler… Masanın üstünde meyve artıklarıyla dolu tabaklar ve boş bira şişeleri…
İşte bu dağınıklığı, bu perişanlığı unutuyorum bira içince. Bu mekân bana cennet gibi görünüyor o zaman. Eşim beni terk ettiği gün burası yuva olmaktan çıkmıştı zaten. Altı aydan beri de her geçen gün ev olmaktan uzaklaşıyor. Yine her geçen gün bir yatakhaneye, bir sığınma yerine hatta bir meyhaneye dönüşen bu apartman dairesinin bir zamanlar tertemiz ve cıvıl cıvıl olduğunu unutuyorum içki içince. Hedefsiz ve hayalsiz hayatım, eşim, oğlum bir bir aklımdan siliniyor. En önemlisi de o olayı unutuyorum sarhoşken.
Evimde bana altı ay, bir yıl, üç yıl öncesini hatırlatacak eşya da kalmadı. Çoğunu eşim götürdü. Götüremediklerini de yatak odamıza tıktım. Aylardan beri girmediğim yatak odamıza…
Televizyonu açıyorum. Haber saati… Haberleri izleyeyim bari. Yine içim karardı. Art arda ölüm, kaza, öldürme ve yaralama haberleri veriyorlar.
Şöyle neşeli bir film bulsam kanalların birinde de, izlesem…
“Bu sefer adımla çağır, demiş ölürken.” diye düşünüyorum. “Son sözü bu olmuş: Bu sefer adımla çağır.”
Kanallarda güzel film bulamıyorum. Şarkılı türkülü bir eğlence programı bulsam iyi olacak. Bira içerken iyi gider.
“Piyade Er Hasan Şimşek, senin anlattığın şehit son nefesinde annesini düşündü demek? Demek ki annesinin ‘hınzır’ lâfı ok gibi delmiş ciğerini… Bu asker hiçbir şeye bu kadar yanmadı, hiçbir şeyden bu kadar kırılmadı demek? Vay anasını! Vay ki ne vay! Demek içine o kadar çok işlemiş… İçine işlemiş ki şehit olurken son arzusu, annesinin onu adıyla çağırmasını istemek olmuş. Vay, vay, vay!”
Eğlence programı da bulamıyorum. Hiçbir şey, hiçbir program açmıyor beni.
“Hasan Şimşek, sen kimsin ya? Senin yaşın kaç, tahsilin ne? İlkokulu mu, ortaokulu mu bitirdin? Bu şiiri yazacak kapasite var mı sende? Sen böyle bir şiiri kurgulayabilir misin?”
Tamam, buldum. Popstar yarışması var televizyonda. Şarkıları dinleyip ben de puan vereyim. Hatta favori sanatçımı birinci seçtirmek için bütün gece mesaj çekeyim.
Bir kalem kâğıt alıp Hasan Şimşek’in şiirini yazıyorum ve yazdıklarımı yaşaran gözlerle tekrar tekrar okuyorum.
“Hasan Şimşek hırsızı böyle yazmış. Cepheye gitmiş de, şehit olmuş da, anasına sitem ediyor. Ölürken ‘Bana hınzır deme, bu sefer adımla çağır’ diyor. Hasan Efendi, bu şiiri kimden çaldın, söyle bakalım. Senin edebiyat eğitimin ne? Liseye gittin mi hiç? Gittiysen mezun olabildin mi? Lise tahsili yeter mi bu şiiri yazmaya? Hasan Efendi, sen Bedri Rahmi’nin “Şairim / Zifiri karanlıkta da gelse şiirin hası / Ayak sesinden tanırım.” dizelerini duydun mu? Ben de az çok Bedri Rahmi gibiyimdir. Şair değilim lâkin şiirin hasını ayak sesinden tanırım. Sonuçta emekli bir tarih öğretmeniyim fakat şiirden anlarım. Fakültede öğrenciyken az mı edebiyat derslerine girdim, az mı şiir konferanslarına katıldım?
Niçin takıntı yapıyorum ki ben? Telefon rehberimde bir sürü numara var. Daha saat dokuz; yatsı bile okunmadı. Emekli olduğum lisedeki edebiyat öğretmenlerine telefon açıp gerçeği öğrenebilirim.”
İşte bu iyi fikirdi. Aklıma lise edebiyat öğretmeni Şükriye Hanım geliyor.
