- 737 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
SICAKLIĞI HALA AVUÇLARIMDAYDI
Semt pazarı hemen evimin yüz metre ötesine kurulmuştu. Öğle güneşi sıcaklığını hafif, hafif esen İda’nın rüzgarına bırakmıştı. Yeleğimi giyip dışarı çıktım. Pazar çantamı almadım. Alacağım bir kaç kg patates, domates, salatalık için o tangır mangır ses çıkartan arabayı taşımayı lüzum bile görmemiştim.
Pazarın hemen girişinde Küçük kuyu’lu zeytinci kadın oturmaktaydı. Güler yüzlü bir ifadeyle;
-" Ayy, siz yaşıyor musunuz efendim? Bir kaç hafta sizi gözlerimiz aradı. Hayırdır, hastalık falan mı?!."
“Özlem” duygusu demek her insanda her ortamda hissediliyormuş. Hoşuma gitti zeytinci kadının sözleri. Gülümsedim ona.
-" Yok bir şey. Haklısın, birkaç hafta çıkmadım. Bazı eksiklerimizi cuma pazarında ve market alışverişleriyle giderdik. Şimdi de alacağım şeyler pek fazla değil hani. Siz nasılsınız?"
Konuştuğumuz bir kaç cümleyi geçmedi. “Hayırlı kazançlar” dileyip ayrıldım, zeytinci kadından.
Pazarın yüzde yetmiş beşi kadın satıcılarıyla doluydu. Genelde yerli halkın köylüleri ve Türkmenler bahçelerinde yetiştirdikleri sebze ve yemişleri satma telaşındaydılar.
Özellikle Türkmen köylülerle sohbet etmeyi öteden beri severdim. Belki kan çekiyor. Ee, ne de olsa benim de kanımda var. Babamı anımsadım. Yüreğim doldu...Onurlu ve küstah olmayan gururunun ardında olan babamı anımsamak her zaman yüreğime sızı vermekteydi. Çok küçüktüm, bize geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktığında. Yas bitmiyor ki...
Böylesi acı veren bir anıdan ıraklaştım. Balıkçıların sırasına yaklaşmıştım. Balıkçı Mehmet beni fark edince yüksek sesle;
-" Ooo, kimleri görüyorum! Hoca Hanım, hoş geldiniz. Hayırdır, yoktunuz geçen hafta!.."
-" İşim vardı. Gelemedim, işte. Hımm, balıklarını yemeği özledim Mehmet. İstavrit nasıl?"
Ellerini coşkuyla ovuşturdu balıkçı Mehmet...
-" Vallahi, az önce yeni geldi. Marmara istavriti bunlar. Kıraça bunlar. Ne kadar olsun?
Düşünceli bir ifadeyle bakışlarım çipuralara takıldı. Bunu hemen sezen balıkçım;
-“ Hoca Hanım, size bunları tavsiye ederim. Onlar havuz Çipurası, bunlar deniz, çıtır çıtır yiyeceksin abla. Ağız tadınla. Gel sen beni dinle..."
Gülümsedim. Balığa hayır demezdim. Özellikle istavrite. Ve de Marmara istavriti olursa, hiç "hayır" der miyim?
-" Seni de kırmam, istavritimi de. Hadi tart 1,5 kg. Ama ayıklayacaksın."
- " Hoca Hanım emreder de, ben ayıklamam mı? Siz şöyle bir turlayın pazarı, dönüşte hazır olur. Boşuna beklemeyin."
Onun sözünü dinledim. Semt pazarını yavaş adımlarımla yürümeye başladım. Ölçülü bakışlarım radar gibi taramaktaydı, tezgahların üzerinde bulunan taze meyve ve sebzeleri. Aynı zamanda ne kadar fiyattan satıldıklarını...
Köylü pazarına yöneldim. Bir kaç Türkmen’e zeytinyağı fiyatlarını sordum. Zeytinlerinden tadıp, kısa hatırlarını sordum. Çok mutlu oluyorlardı. Hele biri vardı. Yaşı ya yetmiş ya yetmiş beş...Yüzü İda’nın güneşiyle kırış kırış olmuş. Onu ne zaman görsem,
-" Okyanus gözlüm, nasılsın? Yine pazarın en güzel zeytini sende!"dediğimde yüzünde oluşan ışıltı tarif edilecek gibi değil di..
Beni fark eder, etmez...Başladı siteme.
-"Aha!..Neredeydin be!..Gel ivemedin kaç pazar ettik biz. "
Kahkahalarla güldük birlikte. Kısa sohbet edip diğer yola saptım. Onların şiveleri çok hoşuma gidiyordu. Zeytin ağaçları onların bitmez tükenmez gelir kaynaklarıydı. Kış demezler, yağmur demezler dağdan sırtlarına yükledikleri emeklerini sahil kıyılarında satmaya çalışırlardı.
Depremin olduğu seneyi anımsadım. Bu sahile nasıl elim boş gelmiştim. Evim hasar görmüş, iki canımız dünyasını değiştirmiş ve tanımadığımız gurbet elinde özlemi katık etmiştik yorgun yüreklerimize...
O zaman yaşlı bir Yörük gözlerinde hüzün ve yorgunlukla bana;
- "Al bea, sana mayer yemiş...Kekik suyu ile ıslatıvedim, yiyiver bi...Bak çok sevicen, mayer, mayer bunlar!" demişti.
