- 1252 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HAPŞIRIK
Karımın beklenmedik ölümüyle kıyametin koptuğunu sanmıştım. Bütün üzerindekilerle ve ağırlıklarıyla üzerime üzerime gelen bir dünya... Kolay değildi, 20 yıl soluklarımız soluklarımıza karışarak aynı yastığa baş koyduğumuz, nerdeyse bütün zamanımı birlikte geçirdiğim insan kaybolup gitmişti. Bedenimin de ruhumun da yarısı olmuş bir kadının yanımdan, dahası, dünyadan uçup gitmesi.. artık onunla olmamın imkânsızlığı.. onsuzluğa mahpus kalmak… Kolumun kanadımın kesilmesinden farkı var mıydı bunun? Belleğimin onunla süslü sahneleri gözlerimin önünde, zamanı unutmuş gibiyim. Güya yaşıyorum…
Karımla (tabii o zamanlar karım değil) çok erken yaşlarda, lisede tanışmış, birbirimizde öteki parçamızı bulduğumuza, artık birbirimiz olmadan yaşayamayacağımıza inanmış, en delikanlı gözü karalıkla, okul biter bitmez de evlenmişiz. “Bu nasıl olur ki?”lik bir durum bizimki, biliyorum. Doğup büyüdüğümüz ülkede... Hayatın ilk otuz yılı nasıl yaşanacağı bilinemez bir geleceğe hazırlanmakla geçiyorken, biz nasıl olmuş da lise biter bitmez evlenivermişiz? Olmuş işte. Ama durup dururken öyle oluvermiş de değil.
Şanslıydık sanırım. Karımın babası banka müdürüydü. Bir fırsatını buldu; nasıl olduysa oldu, biz de o bankanın bir şubesinin çalışanları arasında bulduk kendimizi. Onun yanında değiliz. Yani kayınpederin. Ama karımla ben aynı şubedeyiz. Masalarımız bile yan yana. Artık bütün zamanlarımızla birlikte mekânlarımız da ortak...
İleri yaşlarda içimizde bir düğüm olup bizi belki üzecek yüksek öğrenim işini uzaktan halletmişiz; böylece bankamızda ağırdan ağırdan yükselebilmenin pasaportunu da koymuşuz cebimize. Zaman makinesi çabuk işliyor. On beş yıl sonra karım yeni açılan bir şubede müdür, bense insan yönetmelere filan gözünü dikenlerden olmadığımdan, şubemizdeki şefliğimleyim.
Çocuğumuz yoktu. Bunu bir sorun yapmadık. Doktor doktor dolaşmadık, niye yok, diye. Karım zaman zaman, bebesini seven anneleri gördükçe analık güdüleri kabarıp buruklaşsa da onun hiç, neden anne değilim ben de, diye yakındığına, dövündüğüne, ayılıp bayıldığına tanık olmadım. Bazı insanlar çocuk büyütüyor, onların geleceğini hazırlamakla ömür tüketiyor, bizse kendimizi büyüterek yaşıyoruz hayatımızı, diyorduk.
Karımın yeğenleri vardı ve bize çok düşkün çocuklardı. Belki sık sık görüştüğümüz bu yeğenler bizim şu ebeveynliğin en hazlı yanı denen çocuk sevme ihtiyacımızı karşılıyordu. Onlarla oynaşıp boğuşmaya bayılıyorduk ikimiz de. Kısacası, dert edinmiyorduk çocuksuzluğu. Zaten karımı hep çocuk olan ve çocuk kalacak bir yanıyla sevmiştim. Ben onu, evet, bir kadından çok bir çocuğu sever gibi sevmiştim. Minyondu fiziği, anne olmadığından sanırım, kilo milo almadı, hep bildiğim gibi kaldı. Hâliyle gönlümdeki yerini gözümde de korudu. Ben onu, meselâ öperken, bir erkeğin kadınını öptüğü gibi şehvetle sarılıp öpmekten çok, yanaklarını hafif hafif sıkarak, incitmekten korktuğum bir bebeğe dokunur gibi sevdim, öptüm, okşadım. Bir bebeğim vardı zaten, çocuk da neydi!..
Evet, Gülşah, her şeyimdi benim. Sanırım ben de onun için aynıydım.
Ev ve iş birlikteliğinin tekdüzeliğinden yılmak gibi bir tehlike sezdikçe aynı zamanlara denk getirdiğimiz izinler kullandık; gezilere çıktık ve sevgimizi, bağlılığımızı, gerektikçe tazelenmiş ortak hayat kültürleriyle besledik, pekiştirdik. İnsanlar ne ölçüde değişik beraberlikler yaşarlarsa birbirlerine o ölçüde bağlanırlarmış. Kendi ülkemizde başlattığımız bu gezileri, işimizdeki kıdem yaşımız ve para birikimimizin hacmi büyüdükçe dış seyahatlere dönüştürdük. Ülkemizin ve dünyanın çeşitli güzelliklerini kendi iç güzelliklerimizle harmanladık. Kısaca, imrenilesi yaşıyorduk hayatı.