“Genç ve bilgili bir öğretmendir Şükriye Hanım. Birkaç edebiyat dergisine abone olduğunu biliyorum; edebiyat dünyasını günü gününe izliyordu ben lisede çalışırken. Hem mesleğini hem de branşını seven bir öğretmen… Eğer bu şiir usta bir şaire aitse Şükriye Hanım mutlaka bilir. Yok, eğer tahminimde yanıldıysam Hasan Şimşek’e bir özür borcum var demektir.”
Bu niyetle Şükriye Hanıma telefon açıyorum. Evdeymiş, telefona çıkan oydu. Hoşbeşten sonra son bir saatte yaşadıklarımı kısaca anlatıyorum. Beni bu derece etkileyen şiiri hoca hanım da merak etmiş.
–Doğrusu çok meraklandım, diyor. Şu şiiri bir okur musunuz?
Ben şiirin başlığını ve ilk üç dizesini okuyunca sevinç ve heyecanla sözümü keserek:
–Aaa, ben bu şiiri duydum galiba, diyor.
O an bir sevinç dalgası sarıyor bedenimi. Öyle ya, şiirden anladığımı hem kendime hem de Şükriye Hanıma kanıtlamış oluyorum.
–Tahmin ediyordum zaten, diye cevap veriyorum. Kaliteli şiirden anlarız evelallah! Şükriye Hanım, bu şiirin tamamını cep telefonunuza mesaj olarak atayım, bir zahmet benim için araştırın, kime aitmiş öğreniverin.
–Elbette öğrenirim, benim için çok kolay.
–Onca kitap karıştıracaksınız ama…
–Ne kitabı Kâmil Bey, internet denen bir şey var; başlığı ve ilk birkaç dizeyi yazınca şiirin kime ait olduğu çıkar otaya. Siz şu şiiri baştan sona bir daha okur musunuz?
–Hay hay, okuyayım.
Şiirin tamamını okuyunca:
–Cep telefonuma mesaj olarak yazmanıza gerek kalmadı, diyor. Sunay Akın’ın şiirlerine benziyor. Sunay Bey böyle şiirler yazar. Yani onun şiirleri küçük hikâyecikler gibidir. Yine de internetten araştırayım.
Teşekkür ederek telefonu kapatıyorum. Keyfim yerine geliyor o an. Bir sigara yakıp televizyonun karşısına oturuyor ve biramı yudumlayarak şarkı yarışmasını seyre dalıyorum.
Henüz beş dakika geçmiyor ki sabit telefon çalıyor. Merakla ahizeyi kaldırıyorum. Arayan Şükriye Hanımmış:
–Sizi tebrik ederim Kâmil Bey, diyor telefonun öbür ucunda; yanılmamışsınız. Söylediğiniz gibi bu şiir usta bir şaire aitmiş.
–Peki kiminmiş?
–Şimdi de sizin beni tebrik etmeniz gerekiyor, çünkü tahmin ettiğim gibi Sunay Akın’a aitmiş.
–Onca edebiyat öğretmeni dururken sizi arayışımın elbette bir hikmeti var hoca hanım. Siz bilmezseniz diğer öğretmenler hiç bilemez. Tebrikler ve teşekkürler…
–Yalnız şiirin aslı biraz farklı… Bahsettiğiniz kişi ya bu şiirde kafasına göre değişiklikler yapmış veya şiiri tam ezberleyemediği için aklında kalanları yazmış. Bir kalem kâğıt alın, şiirin aslını yazdırayım size.
–Hiç gerek yok hoca hanım, bir defa okuyun yeter. Yarın ilk işim Sunay Akın’ın şiir kitaplarını almak olacak.
–Peki, dinleyin o zaman:
Cephede
Aslında ben daha güzel ölürdüm
Arka bahçede askercilik oynarken
Tahta tüfeğimle toprağa uzanır
Annemin sesiyle doğrulurdum hemen
–Çabuk kalk, üstün kirlenecek hınzır!
Yerdeyim yine bak anneciğim
N’olur kızma, adımı çağır.
Şiir bu kadar Kâmil Bey… Sizdeki metin farklı biraz…
–Ne birazı hoca hanım; çok farklı, çok! Tamamen tahrif edilmiş şiir. Peki, tekrar teşekkürler hoca hanım! Hayırlı akşamlar!
–Kâmil Bey, kusura bakma ama sormadan edemeyeceğim: Bu şiir sizi niçin bu kadar duygulandırdı? Ben bu şiirde dramatik bir unsur bulamadım. “Cephede” şiirinde sizi ağlatan nedir Allah aşkına?
Şükriye Hanımın sorusu karşısında bir anda afallıyorum:
–Şimdi olmaz, sonra anlatırım, diye cevap veriyorum şaşkınlıkla. Yine aynı şaşkınlıkla veda sözleri dahi söylemeden telefonu da kapatıveriyorum.
