- 955 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİBER
Biber
“Ulviye sen biliyorsun Türk pezevenk daha iyi”
Aliyona’nın dudaklarından fırlayıp beyinleri delen bu cümle ile açtı koca gözlerini Ulviye, ve dikti karşısındakinin ürkek gözlerine. Acaba kurduğu cümlenin anlamını biliyor muydu? Yoksa yarım yamalak Türkçe’si ile bir şeyler anlatmak isterken sözcükler mi karışmıştı ağzında.
“Türk pezevenk var. Seni sattı bir adam. Nasıl…? Adam var kız istiyor. Rus kız, bilmiyorum Moldov kız, bilmiyorum Ukrayna, bilmiyorum başka bir şey kız. Kız buldu bir Türk pezevenk. Bir adam. Konuştu bir saat, bilmeyeceğiz iki saat, bir gün, bir gece. Adam aldı kız gitti. Türk pezevenk bekleyeceğiz kız gelmedi. Ama Türk pezevenk bileceğiz kız hangi otel, bilmiyorum hangi ev. Hemen gideceğiz. Buldu adam, aldı kız.Rus pezevenk öyle değil. Verdi kız bir adam. Aldı elli dolar, bilmeyeceğiz yüz dolar, bilmiyorum bu dolar. Gitti kız.Rus pezevenk aldı votka içti. Unuttu kız ne olacağız. Neresi? Bilmeyeceğiz Moskova, bilmeyeceğiz başka bir yer. Rus pezevenk unuttu. Bilmeyeceğiz aldı adam götürdü neresi. Kız ne olacağız. Dayak yedi. Başka. şey…”
Aliyona anlatıyor, Ulviye tüm dikkati ile dinliyor, duyduklarını doğru anlamaya çalışıyor, anlatılanlar karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu. “Kızlar” diyordu “kızlar var ondört yaş, onbeş yaş. Adam istemez otuz yaş, otuzbeş yaş. Güzel hepsi. Hiç dil bilmez. O firma getirir. Firma ona iş yapacağız. Bilmiyorum tekstil, bilmeyeceğiz hasta bakacağız. Temizlik yapacağız… Geldi bu Türkiye, bu İtalya, bu Almanya, bu Grek, yani siz söyleyeceğiz Yunanistan. Kız indi uçak, firma, iş, kız küçük.. Bilmeyeceğiz lazım firma elli dolar, yüz dolar vereceğiz firma. Adam geldi aldı kız. Bilmeyeceğiz hangi iş. Gitti hangi ev, hangi otel. İstemedi kız, istemedi otel. Dil yok. Adam böyle böyle, böyle böyle…”
Burada Türkçe’si yetmediğinden eliyle anlatıyor, pala bıyık gösteriyor, uzun bir boy, yapılı pozular, iri bir göbek…
“Korktu kız. Mecbur oldu. Adam istedi böyle böyle…”
Çeşit çeşit cinsel ilişki pozisyonlarına girip çıkıyordu Aliyona. “Kız korktu. Kız. çok korktu. biliyor- sun Ulviye, yabancı zor, yabancı çok zor. Türk erkek var hep biber yedi. Çok istedi kız. Rus erkek var, yok o kadar isteyeceğiz kız. Bir kere yattı başka yatamayacağız kız. Türk erkek, bir kere yattı bilmeyece- ğiz yarım saat, bilmeyeceğiz bir saat olacağız. Bir daha yatacağız. Biber, çok biber, çok biber…” Aliyona anlatıyor, Ulviye dinliyor, anlatılanların çoğunu anladığını düşünüyor, hem zavallı kızlara, hem ülkesinin çar çur edilen dövizlerine içi yanıyor, ama biberle hiçbir ilgi, ilişki kuramıyordu.
-“Baklava demek istiyorsun galiba Aliyona” diye düzeltti onu.
-“Hayır ben biliyor baklava ne olacağız. Baklava değil biber.”
-“İyi de biberin insanlar için böyle bir etkisi olmaz ki.”