Karım öleli bir yıl oluyor. Onu özlüyorum tabii. Özlemiyle yaşıyorum. Ama, “İnsan için ömür uzun. Diğer insanlarla olduğu gibi hayatımın Gülşah’la kesişen yanı da bu kadarmış!” demeye başlıyorum. Ardından gidecek değilim ya! Bu, olabilecek şeylerden değil. İntihar edenleri anlamakta zorlanmışımdır hep. ‘Öte yan’dan davet gelmedikçe oraya gitme isteği duyanları hep ayıplamış biriyim. Davet edilmediği yerde: Hayırdır birader, seni kim çağırdı, azarıyla karşılaşırsa n’apar insan, diye düşünmüşümdür. Kısacası, karımın ardından intihar etmeyi filan aklımdan geçirmedim, onca sevgime karşın. İnsanlar yalnız ölüyor; giderken kimse, yanında kimseyi götürmüyordu. Yalnızlığa alışmaya çalıştım. Eh, kıyamet kopmadı ve onsuzum diye kopacağı filan da yoktu. Gülşah’ım, diye ağlayıp sızlandığım günler yavaş yavaş azaldı. Yalnızlığın hoş yanlarını görmeye, hattâ sevmeye başladım. Onunla çok erken yaşlarda kaynaşıp birbirimize kapanmamız, bizim ötemizdeki güzelliklere de gözlerimizi kapamamız anlamına geliyormuş; bunu da görür oldum. Ama yalnızlığa, ülkemizde hep canlı tutulan bir toplumsal tepkimiz vardır. Karısı ölen adamın evine taziye niyetiyle gelip keşif yapan evde kalmış kız anaları gördüm ben. Yalnızlık Allah’a mahsustur, diyerek insana tadıyla yas bile tutturmayan, sözüm ona akrabalar, dostlar... Zaman, pek çok kanatlı sözü olduğu gibi, bunu da doğruladı. İnsan yalnızlığında ne ölçüde kendine yetse de, sıcak bir ses işittiği zaman, içinde başkalaşıveriyor her şey.
Bankadan bir arkadaş aradı bir gün. Benden bir yıl önce, boşanarak dul kalmış bir arkadaşım. “Yahu, dedi, kapadın gittin kendini, bir mezar hayatı yaşamadasın. O güzel kadın sana giderayak bir güzellik yapmış, seni, özgür bırakmış; hadi gel, hayata biraz başka pencerelerden de bakalım seninle.” Hayata başka pencerelerden bakma ile ne kastettiğini bilsem de, arkadaşın şaka yaptığını da bildiğimden, “Tamam birader, bakalım…” dedim.
Günün akşamüzeri, Sanatevi’nin bahçesinde buluştuk. Kerim, benden önce gelmişti; top sakallı, 60’ında bir delikanlının karşısında, ikinci birasını yudumluyordu. İhtiyar delikanlının önündeyse cola damgalı yarım bir bardak vardı. Tanıştırıldık. Ressammış. Yakında açacağı bilmem kaçıncı sergisini hazırlamadaymış. 30 yıllık evlilikten, torun torba sahibi olduktan sonra hem karısından, hem de hayatımın asıl parçası, dediği İstanbul’dan ayrılmış. On beş senedir özgürlüğünü yaşıyormuş, doya doya. Gülmeyi bilen tatlı bir insandı. Olduğundan fazla mutlu görünen böyle iyi insanlarla tanışmak güzeldi. Dudakları gülerken gözleri dilinin sakladıklarını ortaya serpiştirir dururdu; siz de onun masum yalanını paylaşırdınız. Doğan Bey, öylesi hoş insanlardandı. Ama lambaların yanmasıyla ‘zaman’ın farkına vardı ve hareketlendi. Oysa bu sevimli adamla kaynaşacağımıza inanmaya başlıyordum! Gitmeliyim, almam gereken ilaçlarım var genç adam; seni tanıdığıma çok sevindim, dedi, kalktı. Beyaz, Attila İlhan’ın hiç onsuz görünmediği kaptan şapkasına benzer bir kasketi başına geçirdi, minik çantasını koltuğuna kıstırdı, hafif kamburlaşarak yürüdü gitti. Gözlerim bu mutlu ihtiyar adamın gidişini izlerken kalkıp yerine geçtim. Kerim’le karşı karşıya olmak için.
