- 397 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
EŞARP
EŞARP
Hep bilirdi buralarını. İşte şu yol, ana yoldan ayrılarak sırtları gür ve sık ağaçlarla bezenmiş yeşil dağlara doğru kıvrım kıvrım uzanan yol Tepeköy’e giderdi. Eyüplerin köyüydü orası. Eyüp’le yatılı lisede aynı sınıfta okumuştu, oradan bilirdi.
Az sonra virajı dönünce bir benzin istasyonuyla karşılaşacaklar, otobüs orada mola verecekti. Ve yolcular her zamanki gibi otobüsten aceleyle inecek, ayak bileklerini, dizlerini ileri geri oynatarak tuvalete koşacaklar, daha sonra bazıları lokantaya girerken bazıları da yan taraftaki büfeye yaklaşacaktı.
İşte gelmişlerdi bile. Otobüs ana yoldan saptı, istasyona girip benzin pompasına yanaştı. Yolcular ayaklandı. Kapılar açıldı. Otobüs boşaldı… Şimdi kapıdan bir ses; eski bir ekodan, cızırtılı bir mikrofonla, tıkanık bir hoparlör sesi girecekti otobüse. Ve bu ses hiç nefes almadan, nokta-virgül dahi koymadan, bir çırpıda söylenen kalıplaşmış bir cümleyi tekrarlayarak yolculara “hoş geldiniz” diyecekti.
–– İstanbul’dan Bursa istikametine gitmekte olan 34 KC 642 Varan Turizm otobüs yolcuları kaptanınız Çiftlikköy restoranda yarım saatlik yemek ve ihtiyaç molası vermiştir hepinize hoş geldiniz der teşekkür ederiz.
Harfi harfine böyle diyecekti ses… Ve de aynen böyle diyordu. Ercan’ın on senedir gelip gittiği yoldu bu. Her virajı, yol kenarındaki her binayı, benzin istasyonlarını, hatta buralarda çalışanları dahi bilirdi.
Bir uyuşukluk çökmüştü üzerine. İnmeyecekti otobüsten. İnse, şöyle bir adımlasa çok iyi olurdu ama üşeniyordu.
Sıkıntıyla saate baktı. İkiyi on geçiyordu. Ancak iki saat sonra köyüne varabilirdi. Ne tükenmez bir zaman, ne bitmez bir yoldu bu!.. Şu yarım saatlik yemek ve ihtiyaç molası verilmese olmazdı sanki. Şişman şoför ile paraları alelâde kâğıtlar gibi buruşturarak cebine sokan uzun saçlı hoppa muavin lokantada kebap ve pilâv yedikten sonra kayısı hoşafını kaşıklamasa olmazdı. Her seferinde böyle olurdu ve hep bu lokantada yemek yerler, çaylarını içip Amerikan sigaralarını yakarlar, keyifleri gelince yola koyulurlardı. Bir değil, iki değil, üç değildi. On senedir hep böyleydi.
Büfenin önünde ayaküstü meşrubat içen yolculara baktı. İşte böyle, hep böyle içerlerdi. Fakat içmeden önce mutlaka tuvalete giderlerdi.
Kendi kendine tebessüm ederek:
–– Hayat, diye mırıldandı.
Sekiz yaşlarında bir çocuğa takıldı gözleri. Çocuk saatlerdir otobüste oturmaktan bıkmış, yaşının verdiği canlılıkla otobüse kadar koşuyor, kapıya elleriyle dokunup büfeye doğru seğirtiyor, çayını yudumlayarak sigarasından çeken babasının bacaklarına sarılıp yine gerisin geri koşuyordu. Kendi kendine bir oyun uydurmuş; boş meydanda, otobüste oturmanın acısını çıkarıyordu.
Çocuğu bir müddet süzdü. Sora daldı gözleri.
Ercan da koşardı. Fakat hiç kimse göremezdi onun koştuğunu. Ve kimse gülemezdi ona. Diğerinden on santim kısa ayağına bakarak kimse “yampiri” diyemezdi. En çok Sarıpırnal’a giderdi. Sarıpırnal yolu düzdü ve hep çalılarla kaplıydı etrafı. Ercan bu yolda koşardı. Çoğu zaman oralarda kimse bulunmazdı. Çünkü Sarıpırnal yöresi çalılarla, pırnallarla, çakırdikenleriyle, taşlarla kaplı çorak bir araziydi. Bu yol ancak kış yaklaşırken işe yarar, köylüler odun kesmek için dağa bu yoldan giderdi.