Şimdi yorganın, çarşafın, yastığın ve kırlentlerin sarmaş dolaş olduğu çekyata uzanmışım, külçe gibiyim… Gözyaşlarım hâlâ tükenmemiş; akmaya devam ediyor. Evet, bu şiirde beni ağlatan ne?
“Ah, Şükriye Hanım ah! Sonra anlatırım dedim ama bu sırrımı hiç söyler miyim sana? Bak bakalım yaşadığım şu eve… Bu pis mekânda bir ayna görüyor musun? Görmüyorsun değil mi? Evdeki tüm aynaları kırıp attım ben? Niçin biliyor musun? Aynaya baktığım zaman bu sırrı bilen tek kişiyle göz göze geliyorum da onun için. Ve ona ‘rezil’ diyorum, o da bana ‘rezil’ diyor. Ona ‘adi herif’ diyorum, o da bana ‘adi herif’ diyor. Ona “katil” diyorum, o da bana ‘katil’ diyor.
Ama komşularım, kahvede briç oynadığım arkadaşlarım, her gün selâmlaştığım siz dostlarım bu sırrımı bilmiyorsunuz. Bu sırrı bilseniz yüzünüze bakamam zaten. Nasıl ki aynadaki kendi yüzüme bakamıyorsam sizin de yüzünüze bakamam.
Ah, Şükriye Hanım ah! Siz beni nasıl bilirsiniz? Efendi, kültürlü, iyi bir tarih öğretmeni ve mazbut bir aile reisi zannediyorsunuz beni, öyle değil mi? Oysa ben sizin tanıdığınız o adam değilim. Meselâ siz benim katil olduğumu bilmiyorsunuz ve de asla öğrenemeyeceksiniz.
Benim bir kızım vardı; Elif… Hatırlıyorsunuz değil mi? Adı gibi Elif boylu kızım… Kara kaşlı, kara gözlü Elif’im… Gözleri ne kadar iriydi değil mi? Hani ceylan bakışlı derler ya…
Ama siz şunu asla bilemezsiniz: Elif liseyi bitirip de üniversite sınavlarını kazanamayınca ona “geri zekâlı”nın kısaltılmışı olan “gerzek” lâkabını taktığımı… Günde üç öğün ve beş vakit tıp fakültesini kazanan komşumuzun kızıyla onu karşılaştırdığımı… Her gün üç öğün ve beş vakit “Haydi gerzek, test çöz gerzek, ders çalış gerzek” dediğimi siz asla bilemezsiniz.
Ve zavallı Elif’imin “gerzek” olmadığını ispat etmek için ne kadar çok çalıştığını, tam bir yıl dershane, etüt, özel ders peşinde ne çok koştuğunu asla bilemezsiniz.
Ankara’daki bir üniversitenin eczacılık fakültesini kazandığını gösteren sınav sonuç belgesini yüzüme fırlatırken: “Bana bir daha gerzek deme!” deyişini asla bilemezsiniz.
O an ne kadar gururlanmıştım!
–Gördün mü bak, tahriklerim işe yaradı, üniversiteyi kazandın işte! Seninle gurur duyuyorum, deyip alnından öpmüştüm Elif’imi. Ama onun yüzü kireç gibiydi. Yüzünde en ufak bir sevinç belirtisi yoktu.
Sonrasını biliyorsunuz hoca hanım. Zavallı Elif’im Tuzla’dan Ankara’ya üniversiteye kayıt olmaya giderken o olay gerçekleşti. O olay, yani o korkunç trafik kazası… Ve biricik kızım vefat etti.
“Ve sen Hasan Şimşek… Sen ve ben… İkimiz ne kadar çok benzeşiyoruz değil mi? Sen bir şairin eserine çamur ve kan sıçratarak o şiiri tahrif edip benim canıma okudun; ben de kızımın hayatına aşağılama ve hırs katıp kaderini zorlayarak onun canına okudum. Tahrif edilmiş bir şiir ve tahrif edilmiş bir hayat…”
Acaba son nefesini verirken beni düşündü mü Elif? Acaba son nefesinde bana “Ne olur adımla çağır!” dedi mi?
Ah Elif’im ah! Şimdi torunumla birlikte yanımda olman gerekirken kara topraklarda yatıyorsun. İçtiğim bunca sigaranın ve içkinin beni sana yaklaştırdığını çok iyi biliyorum ama öbür dünyada yüzüne nasıl bakacağımı bilemiyorum.
Erturan Elmas
Bursa / 2008