Kerim, benden sekiz yaş büyüktü, ellisine yakındı. Tepeleri kelerse de, omuzlarına dökülen uzun, beyazı çoğalmış saçları vardı. Bu onun karizmasıydı kendince. Severdi uzun saçı. Zaman zaman atkuyruğu bağladığı olurdu. Sesi güzeldi. Belli bir tarzı da vardı. Daha bankadayken derneklerde başladığı şarkıcılığı, nerdeyse profesyonel olarak sürdürüyor, emeklilikten aldığının birkaç katı ekstra para kazanıyordu şarkı söyleyerek. Bir yerlerde fasıl yapıyordu. Yalnızlığı karısıyla olmaya tercih etmesinden bir yıl önce emekli olmuştu.
Bana da bira söyledi, ne içersin, bile demeden. İki dakika sonra, bir kâse antepfıstığı eşliğinde bira şişesi ve lâle bardağı, masadaydı. Şişeyi bardağa boşalttım. Kerim kendi kadehine uzandı. Hoş geldin birader, sözüne cam sesi eşlik etti. Hava sıcaktı, biranın iki yudumu, o acımsı serinliğini boğazımdan mideme doğru sıvadı. Çevremi sanki o zaman fark eder oldum.
Bahçenin sokak tarafındaki duvarının dibindeydik. Yan masada bir adamla iki genç kız vardı. Arkamda üniversitede hoca olduklarını belli eden ipuçlarıyla dört beyefendi, tartışmadaydı. Siyasi derinliklere dalmışlardı. İktidardaki parti kapanır, hükümet düşer, yeni bir seçim olur muydu olmaz mıydılarla, döktürüyorlardı. Yok efendim, ekonomik hayat felç olurdu, yoksullar daha yoksul, finans dünyasının baronları daha bir semirmiş baronlara dönüşürdü de, parti kurtulmalı hükümet kalmalıydı da… Hayır efendim, bunlar başımızda kaldıkça ülke kargaşaya, insanımız güvensizliğe, siyasi yapımız bölünmeye doğru gidiyordu da vb. vb. vb… Bunlar tartışadursunlar, zaten iki savcılık kıyasıya yarışıyordu; hangisi daha baskın çıkacaktı bakalım, Yargıtay savcısı mı Ergenekon savcısı mı?..
Kerim’in ardındaki akasya ağacının altında bir masa boştu. Onun yanında benim çaprazıma gelenindeyse üç kadın oturuyordu. Diğer masalar aşağı yukarı doluydu. Birinde Sanatevi’nin başkanı da vardı. Yanındaki dört kişiyle konuşması arasında, Kerim’e selam verdi.
Burası güzelmiş yahu, dedim. Sen bu kardeşine takıl, ne güzellikler yaşarsın, diye kasıldı Kerim. Hayatından memnundu. Tek oğlunu okutup evlendirmişti. Kendinden başka kimseye karşı sorumluluğu kalmamıştı yani. Biraz da kendimizin farkına vararak yaşayalım yahu, diyordu. “Ama, dedim, sen zaten hep kendinin farkında değil miydin? Üstelik bunu şarkılar söyleyerek başkalarına da fark ettiren bir yaşantın vardı!”
“Orası öyle de.. demeyeceğim.. öyle görünüyordu belki. Ben şarkı söylerken.. fark ettiğim o berbat dış dünyayı katlanılır kılmaya çalışıyordum.. kendim için. Bilirsin, bizim müzik bir şikâyet müziğidir. Şarkıyı söylersin, kendini yansıtma çabası sergilersin; ama insanlar seni dinlemezler. Vah garibim, şunun haline bakın; kim bilir ne acıları vardır, demezler, kendi efkârlarıyla sevişirler.”
“İnsanlara kendilerini fark ettirmek keyifli olmalı ama!.”
“Doğrusu.. profesyonelce bakarsan.. öyle. Yani sonuçta parasını aldığın insanlara bir tür bedel ödemek bu... Ama ben şarkı söylerken başkalarından çok kendime hizmet etmek istiyorum. İnsanlar dertlensin ya da eğlensin, gibi bir derdim yok.”
“Bu amatörlük.” dedim.
“Doğru ama. Başka türlü haz alamazsın yaptığın işten.”
Konuşurken Kerim biraları yeniletmişti. Bira, üzerime mevsimin ağırlığının daha bir abanmasına yol açmış, her yanımdan ter boşanmaya; öte yandan, alkole düşkün biri olmadığımdan, o kadarcık alkolle, gözüme çarpan şeylerin pürüzleri törpülenmeye başlamıştı.
