AZRAİLİN AYAK SESLERİ 2
Üvey annemle nişanlım arasında güzel bir dostluğun pekiştiğini görmekte gecikmedim. O kadar ki annesi dâhil gören herkes kaynana – gelin (üstelik üvey kaynana) olduklarını düşünemiyordu. Üvey annem her zamanki zarafeti ve hanımefendiliği ile gelinini de herkes gibi kendine hayran bırakmış hatta onun örnek aldığı bir hanım olup çıkmıştı. Zaten üvey annemden başka türlüsü de beklenemezdi. Yine yapacağını yapmış ve gelininin de gönlünü feth etmişti. Üvey annem sanki bu dünyaya anne olmak için ancak talihin ona oynadığı kötü bir oyun neticesinde biyolojik olarak hiç anne olamamıştı.
Aslında bu duruma içten içe sevinmiyor da değildim. Belki de başka türlü bu olağan üstü insanın oğlu olma lütfüne erişemeyecek ona annem diye hitap edemeyecek ve onun herkesin teneffüs etmek için yarıştığı atmosferinin tabii bir parçası olamayacaktım.
Etrafında şu ya da bu şekilde bulunan herkes istisnasız olarak ona tabii oluverirdi. Allah vergisi bu özelliğini hiçbir zaman istismar etmeyen üvey annemse etrafına daima güzel nasihatler vermesi ile meşhurdu. Hem memleketimizde hem de taşındıktan sonra Ankara’da onu tanıyan herkes hemen her konuda gelir ondan akıl alırlardı.
Bütün bu tatlı koşuşturmacının içinde bir de baktım ailem gelmiş, düğün günü kararlaştırılmış davetiyeler bastırılmış hatta dağıtılmış bile.
Nişanlımla birlikte ikimiz gidip ona en çok yakışan gelinliği seçip almıştık. Mutluluktan ikimizin de ayakları yere değmiyordu. En azından ben yer çekimini hissetmiyordum.
Ama Üvey Annem de anlamını bilemediğim bir huzursuzluk hissediyordum. Yıllarca bana öz annemden daha yakın olan, ben hastalandığımda sabahlara kadar başımda nöbet tutan kadın gitmiş yerine kelimenin tam anlamıyla bir “üvey anne” gelmişti sanki.
Yok canım olamaz böyle bir şey benimki kuruntudan başka bir şey olamazdı. Üvey Annelik kim benim cici annem kim? Ne alakası vardı? O istese bile bana üvey annelik yapamazdı. Şu dünyada benden başka kimi vardı ki? Bana üvey annelik yapsın?
Şu koşuşturmaca dan zaman bulur bulmaz ona sıkıntısının sebebini sormalıydım. Mutlaka başka bir neden vardı bu donuk ve soğuk halinin altında yatan. Ben annemi tanımaz mıyım? O benim mutluluğumu benden çok ister.
Neyse şu nikah işleri de çıksın aradan bir de anneme oturup etraflıca konuşuruz. Zaten nikahtan sonra düğüne kadar 1 hafta var ve benimde yapacak başka bir işim yok.
Babama ait olan dört katlı evimizin iki katını şehir dışından gelecek olan misafir için hazırlamıştık. Öyle ya okuldan benim arkadaşlarım gelecekti. Sonra şehir dışında kalan akrabalar filan. Gerçi bizimki gibi ufak şehirlerde misafirler mutlaka eş dost tarafından gerekli ihtimamla ağırlanırdı ama ne olur ne olmaz hazırlıklı olmakta fayda vardı. Bu sözleri söyledikten sonra babam ailem sanki komutanın dan emir almış bölük erleri gibi hemen hazırlayıvermişti iki daireyi misafirler için. Allah tan daha memlekete gelmeden kiracılara haber salıp “Ben düğün yapacağım evimi boşaltın” demiş. Kiracılarda kim bilir ne kadar kahrederek boşaltmışlardı. Aman bunları düşünmenin sırası mı idi şimdi? Ne yapayım yani insan ömründe bir defa evleniyor. Bu kadar cık da olsundu artık.