-“Nasıl olmayacağız var sizin televizyon bir adam. Çok ses. Büyük ses. Böyle Maykıl Ceksın ama Maykıl Ceksın değil. Nasıl söyleyeceğiz? Sanki şeker ses gibi bir isim olacağız. Çok bağırmak. Güzel bağırmak olacağız. Hep biber. Hep çok kadın. Güzel kadın. Her gün başka kadın”.
Ulviye, ülkesinin büyük millet meclisinde çiğ köfte partisi yapıldığını, televizyonlarında da yanık sesli Türkücülerin avaz avaz bağırarak Türkü söylüyorum zannı altında çiğ köfte yoğurduklarını biliyordu da çiğ köftenin içine konulan biberin böyle bir etkisi olduğunu bilmiyordu.
-“Bunu sana kim söyledi? ” diye sormadan önce ister istemez gülmüştü.
-“İsmet”
İsmet’in güneydoğulu olduğunu düşününce böyle bir açıklama yapmasının nedenini anlamak kolaydı. Her yemeğe acı biber doldurmanın gerekçesini aynı kültürden olmayan birine başka nasıl açıklayabilirdi ki?
“Seni de sattılar mı? ” sorusunu yöneltti bu kez.
“Ben var geldi önce Türkiye. Yanımda var İsmet. İsmet iyi insan “ diye anlatmaya başladı. Türkiye’ye bir firma aracılığı ile gelmediğini, İsmet isimli bir iş adamı ile geldiğini, İsmet’in ona her konuda yardımcı olduğunu, emniyetli yerlerde kendisine iş ayarladığını anlattı. “Ben otuz beş. Ben. değil ondört onbeş. Ama. ben gidecek Moldova, söylemeyecek gitti Türkiye. Gittin Türkiye oldun kötü kadın. Ben değil kötü kadın. Ben var çalışmak. Para yapmak. İnanmayacağız benim anne. Benim abla. Onun için söyleyeceğiz başka yer. Bilmiyorum Romanya, bilmiyorum Moskova..”
-“Ama Aliyona hani oralarda her şey daha kötü demiştin.”
-“Eveet ama burası Türkiye.”
Bu kelime onun için özel bir deyim haline gelmişti. Olmadık ne hissetse “burası Türkiye” diyiverirdi. Olabileceklerin olamadığı, olamayacakların olduğu, hiçbir yere benzemeyen memleket.
“Benim anne yetmiş, oğul 0naltı, kız ondört. Ben iki çocuk. Para lazım olacağız. Moldova`da dil var bizim başka bir şey yok. Hastane para, okul para. İş yok. Lazım Romanya, İtalya, Türkiye…daha çok iş.”
Anlıyordu. Ulviye. Aliyona`nın ülkesinin sıkıntılarını içinde duya duya anlıyordu. Çünkü kendi ülkesinin de bir Almanya macerası vardı.
-“Sen hiç okudun mu? ”
-“Ben var onikisene okuyacağız. O zaman var Leningerat. Bilmiyorum beraber var Rusya, Çeçen Moldov Ukrayna…Okul var, hastane var, her şey var dil yok. Yani bizim dil yok, Rus dil var. Şimdi bizim dil var başka hiç bir şey yok. Her şey para, para, para
Sovyetler birliğinin dağılmasıyla oluşan yeni yaşam biçimlerini anlatmaya çalışıyordu. Moldova`da yeni üretilen atasözü gibi bir şeydi “şimdi dil var başka bir şey yok.” Aliyona`ya göre “dil var kilise var başka bir şey yok” şeklini alıyordu bu özlü söz.
-“Kiliyse gidiyor musun? ”
-“Eveeet”
Evet derken çok garip bir vurgulaması vardı. Belki doğruluğundan emin olduğu tek sözcük buydu.