Yeniden dolan kadehimden bir yudum alırken çaprazımızdaki üç kadından biriyle göz göze geliverdik. Sanırım, olabileceğinden fazla kaldı bakışım, kadının yüzünde. O da takıldı. Masaya dayalı dirseğinin havada tuttuğu elinde incecik parmaklarını ve o parmakların arasındaki sigarayı gördüm. Ben bu yüzü tanıyorum, ama nereden, havasını çoktan aşan bir bakışmaydı. Mâdemki bu kadar uzun bakmıştım, o zaman bir selam yollamam da nezaket gereği olurdu. Kadehimi hafifçe kaldırarak gülümsedim. Karşılığı geldi selamımın. Sigaralı eli sigarasını küllüğe bastırırken biraya uzandı. Kadehin arkasında daha da küçülen zayıf bir yüzü vardı. Uzun siyah saçları, gürdü. Köşeli alnını kapatmasın diye şakaklarına birer toka yerleştirip saçlarını kelepçelemişti.
Bazen konuşurken bazen Kerim’i dinlerken gözlerim o yana kayı kayıveriyordu, hemen her defasında göz göze geliyorduk. Galiba ondan hoşlanmıştım. Hiçbir zorunluluk olmadan, karımın dışında bir kadının yüzüne belki ilk kez bu kadar uzun süre ve yeniden yeniden bakıyordum. Ona kanımın kaynadığını en yoğun hissettiğim dakikada iki kez hapşırdım. Göz gözeyken. Kerim’in “Çok yaşayasın Salâh kardeş.” dileğine onun da o mesafeden göz kırparak dudaklarından anladığım dileği, bir kıkırtının önü sıra geldi. Çok komik görünmüş olmalıydım. Sanırım utandım. Gözlerimden yaş geldi. Kerim’den izin isteyip lavaboya gittim. Biranın doldurduğu torbamı boşalttım. Yüzümü yıkadım.
Çıktığım kapının yanındaki bayanlar tuvaletinin önünde sıra beklermiş gibi duruyordu. Beni görünce gülümsedi. Şaşırmıştım; ama sevincimin yanında şaşkınlık neydi ki!.. Kurulanmakta olduğum peçeteyi yandaki çöpe atıp elimi uzattım:
“Salâh… Siz de göresiniz…”
Güldü.
“Özge. Göreyim, diye geldim. Teşekkür ederim. Çok tatlıydınız, tanımayı istedim sizi!..”
“Tatlıdır, tanışmak... Elimden gelse dünyadaki bütün insanları tanıştırırdım.” dedim. Güldük, lafı çarpıtmama. Numarasını istedim. Telefonu elindeydi, “Siz söyleyin, ben sizi arayayım.” dedi. Söyledim. Hemen kaydetti. “Bekleyeceğim aramanızı.” dedim. “Fazla bekletmeyeceğim sizi.” dedi. Tuvaletin kapısı açıldı. O çıkan hanıma yol verirken ben de uzaklaştım hemen. Çünkü gözlerimde bir buğulanma, burnumda karıncalanma hissetmiştim. Hapşırığın pimi çekilmişti.
Masaya iki adım kala patladı. Art arda iki hapşırıkla sendeledim. Kerim gülerek, Salâh’çım, sana hava dokundu galiba, üşüttün, dedi. Bir Akdeniz yazında üşütmenin ne kadar komik olacağını bildiğimizden, bunu bir espri bile saymadık.
Özge’nin lavabodan dönmesiyle, bayanlar hareketlendi. Az sonra da çıktılar. Gözlerim onları izledi. Kapıya yaklaştıklarında dönüp baktım. Selamlaştık yine. Daha önce tanışmadığımıza inanmaz görünen Kerim’le bir saat kadar daha oturduk. Ayrılırken o kızın Kerim tarafından ayarlanmış biri olabileceği gibi hınzırca bir düşünce aklıma gelmedi değil. Ama bunu ona belli etmedim. Sadece, bu güzel akşam için teşekkür ettim, ayrıldık.
Sitenin girişindeki büfeden altılı paket kutu birayla biraz çerez aldım. Bu gece düşünülecekti, belliydi bu. Sadece düşünülmedi, konuşuldu da. Hem de uzun uzun. Selamlaşmamızın üzerinden iki saat on beş dakika geçmişti ki, arandım. Bira kutularından üçü boşalmış, gözümde eşya bütün keskin hatlarını yitirmişken... İlk konuştuğumuzdaki sesi, telefonda daha bir tatlıydı. Sanırım on dakika hapşırık muhabbeti oldu. Sohbet onunla ısındı. Sonra birbirimizi kısmen tanıtan açıklamalarda bulunduk. Galiba, son zamanlarda yaygınlaşan ifadesiyle, aramızda bir pozitif enerji transferi de oldu. İyi geceler dilekleri ve ertesi günün buluşma saati kararıyla geceyi bitirdik. Aynı saatlerde aynı yerde olalım, cümlemi beğenmedi. Son yıllarda buluşup oturulabilecek öyle güzel mekânlar yapıldı ki bu şehirde, bir güzelliği aynı yerde iki kez yaşamak saflık olur, dedi. Haklıydı, ben nasıl düşünmemiştim bunu!.. Bazı güzellikleri belli mekânlarla sınırlamamak gerekirdi.