Sade den daha sade bir törenle hatta törensiz bir şekilde nikâhımız kıyıldığında babam “Artık sende bir ev reisi oldun. Bundan sonra ve tavırlarına dikkat et. Sorumluluğun arttı. Buna yaraşır hareket etmezsen beni karşında bulursun. Nişanlının, artık eşinin ailesini de kendi ailen bil ve onlara karşı saygı da kusur etme…” dedikten sonra pantolonunun cebinden çıkardığı parayı benim cebime koymuş, hayatımda ilk defa bana harçlık vermişti.
Ne kadardı o para hiç bakım saymadım ama ne kadar olduğunun ne önemi vardı ki? Zaten her zamanki gibi üvey annem ve üvey dayım maddi anlamda beni hiç kimseye muhtaç etmiyor bunun içinde ne gerekiyorsa fazlası ile yapıyorlar ve bunu da babamın bilmesine fırsat vermiyorlardı. Ama babam bana ilk defa onun oğluymuşum gibi davranıp benimle ilgilenmiş, bana ilk defa nasihat da bulunmuş ve harçlık vermişti. Daha ne olsundu ki? Benimde beni düşünen bir ailem vardı. Yani öz ailemde üvey ailem kadar beni düşünüyor ve ilgileniyordu.
Bu arada öz annemde; nişanlımla üvey annemin arasındaki samimiyeti görmüş ve sanırım bu durumu kadınca bir içgüdüyle kıskanıyordu. Daha doğrusu bana öyle gelmişti.
……..
O gece bir türlü uyku tutmuyordu beni. Sabaha kadar yatağımda dönüp durdum. Kolay mı? Sabah düğünüm başlıyordu. Güzelliği, hanımefendiliği, sessiz sakin duruşu, her fırsatta “tamam efendim, pekiyi efendim” diyerek ailemin ve benim gönlümü feth etmekte hiç zorlanmayan ve beni çocukluğundan beri gizli gizli sevmiş olan biriyle evleniyordum. Mutluluğun resmi olsa olsa bizim düğün resmimiz olmalıydı.
Bütün bunları düşünerek zar zor sabah etmiştim. Sabahın ilk saatleri ile birlikte hemen yatağımdan fırlamış üstümü giyinmiş kendimi evin bahçesine atmıştım. Birazdan misafirler gelmeye başlardı. Onları karşılamak gerekirdi. Bunun içinde annemleri yormanın bir anlamı olmamalıydı. Koşup bahçeye indim. Birde baktım vefakâr cici annem (üvey annem) benden önce inmiş bahçeyi bir güzel süpürmüştü. Ahhh benim canım annem senin hakkını ben asla ödeyemem deyip boynuna sarılmıştım. Buruk bir sesle “benim ne hakkım var oğlum boş ver hakkımı hayırlısı ile şu düğünü yapıp gelinimizi alıp gidelim de gerisi önemli değil” dedi.
Ama o sebebini bir türlü sorup öğrenmeyi akıl edemediğim kaygı hala gözlerinde durup duruyordu. Şimdi sorsa mıydım? Tam bunları düşünürken öz annemin sesi ile kendimize geldik. Belli ki o da erken kalkmış merdivenlerden aşağı iniyordu.
Beni en çok şaşırtan okul arkadaşlarımın sabahın ilk saatleri ile birlikte gelmeye başlamaları olmuştu. Öyle ya bunca yolu uykuları pahasına gece kat etmişler ve sabahın en erken saatlerinde çıkıp gelmişlerdi. Dostluk ve arkadaşlık bu olsa gerekti. Arkadaşlarımın içinde böyle vefalı olanların olması da böyle günde sevincimi kat be kat artırmıştı.