“Kilse seviyor ben. Nasıl söyleyeceğiz? Allah var. Marianna var. Hıristos bir tane başka Hıristos yok. Hacım altından. Hacım altından (öpüyor hacını) pu pu pu …nasıl söyleyeceğiz? Ben seviyor ama istemiyor kilise. papaz para vereceğiz. Hep para… hep para… Benim abla var seveceğiz çok kilise. Bu var nasıl söyleyeceğiz? Resim gibi…”
“İkona” diyor Ulviye
“Siz biliyorsunuz ikona”
“Biliyoruz tabi”
Şaşırma sırası Aliyona`ya geliyordu “nereden bileceğiz? Nasıl bileceğiz? ” derken bir eli ile nakış işlermiş gibi yapıyor, Ulviye’ye bir şeyler daha anlatabilmeye çalışıyordu. Ulviye, Aliyona’nın ablasının Moldova`da kiliseleri süslemek için ömür harcadığını tahmin ederken, bazı model mecmualarını gösteriyordu. “Bu..bu..bu…” dedi Aliyona ince kanaviçe işini görünce. Ablası kiliselere ince kanaviçeler işliyor, başkaca da hiçbir şey yapmıyor, ömrünü yarı aç yar tok geçiriyordu.
-“Benim abla var çok sevineceğiz. Var bu bilmiyorum ne zaman-ölüm halini gösteriyor- o zaman abla yok kötü olacağız. İyi olacağız. Yok olacağız ama çok iyi olacağız.”
Ulviye,“Cennete gidecek demek istiyorsun galiba” dediğinde “Evet cennete gideceğiz” diye tekrarladıktan sonra epeydir sormak isteyip de bir türlü soramadığı soruyu sormasının en doğru zamanını bulduğunu düşünüyor ve soruyordu
-“Ben hiç görmedi sen namaz kılacak? ”
-“Kılmıyorum Aliyona`cığım”
-“Neden? ”
-“Bilmem ben hiç namaz kılmadım.”
-“Öyle olur? ”
-“Olur herhalde.”
-“Ama, abi, anne,geldi gitti kadın, hep ses bağıracağız. Namaz olacağız.”
Evdeki herkesin,hatta gelip giden konukların bile ezan sesini duyunca namaz kıldıklarını anlatmaya çalışıyor,Ulviye de onun uyduruk Türkçe’sini gayet iyi anlıyordu. “Onların hepsi namaz kılıyor ama ben kılmıyorum işte” diyerek geçiştirmek istediyse de Aliyona konuyu kapatmaktan yana değildi.
-“Ama ben oda gitti kapattı kapı dua yapacağız”
-“Yapabilirsin”
-“Sen bana kızmayacaksın”
-“Kızmam Aliyona`cığım. İçin nasıl rahat edecekse öyle yapabilirsin. Hatta. istiyorsan seni kiliseye bile götürebilirim.”
-Burada var kilise?
-“Var tabi” diye yanıtladıktan sonra evde bulunan ve sadece biblo amacıyla kullanılan Meryem ile İsa heykelini bir mum ve bir de kibrit eşliğinde sunarak “Al bunları git duanı yap.” demişti Ulviye. Aliyona’nın kafası öylesine karışmıştı ki bu bedeninin her yerinden belli oluyordu. Dua araç gereçleri avuçlarında;
-Sen Ortodoks? Diyerek hayret ve ümitle açtı gözlerini.
-Hayır. Elhamdülillah Müslüman’ım.
-Sen ne dedi öyle?
-Müslüman’ım ve beni Müslüman yarattığı için Allaha çok teşekkür ederim dedim.
-Sen önce az söyleyeceğiz. Şimdi çok söz olacağız.
-Önce Arapça söyledim.şimdi de Türkçe
-Sen Arapça biliyor?
-Bilmiyorum Aliyona’cığım. Kimse de bilmez ama Arapça dua eder dururlar. Sen de istediğini istediğin gibi yapabilirsin.
-Dua anlamayacağız?
-Evet genellikle anlamazlar.
Onu rahatlatabilmek için ona dilinin döndüğünce anlayabileceğini düşündüğü her şeyi anlatmaya çalıştı. Türkiye’nin resmi yasalarını, uygulanabilen ve uygulanamayan maddelerini İslamiyetin ve Hıristiyanlığın hatta diğer dinlerin ne kadar aynı, ne kadar farklı olduğunu,..