Forum’un güney girişindeki cafeye erken gelen ben oldum. Ama sanki o daha önce gelmiş de bir kuytuda beni gözlermiş gibi, oturmamla birlikte masanın yanında bitiverdi. Bu ne güzellikti! Düşündüğümüzce düşünülmek gibisi var mıydı?.. Yüzünün sergilediği sıcaklığı eliyle de yansıttığını gördüm. “Böyle hiçbir mecburiyet olmadan.. ve birilerince tanıştırılmadan tanıştığım ilk insansınız…” dedim.
“Aynı şey benim için de geçerli.” dedi. “…Bunu niye saklayayım ki?..” diye ekledi. Susuşumu onaylama saydı:
“İyi.. o zaman birbirimizden saklayacağımız fazla bir şey yok.” derken gözleri ışıl ışıldı. Gülümsüyordu, dememe de gerek yok aslında. Çünkü ancak gülümseyen insanın gözleri böylesi bir durulukla ışıldardı. Konuşurken de dinlerken de gözlerini benden ayırmıyordu. Bu, saklayacağı şeylerinin olmadığına, geçen her dakika daha çok inanmaya zorluyordu insanı. Uyduran ve uydurduklarını oynayanların oynaklığı yoktu onda. Ama toy bir genç kız ürkekliği de yoktu. İnce askılı, koyu zemine renk renk çiçek desenli tek parça giysisi, bana sutyen takmadığını düşündürdü, nedense. Böyle abiye giysi içinde incecik, bibloyu andıran kadınları doğanın salt estetiğe dönüşmüş nesnesi gibi görürdüm. Özge, böyle düşündüğüm kadınlardandı ve büyük ölçekli, canlı bir bibloydu.
Yaşı 25’le otuz arası olmalıydı; sormadım. Üç yıldır bir dershanede, rehberlik servisine bakıyormuş. Çocuklarla olmanın güzelliğinden söz etti. Kendimi anlatmaya başlayınca, karımın ölümünden çok, baba olmayışıma üzüldüğünü gördüm. Genel olarak kadınlar -feministlerle biz erkekler ne dersek diyelim- çocuk sahibi olmayı her şeyin üzerinde görüyorlar. Yeryüzündeki varoluş nedenimizin, neslin devamını garantiye almak olduğunu düşünüyorlar.
Neden evlenmediğini sorduğumda hiç düşünmeden, sanki hazır bir yanıtla, konuşuverdi: “Sizi bekledim.” dedi. Bu, ikimizi de her türlü komikliğe olabileceğinden daha çok güldürdü. Bu kez bakışlarını başının çevresinde bir hale oluşturacak kadar çevirdi. “Bu, dedim, bu yaşıma kadar duyduğum en güzel yalandı!..”
“Af’edersiniz, biraz saçmaladım galiba.. ortam güzel olunca…”
“Yoo, sevdim bu deliliği. Delikanlıca bir yanıttı.” dedim.
Rahatlayacağına, yüzünü saklayarak gülmeyi sürdürdü, kızardı da. Onu utandıran konudan uzaklaşmak için, size bir şey soracağım, dedim.
“Tabii, dedi, yeni tanışıyoruz.. her şeyi sorun!”
“Yo.. aslında pek önemli değil, hattâ sizinle ilgili de değil.. öylesine: Kerim’i tanıyor musunuz?”
“Kim ki o?”
“Dün benim yanımdaki arkadaş…”
Çok şaşırdı. Hayır, tanımıyordu. “Kim ki o?” şeklinde değil de “Hayır, tanımıyorum.” olsaydı yanıtı, tanıdığına büyük bir kanıt olacaktı. Aslında bunu, söylediklerinden çok davranışları da gösteriyordu. Mersin küçük bir şehirdi, görmüşlüğü olabilirdi, ama tanımıyordu. Öyleyse inananların kadere, inanmayanların rastlantıya bağlayabileceği bir karşılaşmaydı bizimki. Bana göre, kader de rastlantı da desek, tam zamanını beklemiş bir tanışma. Biz, tencere kapak kadar uyuşabilecek miydik bilmiyorum ama, birbirini kendileri bulmuş insanlardandık. Ne olursa olsundu, onu tanımak, son yıllarda başıma gelen en güzel şeydi.