Ercan sekiz yaşından beri orada koşardı ve yaşı yirmi olmuştu. Köye varınca yine oraya gidecekti. Annesinin, babasının elini öptükten sonra köyden çıkacaktı ve Sarıpırnal yoluna girecekti. Bir sigara yakacaktı. Çekecekti sigarasından. Baharla birlikte otun, yeşilin, toprağın, çiçeklerin, çalıların kokusunu ve rengini sindire sindire çekecekti sigarasından. Sonra adımları sıklaşacak, her geçen saniye hızlanacak ve koşacak, koşacaktı… Alnından boncuk boncuk terler akacak, iç çamaşırları kalıp gibi bedenine yapışacak ve sol tarafa yalpalaya yalpalaya koşacaktı. Kan ter içinde kalıncaya kadar ve o ağacın, o ihtiyar, o gövdesinde bir kocaman oyuk açılmış meşe ağacının gölgesine takatsiz uzanıncaya kadar koşacaktı.
Sonra göğe dikecekti gözlerini. Ve gökte bembeyaz, küme küme bulutlar uçuşacaktı. Ve az sonra bulutları göremeyecekti yanan gözleriyle.
Ağlayacaktı.
Kolunun yeniyle gözlerini sildi.
Otobüs hareket ediyordu artık. Mikrofondaki ses aynı cümleyi, sonunda “hepinize hayırlı yolculuklar diler teşekkür ederiz” şeklinde değişiklik yaparak tekrarlıyordu.
Şimdi sıra sıra çınarların gölgelediği bir otobana girmişlerdi. Birkaç dakika sonra Yalova’dan geçerek sol tarafı uçurumlarla, sağ tarafı kayalarla incelmiş bir yola girecekler, keskin virajları ağır ağır dönecekler ve sonra yeşilin her tonuyla parsel parsel yamalanmış, dalgalı bir halıyı andıran tarlaların kıyılarında çobanlar, keçiler ve kuzular görerek yollarına devam edeceklerdi.
Hepsini, hepsini biliyordu Ercan. Yatılı liseye, üniversiteye gidip gelirken hep bu yollardan geçmişti. Ve daha bir sene katlanacaktı bu eziyete. Bir sene sonra tarih öğretmeni olacak, yeni diyarlara, yeni yollardan, hiç bilmediği, görmediği yerlerden geçerek gidecekti.
Aynı manzaraları görmekten usanmıştı. Hâlsizce yolculara baktı. Öbür taraftaki koltukta temiz giyimli, jöleli saçları arkaya taranmış otuz yaşlarında biri vardı. Sıcaktan bunalarak ceketini çıkarmış, gömleğinin kolalı yakasını açmış, kravatını gevşeterek düğümünü muska gibi göğsüne kadar indirmiş dışarısını seyrediyordu. Sol tarafında oturan tombulca karısı parfüm kokuları saçan başını kocasının omzuna yaslamış uyuyordu.
Ercan kadına ve kocasına imrenerek baktı. Tam hayallere dalacaktı ki hemen yanı başında uyuklayan, esmer derisi kemiklerine yapışmış, haftalardır kestirmediği kır sakallarıyla korku filmlerindeki hortlakları andıran, nereden gelip nereye gittiği belirsiz, üstü başı perişan koltuk arkadaşını fark ederek yüzünü buruşturdu.
“Uyusam...” diye geçirdi içinden.
Ne boş bir düşünceydi bu!.. En sessiz gecelerde, en rahat yatakta dahi saatlerce uyuyamazdı. Bir sağa, bir sola dönerek giden bu otobüsün içinde mi uyuyacaktı? Şu daracık koltukta iki büklümken mi yapacaktı bu işi? Uyuyacaktı ha!.. Hem de yanında ne idüğü belirsiz biri varken… Koltuk arkadaşına kötü kötü baktı. Otobüse binince başlamıştı uyuklamaya, hâlâ aynı vaziyetteydi.
“Ne yapsın fukara!..” diye düşünerek kızdı kendine.
Terliyordu. Daha iki saat vardı. Nasıl geçecekti zaman?
“Kitap okusam?” diye düşündü. İki gün önce güzel bir romana başlamıştı. Stefan Zwaig’in “Merhamet” adlı romanıydı bu. Ancak yol telâşıyla bitirememişti. Sanki yazar Ercan’ı anlatmıştı romanında. Ercan’ın iç dünyasına inmiş de, acılarını, hayallerini, düşüncelerini bir bir okumuştu. İlk defa bir romanda kendisini bulmuş, ilk defa bu kadar zevk almıştı bir romandan. Zevk de değildi bu. Istırap çekiyordu okurken. Fakat tatlı bir ıstıraptı çektiği.
Koltuğun altındaki küçük valizi çıkarırken elleri titriyordu. Valizi açarak elini soktu. Kitap dipte olmalıydı. Elleriyle aradı.
Bu da nesiydi? Eli yumuşak, kaygan bir kumaşa değmişti.
–– Allah Allah!.. diye mırıldanarak kumaşı kavradı, çekti. Henüz valizden çıkarmıştı ki beynine balyoz gibi inen bir hatırlayışla ne olduğunu anladı. Kalbi yanıverdi. Çekingen gözlerle çevresine bakınarak iki avucunun arasına aldı kumaşı, sıktı. Başkalarının görmesinden çekinir gibi, suç işliyormuş gibi bir hâli vardı.