Yaşadığı deneyimlere hiç uymuyordu anlatılanlar. O aylardır boynundaki haccı nasıl saklayacağını, çantasındaki domuz salamını ve yağını hangi kuytuda yiyebileceğini hesaplamış, hep korkmuştu biberli Türklerden. Aliyona’nın bildiği Türkler, daha doğrusu Türk erkekler, biberi çok yerler, sonrada kudurmuş gibi kadın kız peşine düşerlerdi. Şimdi kafasındaki Türk imajı büyük bir deprem geçiriyor, ilk kez haccını boynunun görünüründe bırakıyor, tabağına bir dilim domuz salamı alıyordu.
Ulviye onu Meryamanaya götürmüş, o istavroz çıkarırken yanında çarşaflı bir kadın “Tövbe tövbe” demiş. Biri mum yakmış, öbürü namaz kılmış Ulviye ise taşı toprağı okşayıp temiz havayı koklamıştı.
O, Ulviye`nin yanında kaldığı sürece birbirlerinden bir şeyler öğrenme oyunu oynuyorlardı sanki. Aliyona; haşarı mı haşarı bir Moldov köy kızı idi. Babasını çocuk yaşta kaybetmiş, okul çağında yapmadığını bırakmamış, zorunlu öğretimini zoraki bitirmiş, yüreğinin çırpıntıları ile boğuşmak yerine coşkusuna kapılmış, annesinin karşı çıkmalarına aldırmamış, evlenmiş, ardı ardına iki çocuk doğurmuş, kocasından ölesiye dayak yemiş, polislerin olaya el koyması ile evlilikten paçasını kurtarmış, iş seçme şansı olmamış, ne iş olursa yapar hale gelmiş, herkesin seçtiği öteki yolu seçmiş, Bu yol Türkiye’ye kadar uzamıştı. Ulviye; Anadolu’yu karış karış gezmiş İstanbul`un altını üstüne getirmiş, ülke standartlarının oldukça üstünde,eğitimli, iyi okumuş, meslek sahibi, Aliyona`ya göre her şeyi bilen ve de iyi bilendi.
Kendince bir deyim üretmişti. Hoşlandığı ne yaşasa “Burası Türkiye burası Ulviye” diyiveriyordu. Bu; “Dünya bir yana Ulviye bir yana” gibi bir şeydi onun dilinde
Ulviye yabancı bir ülkede sığınıp güvendiği bir limandı,İsmette sandal. Biraz sandalla dolaşır sonra limanına döner işine devam ederdi.
Hastaya bakacak. Yerleri silip süpürecek, camları silecek, yemek pişirecek, asla fingirdemeyecek ikiyüzelli dolarını alacaktı. O da öyle yapıyordu.
Bir gün ellerine geçirdiği iki poşeti Ulviye ye uzatıp bileklerinden bağlamasını istedi. Belli ki eldiven olarak kullanacaktı. Ulviye, hastanın pislenmiş külotlarını yıkayacağını anlayınca “Yıkama at onları çöpe.” dedi. Aliyona`nın gözlerinin içi güldü. Ona pislik yıkatmak istemeyen biri vardı. O da zaten pislik yıkamak istemiyor ama söyleyemiyordu. Ne var ki zavallının sevinci bir tablo gibi dondu kaldı yüzünde. Çünkü bu cümleyle beraber evde kızılca kıyamet de kopmuştu.
-“Ne demek at onları çöpe”
-“Ne var canım atsın tabi. Şimdi anneler çocuklarının bezlerini bile yıkamıyorlar”
-“O anne değil bakıcı”
-“Bakıcıysa bakıcı, sonunda insan.”