Bunu ona söylemeye çalışırken hapşırdım. Bu defa bir kez... Hayretler içinde, kahkahalarla güldü. Yine utandım, patavatsız bir çocuk gibi gördüm kendimi. Bu, gerçekten şaşırtıcıydı. Daha önce benzer bir durumu hiç yaşamamıştım. Gerçi Gülşah’ın dışında bir kadına cinsel bir yaratık olarak baktığım da olmamıştı hiç. Ama içimden gelerek seslendirmek istediğim güzel bir duyguya böyle bedensel bir tepkim olmamıştı. Yeni bir durumdu kısaca...
O buluşmadan sonra Özge’yle, deyim yerindeyse, gün sektirmedik. Tanışmamızın üzerinden iki hafta geçti. Bazen saatlerce oturup bira içtik, bazen dakikalarca yürüdük. Oturdukça, içtikçe ve yürüdükçe daha bir yakınlaştık, dostluğumuz pekişti. Beraberliğimizden derin hazlar alıyorduk. Benim ‘siz’ler çoktan ‘sen’ olmuş, dillerimizin işlevini çoktan ellerimiz almaya başlamıştı. O benimle hâlâ ‘siz’li konuşuyordu. Ama ben ne zaman sıcacık ellerini tutup da bir duygu esintisi yollamak istesem; fırsat düşse ya da içimden gelse de ona şöyle kendimden geçerek ve onu mest ederek, belki ardından tutkulu bir öpüşmeye de kendimi hazırlayarak: “Seni seviyorum.” diyecek olsam, her defasında göğsüm başka türlü kabardı, içimden yekinen hapşırığı tutamadım... İki kez, ama her defasında iki kez hapşırdım. Öyle ki, içimden muzip bir yerlerimin sanki bana, salaklığın lüzumu yok, kendini de kızcağızı da kandırma, kart teke, dediğini duyar gibi oldum. Bana böyle diyen, sanırım onun bana göre epeyce genç olduğunu düşünen ve ona gerçek bir tutkuyla değil de gençliğinin, tazeliğinin çekiciliğiyle bağlandığımı düşünen yanımdı. Oysa Özge’nin o kadar hoşuna gidiyordu ki, artan bir şiddetle gülüyordu bu durumuma, her seferinde. O bana böyle sıcakken içimdeki muhalif yanımı anlayamıyordum. Neyse, bu münasebetsiz hapşırığın kaynağı üzerinde duracak değilim, ben ne psikolog ne de doktorum. Ancak bunu nasıl yaşadığımı, sinirlerim gerilerek, bazen içimdeki.. ne ve ne zamandan kalma olduğunu tam bilemeyeceğim öfkeye benzer birikimlerin, böylesi bir patlamayla boşalıverdiğini anlatabilirim gibi geliyor bana.
Her şeyden önce, bu hapşırığın fiziksel yapımız için gayet doğal bir boşalma olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Daha bebeklik günlerimizde tanıştığımız bir refleks olduğunu. Bizim için de diyenler olmuştur sanırım, kendimi bildim bileli, ne zaman hapşıran ve ardından da esneyen bir bebek görsem, çokbilmiş büyüklerin, sağ ellerinin işaret ve orta parmaklarını birleştirip bu parmakların sırt kısmını bebeğin önce gözlerine sonra da alnına minik darbelerle vurduklarına, bunu yaparken de, ukkucuğun gözüne akılcığın başına, dediklerine tanık olmuşumdur.
Tanışmamızın üzerinden bir ay geçti. Artık birbirimizi her yönümüzle tanıdığımıza inandığımız günlerdeyiz. Yeni bitirilmiş, türlü ağaçlarla da güzelleştirilmiş bir park şeridiyle süslenen sahil yolu üzerinde lüks bir lokantadayız. Artık Özgesiz olamayacağımı anladığım aşamasına gelmişiz beraberliğimizin. Ona kendisiyle evlenme isteğimi ileteceğim. Yoğun bir heyecan dalgasıyla sallanıp durmadayım. (Gülşah’la evlenmemizin bu evresi sanırım böylesine heyecanlı olmamıştı. O, sanki zaten birlikte büyüdüğümüz ve birbirimiz için hazırlandığımız insandı. Evlenmemiz de çok olağan gibi gelmişti.) Bu heyecan.. evet bu heyecan başkaydı! Sanki kadın denen latif yaratığı hiç tanımamış, nasıl bir karanlık ormanın önünde olduğunun ayırdına varmaya çalışan şaşkın bir delikanlıydım ve Özge, az sonra alacağı teklifin yaratacağı sevince ön hazırlık olsun diye değil de, benim bu zavallı aptal halime gülüp duruyordu. Onunla buluşmadan önce hazırladığım cümlelerin aklımın yaz aralığı pencerelerinden uçup uçup gittiğini görüyordum. Garsonlar gelip gidiyorlardı. Siparişti, servisti, ön aperitiflerdi, mezelerdi, ara sıcaktı.. derken ana sıcak da geldi. Bende hareket yok.