Onu anlamadım ama inciri tattığımda bir kg tartmasını istemiştim. Çok ısrar etti almam için! Dizlerinin hemen altında serili bezin üzerinde karton kutudaki incirleri... Söyleniyordu...Ameliyat olacakmış...Biraz kızar gibi oldum...
-" Amann be amca sende!..Ölüm olmasın. Sen tedavi olacaksın, iyileşme umudun var. Bak biz ne canlar ne acılar çektik. Bir bilsen, kendi derdini unutursun..."
Yaşlı adam, ayağa kalktı. Yanıma yaklaştı ve;
-" Bak şuraya, açsan ne göreceksin?" diye soru sorar sormaz, gömleğini açtı.
Şaşırmıştım! Az kaçık veya bunak galiba diye de aklımdan geçti. Susmayı tercih ettim. Adımlarımı geri geri çekerek tabi...O hala hararetle konuşmasını sürdürdü.
-" İki akciğer bir yürek ve diğer organlar var değil mi?"
-" Evet, var tabi..." diye onayladım.
-" Ee, her kesin içinde bu organlar var. Bende, sende, onda ve herkeste...Dert var ama içte...Geniş olacaksın geniş. O yüreği darda tutma…"
- “ Haklısınız, sizde de var bende de…”
Bu anım gözlerimin dolmasını da sağlamıştı. O günden sonra hayata daha da bağlandım. Ne zaman sıkılsam. Ne zaman özlem bağrımı yaksa. Ne zaman toprak altınada hala taze canları düşünsem, o Türkmen’in, “Yüreğini darda tutma…” sözleri aklıma düşer kar taneleri gibi. Yıldız yıldız olur umutlarım. Yarınları düşünürüm. İstanbul’dan göç kolay olmasa da, yeni ortam ve şartlara yörenin insanıyla alışmaya çalıştık, ailece...
-" Kızım Havuzlu Site Minibüslerine nasıl gidebilirim?"
Koluma dokunan elin sahibine baktım. Yaşlı bir kadındı. Baharın sıcağında uzun bir pardösü ve başında örtüsü olan bu yaşlı kadının aksanı düzgündü. Yüzünde acıya benzer ifade fark edince bakışlarım her iki elinde taşıdığı torbalara çevrilmişti. Yük çok fazlaydı...
- " Teyzem, çok uzak caddeye. Verin o yüklerin birazını, size yardım edeyim. Ne çok almışsınız.Ne var bu çantada böyle?!"
Dedim ama, o ne? Sanki ağır bir beton düştü ellerime. Taşıyamayacağı yüklerden kurtulunca dualar çıkıyordu dudaklarından. Koluma girmesini istedim. Zorda olsa onu 400 metre mesafedeki caddeye teslim edecektim. Yaşlı kadın kollarıma yığılacak sandım...Sesi cılız ve fısıltıyı andırıyordu.
-" Ah, be yavrum! Ne sen sor ne ben söyleyeyim. Dün gece geldim İstanbul’dan. Hastalandım orada. Bakanım da yok. Evli bir oğlum var.Emniyet müdürü. Sağ olsun, gitme dedi bana. Ama orada da yalnızım. Ne gelenim var ne gidenim. Dedim ki, Akçay’a giderim. Oranın havası bana iyi gelir. Konu komşu vardır. Bir insan yüzü görürüm. Ateşim de var, bak ellerime..."
Elleri sıcacıktı. Yanıyordu alev alev. İçim acıdı. Anlattıkları beni içsel yalnızlığa sürüklemişti. Caddeye vardığımızda, gülümsedi. Yüzünde minnet ifadesi ve acı birlikte yerleşmişti.
-" Allah dünyada ve ahrette sana zeval vermesin. Cennetliğin olsun bu yardımın, yavrum. Allah razı olsun senden!"
-" Sağ ol teyzeciğim. Allah hepimizden razı olsun. Durun bakayım, sizin ateşinizi düşürecek ilaç var mı çantamda...Termalgine ve Talcicimi eksik etmem de, "
Aldığım bu dualar bana zemzem suyu içmişim gibi yüreğime serinlik verdi. Onun ateşini nasıl düşürebileceğim düşüncesi ile çantamı karıştırdım. İki tablet vardı. Ona uzattım. O ellerimi bırakmadı. Sıkıca tutup sarıldı bana. Dualarını hala ediyordu.
-" Bana "Hızır" gibi yetiştin, evladım. Bayılacaktım, pazarda. Allah, seni darda koymasın!"
-" Aminn, teyzeciğim aminn! Allah kimseyi darda bırakmasın."
Havuzlu Site minibüsü gelmişti. Onu bindirip yoluma koyuldum. Ellerim yanıyordu. Sıcaklığı hala avuçlarımdaydı.
Emine Pişiren/Akçay/2008
YORUMLAR
Onun sözünü dinledim. Semt pazarını yavaş adımlarımla yürümeye başladım. Ölçülü bakışlarım radar gibi taramaktaydı, tezgahların üzerinde bulunan taze meyve ve sebzeleri. Aynı zamanda ne kadar fiyattan satıldıklarını...
Dost,gözlem gücüne hayran kaldım.Ben de bir pazarcı olarak yıllardır pazarlardayım.Okurken iyimser yaklaşımlar içerisinde olduğunuzu hissettim.Harika bir yazıydı.Zaman zaman gözlerim doldu.saygılar ve sevgiler...selamlar...