-“Boşa mı onca para veriyoruz”
…
…
Ağız dalaşı son hızıyla devam ederken Aliyona bağlanmamış poşetlerle çoktan pisli çamaşırları yıkamış ve hıçkırıklarla ağlarken askıya bile asmıştı. Bu olay onun Ulviye`ye olan sevgisini daha da körüklemişti. Şimdi daha çok anlatıyor, içini dışını her fırsatta Ulviye`ye döküyordu. Biri Rus ve moldov köylülerinin, Ortodoks ailelerin gelenek ve göreneklerini, yollara dökülmüş olan kızların, kadınların yaşamlarını, nasıl sürekli kimlik değiştirerek ülkeden ülkeye gidip gelebildiklerini öğrenirken, öbürü de votka veya kola yerine çay içmeyi, misafirin önemini, bir toplumun top yekun kötü olamayacağını, Türkiye’nin bazı iç sıkıntılarını,Türk kızlarının da aynı yollarda perişan olduklarını anlıyor, ama işsizliği bir türlü anlayamıyor “nasıl işsiz olacağız nasıl işsiz olacağız, Türkiye var çok para” diyip duruyordu. Türkiye’yi sadece zenginleri ve zengin evleri ile tanıyan birine Türkiye gerçeğini anlatabilmek ne kadar zordu. Aslında Türkiye gerçeğini Ulviye`nin kendine bile anlatabilmesi çok zordu. Onun için anlatmaktan vazgeçip elinden geldiğince insani olmaya çalışarak yükünü hafifletiyor, sorularına sürekli anlayabileceği cevaplar veriyor, Rusça veya Moldovca şarkılar öğreniyor, Türkçe şarkılar öğretiyor, beslenme alışkanlığını değiştiriyor tombul bir matruşkadan incecik bir Anadolu fidanı oluşturuyordu.
Ona Türkiye’yi İsmet tanıtmıştı. İsmet iyi kazanan bir iş adamıydı. Evli, İki çocuk babasıydı. Çocukları ülkenin en iyi okullarında okuyan çok başarılı çocuklardı. Eşi evinin hanımıydı. İsmet gece eğlencelerini ve içki masalarını çok seviyordu ama eşine içki içirtmezdi. Zaten eşi de içki içmezdi. Onun için Moskova’da bir Türk fırınında işçi olarak çalışırken görüp tanıdığı Aliyona`yı Türkiye’ye “Çıtır’ı” olarak getirmiş, kalacak yer sorununu çözmek için zengin evlerinde yatılı işler ayarlamıştı. Hafta arası zamanını ailesine ayırıyor, Cumartesi geceleri onu alıp gezmeye diye götürüyor, bir lokantaya oturtuyor, içip eğleniyor, Aliyona’ya da içiriyor, sonrasını Aliyona hatırlamaz oluyordu. Geceyi genellikle İsmet’in bürosunda bir çek yatın üzerinde, ara sıra da bazı arkadaşlarının yazlık evlerinde beraber geçiriyorlar, sabah olunca İsmet önce mutlaka tepe tırnak yıkanıyor, özellikle saçlarını her seferinde yıkamasını Aliyona anlamıyor, “boy aptesti böyle olacağız mecbur olacağız ama başımız pis olmayacağız,neden yıkanacağız” dediğinde de, İsmet bu işlere karışmamasını öneriyor, sonra Aliyona`yı çalıştığı evlere bırakıp kendisi de kendi dünyasına geri dönüyordu. Gece Çıtır`ını çalıştığı yerlere bırakamazdı çünkü Türkiye’de hiçbir namuslu aile evine, gecenin bir yarısında olur olmaz kadınlar gelmezdi. Aliyona bunlardan hiç yakınmıyordu. Restaurantta oturmayı, belki bir iki garsonun kendisine servis yapmasını seviyordu. Yada tahmini çok kolay sebeplerden dolayı cumartesilerini dört gözle bekliyordu. İsmetin aldığı ufak tefek hediyeler, verdiği üç beş kuruş para Çıtır`ının bir hafta gülmesine yetiyordu.
Bir cumartesi dönüşü perişan bir halde geldi. İçin için ağlıyor, ara sıra dalıp gidiyordu. Ulviye alttan giriyor üsten çıkıyor ama konuşturmayı başaramıyordu. Sonunda Ulviye`nin oyunlarına yenildi ve dudağının iç kısmını gösterdi. Dudağı patlaktı yüzündeki şişlik ağlamaktan çok bu patlaktan kaynaklanıyordu. Ulviye dehşetle surdu.