Tıka basa doyup ellerimi yıkamak için lavaboya giderek rahatlayacağımı sandım. Ilık bahçeden içeri geçince serinledim. Şu yakışıksız heyecanım sanki sıcak havanın desteğini de almıştı yanına ve az daha kalsam kim bilir neler olacaktı! Kendime gelir gibi oldum, ellerimi yıkayıp yüzümü gözümü ıslatınca.
Masaya döndüğümde Özge’yi ellerini ıslak mendille silerken buldum. Tatlı mesajlar içeren gülücüklerle baktık birbirimize. Yeniden karşısına geçince her şeyi unutup ellerini tuttum. “Bak.. dedim.. kendin için nasıl bir gelecek hayalleri kuruyordun bilmem ama.. birkaç gündür.. hayatımın geri kalan kısmında sana daha önemli bir yer açmamın çok daha başka güzellikler getireceğini düşünüyorum. İkimize de…”
Sustu. Gözlerini masanın bir köşesine kaydırıp orada tuttu bir süre. Bana öyle geldi ki böyle bir teklifi, an azından bugün beklemiyor…
“Bak.. -Yine aynı sözcükle seslendim, kahretsin- Sana uzun bir cümleyle önerdim beraberliği. Bu, işin ciddiyetini yeterince gösteriyor sanırım.”
“Yoo... Samimiyetinizden kuşkum yok. Sorun o değil.” şaşırdım:
“Bir sorun var yani?!.”
“Yook.. yanlış anlaşıldım.. sorun falan yok.. “dert etmek” deriz ya, öyle… Yani dert ettiğim yok.. demek… Ayyyiiii!.. Tamam canım tamam, üfff yaa!.. Hayatımın en güzel teklifini alıyorum.. sonra da kem küm edip duruyorum….” demesiyle birlikte benim seri bağlanmış bombalar patlamaya başladı. Bir.. iki.. üç.. dört….
Peçeteliği boşaltıp lavaboya koştum yeniden. Sanki karabiber kaçmıştı burnuma, yanıyordum. Burnumun kuytularında karıncalar yuva yapmış da genzime doğru çok önemli bir tören yürüyüşüne çıkmış ve reislerine en ince dikenlerle korunmuş hediyeler götürüyor gibiydiler… Hiç böyle olmamıştım. Alerjim falan yoktu, nenin nesiydi bu, anlayamıyordum.
Burnuma art arda çektiğim sularla karıncaları sele verip üst solunum yolumu temizledim sanırım. Aynaya bakınca daha bir azan hapşırıklarım kesildi. Oyalanabildiğimce oyalanıp nöbetimin adamakıllı geçtiğine inanınca döndüm. Özge bu kez düşünceliydi. Ben, telaş bekliyordum aslında ondan. Ama.. sanki böyle önemli bir konuyu görüşürken, “N’apılır böyle hapşırıklı adamla allasen!” filan diye mi düşünüyordu, bilmem. Doğrusu ya, bu ihtimalden korktum. İnsanlar evlenecekleri kişinin öncelikle sağlıklı olmasını önemserlerdi. Bu durum, sağlığımdan kuşkuya düşmesine yol açmış olabilirdi. Evet bundan korktum bayağı. Onun öyle süzgün haline bakıp da yüreğimin kabardığını hissederken birden bana döndü ve:
“Dur, dedi, bunda ne kadar etkili olur bilmem ama, bizim ailede hıçkırık için uyguladığımız bir şey var; sizinle onu deneyelim.” “Olabilir bir şeyse, hemen…” dedim.
“Siz ne zaman hapşırıyorsunuz, bana yoğunlaştığınızda, değil mi.. -Evet- şimdi.. gözlerimizi gözlerimize dikeceğiz ve kalabildiğimiz kadar öyle kalacağız. Birbirimizin derinliklerine daha bir girecek ve sizi hapşırtan o şey her ne ise onu yerinden söküp alacağız!..”
“Hârika. Hadi başlayalım.”
“Olmaz. Burda olmaz.”
“Neden olmasın canım, burada.. hoş görür insanlar arasındayız, hadi!..”
“Size gidelim.”
“Tamam, gidelim.”
Park yerinden, görevli gence bahşişini bırakarak, yıkanıp parlatılmış arabama bindik. Arabanın iç atmosferine alışmam, iki hapşırıktan sonra oldu. Onu evime ilk kez götürüyordum. Üstelik kendi arzusu ve teklifiyle.
