23 NiSaN -NeŞe DoLSaK Mı aCaBa?-
Her şey birkaç sene önce o gece kendi halimde otururken, yerde yuvarlanan top şeklindeki her nesneyi gözlemlemeyi en büyük yükümlülüğü olarak gören spora meyilli cevval Türk kafamın beni uyarması sonucu, iki adet şampiyonlar ligi bir adet de nba playoff maçından oluşan aşağı yukarı 6 saatlik bir spor furyasını takip etmek amacıyla televizyonun açma düğmesine basmamla başladı. Her ne kadar ülkemiz takımları o sene Edirne’nin ötesinde Banu Alkan’ın sinemadaki başarısını aratmayacak bir avarelik içinde bulunsalar ve bu yüzden yurdum topçularının gül yüzlerini ve Pele gibin çalımlarını Star spikerinin eşsiz türkçesi eşliğinde dinleme onurunu bize çok görmüş olsalar bile, elin gavuru boş durmuyor maç üstüne maç yapıyordu; takip etmek lazımdı. “Getir patlamış mısırı getir kolayı, üstüne getir çayı getir sigarayı, keyfe bak be, oy oy aman sabahlar olmasın” derken bir anda ilk maçı çoktan bitirmiş ikinci maçın arefesinde buluverdim kendimi. Hemen, aradan yararlanıp yedi büyük adımla tuvalete yapılan bir nezaket ziyaretinden sonra otomatikleşmiş bir şekilde bardağımı çayla doldurup televizyon keyfime kaldığım yerden devam etmeye koyuldum. İkinci maçın ortalarına doğru Del Piero soldan kaptırmış giderken, bir anda televizyonun sol üst, numaralının sağ alt köşesinde bir Türk bayrağı üstünde beliren Ata’mla göz göze geliverdim ve “hasbünallaa! Ata’ma bak be! Topçularımız elendi ama Ata’m elinde Türk bayrağı Neu Camp’ın ortasına peydah oluverdi; peh peh peh hey büyük Ata’m!” nidaları içinde esas duruş alıp istiklal marşını söyleyeyazıyordum ki, birden aklıma lisedeki tarih hocamın müthiş üslübuyla söylediği o dillere destan cümle geldi: ” Ve 10 kasım sabahı saat 9’u 5 geçe ulu önder hayata gözlerini yumdu. Naaşı önce Etnografya müzesine, oradan da...”. Aman yarabbi! Bu nasıl olabilirdi, ya Star televizyonu ya da tarih öğretmenim yalan söylüyordu. O sırada odaya giren 5 yaşındaki kuzenim “Aaaaa, bugün yiymiüş yisan, atatüyk, hehe de hehe” diyiverince kendime gelme ve iyi kötü onca yıllık karizmamızı elin veledine maymun ettirmeme ihtiyacı hissettiğimden tepki vermedim. Öyle ya aylardan nisandı, her ay gibin bu ayın da bir 23’ü olmalıydı, evet evet takvimi kontrol etmek lazımdı, şu kadarcık veledin ipiyle kuyuya inmemek lazımdı. Takvime bir bakış ve oooooof of! Bir sonraki gün çekeceğim işkence geliyordu aklıma...
Aynen şunlar olacaktı: Önce her bayramki gibi sabahın köründe devlet büyüklerinin önünden süvariler, piyadeler, top-tüfek, tank, at arabası, çim biçme makinası, düdüklü tencere, mutfak robotu vs. elde avuçta ne kadar alet edevat varsa geçirilecek, bu vesileyle dosta düşmana “bak da adam ol ne kadar güçlüyüz yürü be, bir de birbirimize kenetlenmişiz ki sorma gitsin goy goy da goy goy” mesajı verilecekti. Ondan sonra kültür yüklü programlar silsilesi sabah şekerlerimiz, adını soyadını zor söyleyen çocukları programlarına çıkaracak, “ehe, sizin bayramınız bugün ne düşünüyosunuz bakiym?” türevi sorularla o anki tek düşüncesi dekordaki balonlar olan ufaklıkları iki kelime için maymun edeceklerdi. Sonra bir sürü hediyelerle çocuklar evine gönderilecek ve kesin emin olduğum bir şekilde, ana haber bültenlerinden veya benzeri ciddi geçinen, ciddi olması ya da en azından ciddi görünmesi gereken programlardan birine, her nevi yırtık kumaş parçasından fırlayabilme yetisine sahip o turuncu saçlı, gözlüklü çocuk çıkacak ve spikerin iğrenç bir yapmacıklıkla sorduğu “Peki, memleketi bok götürüyo ya, eee bu durumda sen başta olsan naaapardın?” mealindeki bir sorusuna, küçük yaşta medya maymunu edilmekten muzdarip, boşa harcadığı nefesinden bihaber, ittire kaktıra çenesi zekasını geçmek zorunda bırakılmış çocukcağız, kendi yaşına göre komik ama normalde bir yetişkinin gülümsemek için bile lahavle çekeceği bir üslupla cevap verecekti; anlatamayacaktı onun bu yaşta cevaplaması gereken en sorunun bu olduğunu. Bir de üstüne tuz biber niteliğinde, sunucunun “o kadar kastım ki birazdan ortadan ikiye ayrılabilirim” cümlesi cıplak gözle alnından okunabilecek kadar kendini zorlayarak gülümsemesi ve de bununla kalmayıp “keh keh keh ne kadar komik değil mi sayın seyirciler, alem çocuk, havuç değil meyan kökü mubarek” cümlesini patlatması gelecekti. Çünkü öyle yapmak zorundaydı: bu gün çocukların bayramıydı, onları eğlendirmek, onlara hediyeler vermek lazımdı, mutlu ve güçlü bir ülke görünümü vermek lazımdı, tıpkı önlerinden geçen metal yığınlarına uykulu gözlerle el sallayan devlet adamları gibi... Çocukların günüydü, duyarlı olmak lazımdı. Ama bunca duyarlılığın arasında hep gözden kaçan bir şey vardı. Şırnak’ta, Bitlis’te, Batman’da, Muş’ta ve buna eklenebilecek bir torba daha şehirde de çocuklar vardı. Bu programları seyreden, minicik dimağlarının sepetlerine, rüyalarında göremedikleri, anlam veremedikleri bu yaşam tarzını ve kendileriyle yaşıt çocukların ayaklarının dibine serilen ama kendilerinin yabancısı olduğu bu imkanları sığdıramayan çocuklar... Bu yüzden yine bir 23 Nisan günü olacak ama 1920’nin 23 Nisan’ından çok da ileri olmayacaktı. Atatürk’ün mirasını emanet ettiği çocuklar aynıydı ama büyüdükçe değişiyordu demek ki insan. Mirasın ruhunu unutup kabuğunu süslemeye çalışıyordu, bütün vitamini de kabuğundaydı ama... Neyse sinirlenmiştim akşam akşam. Allahtan kendimi bulmam için seyredecek bir Magazin Forever’ım vardı...