-“Ne oldu? ”
-“İsmet beş kardeş”
-“Efendim? ”
-“İsmet beş kardeş.”
-“Dövdü mü seni? ”
-“Hayır sadece bir tane vuracağız.”
-“Neden? ”
-“Ben içmek istemedi ondan.”
Beyninden vurulmuşa dönmüştü Ulviye. Çünkü o hafta Aliyona`ya içki içmenin getirebileceği felaketleri birçok örneklerle anlatmış, olabildiğince içki içmemek için savaşım vermesini öğütlemişti. O da etkilenmiş olacak ki o akşam içmek istememiş, İsmet sarhoş olunca ısrara başlamış, Aliyona direnince ağzının ortasına tokatı yani İsmet’in tabiri ile beşkardeşi yemişti.
İsmet Aliyona`ya olanca küfürleri ve argo söylemleri iyice öğretmişti. Yabancı bir ülkede bu şarttı. O nedenle Aliyona bütün küfürleri çok kolay ifade edebiliyor, hatta olmadık ortamlarda da anlamlarını tam kavramamış olduğu bu sözleri ağzından fırlatıveriyordu ama, şimdi ağlarken küfürler yerine
“Yara geçenek biliyorsun Ulviye ama Aliyona unutmayacak” diyor, Ulviye de bu sözler karşısında susuyor, teselli edemiyordu.
-“Moldova’ya dönmek ister misin? ” diyebildi
-“İstemeyeceğiz”
-“Neden? ”
-“Çünkü ceza para çok. Ben aradı firma lazım olacağız yediyüzelli dolar. Çok para. Lazım daha çok çalışmak.”
Ne yapabilirdi Ulviye?
Aliyona korkuyordu. Hasta olmaktan korkuyordu çünkü kaçaktı ve doktora gidemezdi. Ölmekten korkuyordu. “Ölürsem” diyordu “buralarda papaz bana sahip olmayacağız.” Yakalanmaktan korkuyordu. (En çok ta para ile yakalanmaktan.) Çünkü polisler elinden bu paraları alırlar, sonra bütün erkeklerin yaptığını yaparlar- ki mutlaka onlar da diğerleri gibi biber yiyordu.-, Posası çıkınca da sınır dışarı ederlerdi. İsmet ne yaparsa yapsın razıydı.
“İsmetle neden evlenmiyorsun? sorusuna
“Biz evlenmeyeceğiz” diye yanıt veren Aliyona’nın aslında “biz evlenemeyiz” demek istediğini Ulviye gayet iyi biliyordu. İsmet Aliyona`yla evlenmek falan istemiyordu. Bu konuyu işin en başında konuşmuştu. Evlenmenin lafı bile olamazdı. Aliyona da bu konuda ona asla sorun çıkartmamış ve çıkartmayacaktı…Ondandır ki beşkardeşi unutmuş görünmek zorundaydı.
Aliyona`nın suratının ortasına bir tokat ta Ulviye`nin ailesinden gelmek üzereydi. Ulviye tatile gittiğinde evdeki eltilerden birisi onu oyuna getirmeye çalışmış, Türkçe’yi iyi bilmemesinden yararlanarak aylık ücret olarak kendisine ikiyzellimilyon Türk lirası ödeneceğini, işe girerken öyle konuşup anlaştıklarını söylemişti. İkiyüzellimilyon Türk lirası ile ikiyüzelli dolar arasında epey bir fark vardı. Sadece bu paranın cazibesi için aylardır yaşlı ve hasta kahrı çekmekteydi. Paralarını almamış, topluca alıp ülkesine, çocuklarına cüzdanı dolu dönmenin hayallerini kurmuştu. Çocuklarından başka hiç kimseye harcamadığı telefon konturlarını şimdi harcıyor ve ağlayarak Ulviye yi arıyordu.
“Ben istemedi Türk lira. Ben istedi dolar…”
Ulviye hemen rahatlatıyor, “Korkma” diyordu. “Kimse vermese bile ben senin paranı vereceğim. Sen bu konuları ve başka konuları da kimseyle konuşma.”