İlk gün sazlı – sözlü oyunlarla eğlencelerle gelip geçmişti. O günün akşamında ön annem beni çağırıp “arabanın anahtarı bir arkadaşına ver beni kız evine götürsün. Orda biraz işim var” dedi. Üvey annem bunu duyunca “bende geleyim geline söz verdiğim bir hediye vardı” yarın onu takmasını istiyorum dedi. Annem istemeye istemeye üvey aneminde gelmesini kabul etmek zorunda kaldı. Liseden sınıf arkadaşım ve komşumuz olan bir arkadaşımı çağırıp annemleri kız evine götürmesini istedim. Bu isteğimi kırmayan arkadaşım onları alıp götürdü.
Bende diğer arkadaşlarla eğlencemize döndüm. Bazı arkadaşlar alkol kullanmadı ve kullanılmasına da karşı olduğu için içki içmek isteyen arkadaşlarla aralarında biraz tatsızlık çıktı ama bunu da diğer arkadaşlarım halletmişlerdi. Kısaca kayda değer bir olumsuzluk yoktu. Olağan düğün çekişmeleri dışında.
Bir müddet sonra annemleri götüren arkadaşım geldi ve diğer arkadaşlardan bazıları ile kapıda bir şeyler konuşmaya başladılar. Biri hemen beni çağırıp kız evinde gitmemiz gerekiyormuş dedi. Apar topar kalkıp kız evine gittik.
Düğün evinde olması gereken sazlı – gürültülü eğlenceden hiç eser yoktu. Sanki bir ölüm sessizliği kaplamıştı her yanı. Birkaç ağlamaklı sesin dışında bir şey duyamamıştım geldiğimden bu yana.
İçeri girdiğimde nişanlım kanlar içinde yerde yatıyordu. Tıpkı üvey annemin her zaman gözlerinde taşıdığı o mahzun bakışları ile bana baktı ve zar zor “Hakkını helal et” diyebildi.
Ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Bir yandan da nişanlımı hastaneye götürmek için etrafa bağırıp çağırıyordum. Birden arkamdan gelen birisinin beni tokatlaması ile ne olduğunu anlamadan yere yıkıldım.
Kendime geldiğimde kanepe de yatıyordum. Fırlayıp kalkmak istediğimde etrafımdakiler adeta üzerime çullanıp bana engel oldular.
…………
…………
Davul zurna sesi kesilmiş. İnsanlar eğlenceyi bırakmış herkes kendi arasında ya fısıltı ile konuşuyor ya da vah tüh sesleri ile konuşuyorlardı. Konuşmalardan anladığım nişanlım “ÖLMÜŞTÜ” nasıl ve niye ölmüştü anlamak için sorular sormaya başladığımda tekrar kendimden geçmiştim.
O kanepe de ne kadar yattım bilmiyordum ama artık kalabalıktan eser kalmamıştı kendime geldiğimde. Daha doğrusu o ölüm uykusundan uyandığımda.
Yeni yeni anlamaya başlıyordum bazı şeyleri. Nişanlım babasının tabancası ile kendini vurmuş ve hastaneye götürme fırsatı bile olmadan oracıkta ölmüştü.
Üvey annem ve üvey dayım bir şeyler anlatmaya çalışıyordu bana ama ne onları dinleyecek nede anlattıklarını anlayabilecek durumda değildim. Mütemadiyen konuşan dayımın ne dediğini duymuyordum bile.
Annem bana bir bardak su verdi “İç bunu iyi gelir” dedi. Önce içmek istemedim ama odada bulunanların da zorlaması ile suyu içtikten sonra tekrar kendimden uzaklaştığımı hissediyordum.
Sonradan öğrendiğime göre annem olayın şoku ile kendime bir şey yapmamdan korkup bana ilaç vermiş ve uyutmuş. Zaten beni şokta zannederek o gece tokatlayıp bayıltandan dayımdan başkası değilmiş.