Allı yeşilli, güllü çiçekli bir şarpaydı bu. Kadınların, bilhassa köy kızlarının kasabaya inerken taktıkları, bayramlarda, düğünlerde başlarından eksik etmedikleri –eşarp da denilen- bir şarpa…
Kapalıçarşı’dan almışlardı. Zorla götürmüştü Erol. Oysa Ercan’ın bir sürü işi vardı. Eşyalarını, kitaplarını hazırlayıp bavullara yerleştirecek, Topkapı’ya giderek bilet alacaktı. Fazla üsteleyince kıramamıştı Erol’u. Beraber gitmişlerdi Kapalıçarşı’ya.
Erol nişanlıydı. Dükkân dükkân gezerek nişanlısına, anne ve babasına hediyeler alıyordu. Mağazanın birinde etek ve blûzlara bakarken bir ara Ercan’a dönerek:
–– Sahi sen niçin almıyorsun? diye sormuştu. Ercan:
–– Param yok, diye cevap verdi.
Erol tezgâhın üzerindeki şarpaları göstererek:
–– On liran da mı yok? diye sordu. Güzel şarpa bunlar… Bir tane al da sevgiline götür. Sevinir kızcağız. Böyle şeyleri ihmal etme oğlum! Kızlar hediyeden çok hoşlanır. Paran yoksa ben vereyim.
İşte o zaman kafasına kocaman bir taş düşmüştü Ercan’ın. İşte o zaman kaynar sular dökülmüştü başından. Beyni zonklamaya başlamış, vücudu tepeden tırnağa yanmıştı. Yüzünün kıpkırmızılığını örtmek için işi şakaya vurarak:
–– Benimki erkek tabiatlı, demişti. Hoşlanmaz böyle şeylerden. Hem kendi paramla almadığım bir şeyi hediye olarak nasıl götürebilirim?
Erol yine de almıştı şarpayı. “Borcun olsun.” demişti. “Kaçakçı değilsin ya, yaz tatilinden sonra verirsin.” demişti. “Sevinir” demişti. “Sevgiline götür” demişti. “İstanbul’da olmadığına göre memlekette sevgilin vardır elbet” demişti. “Vardır” demişti. “Memlekette… sevgilin… sev-gi-linnn” demişti.
Sol ayağı sızlamaya başladı birden. Müthiş bir acıydı bu. Çeliğin sertliğini kemiklerinde, çın çın çınlayan seslerin “yampiri”sini kulaklarında, ateşin yakıcılığını yüreğinde hissediyordu. Bir titreme nöbetine kapılmış soğuk terler döküyor, bütün uzuvları irade dışı sallanıyordu. Dişleri kilitlendi. Avuçları arasındaki şarpaya korkarak ve düşmanca baktı. Alını yeşilini, gülünü çiçeğini görmek istemiyordu. Sıktı, sıktı…
“Al sevgilim… Sevgilim! Bak sana İstanbul’dan ne getirdim!... Sevgilim; benim, benim sevgilim… Bana mektuplar yazan, beni geceler boyu düşünen sevgilim.. Al, al, bu senin olsun’…Sevgilim, benim biricik sevgilim…”
Ayşe’ydi adı. Fatma’ydı veya Zeynep’ti. Güzeldi, çirkindi, uzun boyluydu, kısa boyluydu. Esmerdi veya sarışındı. Kara gözleri vardı. Gözleri deniz mavisiydi… Mutluluk gözlerinden, allaşan yanaklarından, titreyen ellerinden okunuyordu. Ve şarpayı almak için uzatıyordu ellerini. Kar gibi beyazdı elleri. Nasır tutmuştu elleri. Elleri çatlak çatlaktı. Yumuşacıktı elleri. Ve elleri mini miniydi. Koskocamandı elleri…
Ve diyordu ki:
“Ercan! Sevgilim… Seni seviyorum. Sevgilim, sevgilim!...”
Ve Ercan işitiyordu bu kelimeyi. Bu güne kadar hiçbir kıza söyleyemediği, hiçbir kızdan da işitemediği bu kelimeyi… İşitiyordu işte; kulaklarıyla.
Ve Emine’ydi adı. Sevil’di, Vildan’dı…
Gözleri iri iri akıyordu şimdi. Uzandı, otobüs penceresinin camını çekti. Ellerine dikenler gibi, iğneler gibi batan şarpayı hırsla savurdu dışarı. Şarpa rüzgârda büyüyerek dalga dalga uçtu.
Eğildi Ercan. Bir topak oldu. Tutamadı kendini, kusar gibi hıçkırdı.
Bütün yolcular ona bakıyordu şimdi; şaşkın, gülerek, acıyarak, kızarak…