Ulviye tatilini bitirip eve geldiğinde Aliyona artık parasını aydan aya almak istediğini söylemek istiyor ama Ulviye`yi de kırmaktan çekiniyordu. O daha bunları tam olarak düşünemeden Ulviye ona “Sen neden ücretini her ay almıyorsun? ” diye sordu. Sanki bu kadın onun içini okuyordu. Boynuna sarıldı “Burası Türkiye burası Ulviye.” dedi. Sevindi. Ağladı. Güldü.…
Parasını almak istiyordu istemesine de çaldırmaktan korkuyordu. Nerede saklayacaktı. Bankaya yatıramazdı. O bu ülkede bir kaçaktı. Kaçak olmasa bile Moldova`da bankalar soyguncu gibiydi. Türkiye’dekilerde onlardan geri kalmıyordu. Dolarları çocuklarına gönderemedikten sonra almanın ne anlamı vardı? Hemen bir çözüm yolu bulundu. Parayı İsmete verecekler, İsmet iş nedeniyle Moldova`ya giden arkadaşlarına verecek, onlar da ailesine teslim edeceklerdi ama o zaman da Türkiye`de olduğu anlaşılırdı. O bunu hiç mi hiç göze alamazdı. Türkiye’de olduğunun bilinmemesi için çocuklarını arıyorken bile ezan saatlerini takip ediyor, ezan sesinin telefondan duyulması riskine karşı önlemler alıyordu. Buna da bir yol bulundu. Parayı iş adamlarının sevgilileri verebilirdi. Sonunda hepsinin Moldov, Rus veya Ukraynalı bir sevgilisi vardı. Planlamalar yapıldı ve Köyüne parayı ulaştırmak çok zor olduğundan şehirdeki ablasının adresine ulaştırılmak üzere İsmet paralarını aldı.
Hasta ağırlaşmış, beklenen son gelmişti. Yeni bir ev yeni bir iş bulmadan önce memleketine gidip özlem gidermek iyi olurdu. Yavaş yavaş içine ayrılık ateşi düşmüş Ulviye’nin gözlerine bakarak “Seni unutmayacağız.” demeye başlamıştı sık sık. Çok aşama kaydetmişti, ama bir türlü tekil konuşmayı beceremiyordu.
Birliktelikleri süresince “Her çiçeğin bir masalı vardır” diyerek kardelenden orkideye dek binlerce masal anlatmış olan Ulviye ayrılırlarken de bir masal anlattı. “Bataklıklarda açan nilüfer çiçeklerini düşün, o kadar güzeldirler ki; oradan uzaklara gidince ne sivrisinekler ne pis kokular ne de her şeyi içine çeken balçıklar kalır aklında. Sadece ve sadece nilüferlerin ışıltısını anımsarsın. Sen de öyle yap. Hakkını helal et. Bizi iyi hatırla.”diyerek de nilüfer çiçeğinin masalını tamamladı.
İsmet’le beraber gitti Moldova`ya. İsmet onu bırakıp bir iki gün sonra Moskova`ya gitmek, oradan da Türkiye’ye dönmek için ayrıldı.
Annesi yaşlı hali ile kızını memnun etmeye çalışıyordu. Aliyona`nın domuz etini özlemiş olduğunu bilmese de yoksul köylerinde kendi beslediği domuzlardan birini kesip pişirmekten başka makbule geçecek daha iyi bir ikram bulamazdı. Kızartılmış domuz eti ile çok güzel bir sofra donatmış, tüm akrabaları çağırmış, votkaları açmış, masa etrafına toplanmışlar, yavaş yavaş sohbete de başlamışlardı.