Asansörde gözlerine baktım. Yalnızlığımızın cesaretini okumuş olmalı gözlerimde ki, “Hayır, şimdi değil; uzun süren bir yoğunlaşma isteyebilir bu.” dedi. “Anlaştık.” Ne kadar yolumuz kalmıştı ki şunun şurasında. Birkaç kat sonra benimkindeydik…
12. katın serinliğiyle perdeleri savrulan salonumdayız. Balkon penceresinden şehrin büyük bir bölümü ve sahil bandının düzenli ışıkları görünüyor. Denizde limana sırtını dönmüş birkaç gemiden çevrelerini aydınlatan yoğun ışık huzmeleri yayılıyor.
Özge pencereden gördüklerini yeterli bulmayıp balkona çıktı. Onu izledim. Altı minaresiyle ve onlardan dökülen ışıklarıyla Muğdat Camisi dikkatleri kendinde odaklıyordu. Ara sıra geliveren klakson sesleri dışında, şehrin gürültüsü kesilmiş gibiydi. “Aman Tanrım, şahane bir manzara; demek burda yaşıyorsun!.. İnsan böyle bir yerde aradığı her türlü huzuru bulur!” dedi. Bununla, istediği mesajı vermişti sanırım. Bana döndü. Geriye doğru kaykılarak gözlerimi daha iyi görmek istiyor gibiydi. “Ama gözlerini göremiyorum kiii!” çığlığı attı. “O zaman gel…” dedim. İçeri geçtik. Salonun bütün ışıklarını yaktım. Ortadaki avizenin altına çektim onu ve “Şimdi nasıl?” diye sordum. “Burası hârika… Sen de öylesin!” dedi.
Bakışı gözlerimde yoğunlaşırken dudaklarında şaşkın bir gülücük dolaşıyordu. Ne zaman hapşıracağımı merak ediyor olmalıydı. Ela gözlerinin duruluğuna bıraktım kendimi. Bu ne kadar sürdü bilmiyorum, ellerimin beline kaymasıyla kollarının boynuma dolanması arasında nefesimin kontrolünü kaybettim. Kesik solumalarımı seri hapşırıklar izledi. Öfkeden kudurdum:
“Allah kahretsin, kesilmeyecek bu zıkkım!..” diye bağırdım. Özge itiraz etti çıkışıma. “Bak.. dedi.. benden oldu. Senin yoğunlaşman kusursuzdu. Dudaklarıma baktın ve orada gördüğün şey çabanı boşa çıkardı.” Ona inanmamış gibi uzaklaştım yanından. Lavaboya gidip temizlenmeye çalıştım. Aslında temizlenecek bir şey yoktu. Aynaya baktım, gözlerimin hafifçe kızardığını gördüm. Yüzümü yıkadım. Rahatımı kaçıran şey var mı burnumda, diye yeniden sümkürdüm. Yok, hiçbir şey yoktu. Belliydi, psikolojik bir durumdu bu.
Havluyu yerine asıp Özge’nin yanına geçtim. O hâlâ salonun ortasında dikilmiş, boynunu bükmüş duruyordu. Yanına varmamla dudaklarına yapışmam bir oldu. Bazen insanı bir davranışa yoğunlaşmaya çalışmak kadar engelleyici şey olamazdı. Böyle düşündüm birden ve Özge’nin hiç beklemediği bu çıkışı yaptım. İşe yarayıp yaramayacağını merak bile etmeden. Öylesine. İçimden geldiği gibi.
Heyecanla sarıldığım ve tamamen kendimden geçerek öptüğüm Özge de ilk şaşkınlığı geçtikten sonra kendini bana bırakmıştı. Bir genç kızla öpüşmenin lezzetli yanı biraz sonra bende daha başka çağrışımlarla beslendi. Onu öpüyordum ama, aklımdan kim bilir neler geçiyordu. Kalbimin çarpıntılarıyla soluğumun normale dönmesinden sonra kendimi geri çekmek istedim. Özge bırakmadı; ağzının meşgul olduğunu unutmuştu sanırım, bir şeyler homurdandı. Sonra kahkahalarla gülerek uzaklaştırdı dudaklarını benden. “Başardık galiba haa?!.” dedi. “Sanırım öyle oldu.” dedim. Dudaklarımın kenarından şapırtıyla öptükten sonra… “Biz.. lokantada ne demeye çalışıyorduk?” diye sordu.
“Benimle evlenir misin?” diyecektim.
“Eveeeet… Sen yeryüzünü dolaşsam örneğini asla bulamayacağım bir adamsın, kaçırır mıyım seni delii?..” dedi ve kucağıma sıçradı, bacaklarını belime kenetledi. Bu öpüşme daha uzun sürdü.
Sonra mı, daha sonra ne olduğunu anlatmak istemiyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.