Yaklaşık bir hafta sonra memleketten Ankara’ya doğru giden arabayı dayım kullanıyordu. Yanında yengem, arka koltukta da üvey annem ve ben oturuyorduk. Geçen bu bir haftanın içinde öz annemin hem de düğün günü teyzemi yanına çağırıp. “Söyle kıza hemen çocuk filan yapmasınlar. Birde o ölüp gittikten sonra arkasında yetim bırakmasın” sözünü kapı aralığından duyan nişanlım. Kendisinin kanser olduğu için bu evlenmenin düzenlendiğini ve benimde o kanser olduğu için onunla evlendiğimi daha doğrusu evlendirildiğimizi öğrenmiş ve aslında onu sevmediğimi ona acıdığım için bu evliliğe razı olduğumu düşünüp canına kıymıştı.
Öz annemse korkuya kapıldığından daha cenaze bile kalkmadan apar topar valizlerini hazırlayıp babamla ve kardeşlerimle birlikte hemen Almanya’ya gitmişler.
Cenazesine katılamadığım nişanlım üvey anneme son anında “Söyle ağabeyime bir daha evlenecek olursa, onu benim kadar sevecek birisiyle evlensin” diye vasiyet ettikten sonra Hakkın Rahmetine kavuşmuş.
Annemin her şeyi yönetme ve idare etme arzusu ile Almancı paradoksunun yarattığı şımarıklık birleşince kendini “Tanrı” yerine koyup hem de ulu orta sergilediği bu cüretkar ve had – hudut bilmez tavrı yeğeninin canına kıyması ile neticelenirken, bana bıraktığı acı ve hüzün hiç bırakmadı peşimi.
Bir de nişanlımın “onu benim kadar sevecek biriyle evlensin” vasiyeti hiç gerçekleşemedi.
Zaman içinde beni üvey annemden soğutmak amacıyla hazırladığı bu planın üvey annemle nişanlım arasındaki dostluğu gördüğünde suya düştüğünü anlayan annemin bu defa bu zalimane tavrı ortaya koyarak üvey annemden intikam alma yolunu seçtiğini anlamıştım. İnsana “Allah kadınların şerrinden korusun tüm erkekleri” dedirtecek kadar ince bir planla hazırlanmış ve ilk aşamasında başarısızlığa uğradığını anladığında ise hiç düşünmeden birinci planın tam aksine bir plan hazırlayıp vakit kaybetmeksizin hem de öz yeğeninin canı pahasına harekete geçmiş ve bunda da istediği başarıyı elde etmişti “öz annem”.
Hem kendini ikinci kadın pozisyonuna düşüren babamdan ve üvey annemden hem de üvey annemin bu dünyadaki belki de tek dayanağı olan benden kendince bir intikam almıştı. Bütün etik kaygıları hiçe sayarak ve zafer sarhoşluğu içinde de alelacele terk etmişti Türkiye’yi.
Bu olayın üzerinden nerde ise 5 – 6 yıl geçtikten sonra bir bayram günü tesadüfen karşılaştığımız da öz annemde gördüğüm tek şey vicdan yoksunu, tipik şımarık, cühela havası idi. Nelere sebep olduğunu bile idrak etmekten bihaber. Hala her şeyi yönetmeye ve idare etmeye çalışan bir zavallı. Üstelik kendi hayatını bile doğru dürüst bir rotaya koyamamış. Babamın Almanya’da yaptığı çapkınları aynı şehirde yaşayan tanıdıklarımız üstelikte ve elbette abartarak Türkiye’ye taşımışlardı. Benim dışımda da tüm çocuklarının mutsuz evlilikler yapmalarına sebep olmuştu ama bundan garip bir haz alır gibi davranıyordu. Sanırım kocasına gerçek anlamda sahip olamamanın intikamını onun çocuklarından almış olmanın verdiği muzaffer bir ordu komutanı olduğunu sanıyordu. O çocukların aynı zamanda kendi çocukları olduğundan bile haberi yoktu. Her zamanki gibi kendini bilmez, duyarsız, bencil kelimenin tam anlamıyla ZÜPPE BİR ZAVALLI.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.