Domuz etine ve Çocuklarına kavuşmuştu kavuşmasına ama yoksulluğun, fakirliğin içerisinde şaşkına dönmüş olan köylülerinin gurbet hikayelerini, kimin kiminle nasıl sahte evlilikler yaptıklarını, gittikleri ülkelerden neler neler getirdiklerini, kimin hastalık kaptığını, kimin ölüp kimin kaldığını, aile fertlerinin de dolarları nasıl çarçur ettiklerini de yavaş yavaş öğreniyordu bu sobette. Ablası eline geçen bu paraların bir kısmını çocuklara bile vermemiş, kilisesi için daha çok harcamalar yapmış, sevap işlemiş, çocuklar ise kasaba barlarında votkadan tut, oyun makinelerinden çık, gençliklerinin tadını çıkartmış, zavallı yaşlı anne hiçbirisi ile baş edememişti.
Aliyona çatalı ete batırıp ağzına götürdü. Aylardır düşlediği bu anı yaşıyordu işte. Eti ısırdı. Et ağzında büyüyor büyüyor, bir türlü yutamıyordu. “Ben istemiyor domuz. Ben istiyor çay. Ben istiyor çay” diye ağlamaya başladı. Annesi “Kızım sen hangi dilden konuşuyorsun öyle? ” diye sormasaydı Türkçe ağladığını asla fark etmeyecekti. Evet Türkçe ağlıyor bir türlü Moldovca ağlayamıyordu.
Kalktı çantasını aldı. İçinden bir tomar fotoğraf çıkardı. “Ben Türkiye’deydim” diye Başladı anlatmaya. Anlatı anlattı. “Burası Meryem ana” dedi “hacı oldum” dedi. “Bu Ulviye.” dedi “Çok iyi kadın” dedi. “Bana İncil aldı. Rusça” dedi “Moldovcasını bulamadı” dedi “Bu da İsmet.” dedi “Çok iyi çok iyi adam” dedi. “Türkler için artık kötü konuşmak yok dedi.”
Herkes dikkat kesilmiş, yemekleri de bedenleri de buz gibi olmuş, koca domuz da ortada anlamsız anlamsız kalmıştı.
Ablası hemen onu banyoya sokup soyundurdu. Orasını burasını kontrol ediyor, böbreklerinin alınıp alınmadığına bakıyordu. Organ mafyalarının yaptıklarını çok dinlemişti.
Aliyona sinirlendi. Yıllar önce çocuk yaşında doğum yaparken ne çileler çekmiş, köy köşelerinde, uygunsuz koşullarda bar bar bağırırken ablası doğru dürüst yanına bile gelmemiş, kilisede “Amen” demekten başka ailesine en ufak bir katkıda bulunmamış, şimdi de kalkmış onu kontrol ediyor, Türklerin böbreklerini çalıp çalmadığına bakıyordu. Bağıra bağıra anlattı. Kanaması vardı. Miyom kistleri azmıştı. Türkiye’de kaçaktı. Doktora gidemiyordu. İsmet araştırmış, özel bir hastaneye sahte isimle yatırılmış, miyom ameliyatı olmuş, ameliyatta üç gün, gece -gündüz Ulviye başından hiç ayrılmamıştı. Kimse kimsenin böbreğini falan çalmıyordu. Şimdi hesap verme sırası onlara gelmişti. Paraların ne kadarını harcamışlardı? Kalan para neredeydi?
Her kafadan bir ses çıkıyor herkes kendince bir şeyler söylüyordu. Anladı ki ortada para mara yoktu. Büyük bir hırsla kalktı. Eline geçirdiği büyükçe bir sopayla çocuklarına saldırdı. Annesi bir onun bir öbürünün önüne geçmeye çabalıyordu. Özlemini unutmuş bir canavara dönmüş gibiydi. Kaçan canını zor kurtarıyor, ablasının dinine imanına küfürler savuruyor, zamanında hepsinin Türkler için kullandığı sözcükleri şimdi tek tek her birine iade ediyor, gözü diğer misafirleri de görmüyordu. İsmet’ten öğrendiği bütün Türkçe küfürlerin hepsini de kullandı bu arada. Ancak ne yaparsa yapsın anlamıştı ki daha o elini bile süremeden dolarcıkları yok olup gitmişti.
Can havliyle İsmet’i aradı. Hemen Türkiye ye dönmek istiyordu. O da ne! ? İsmet kem küm ediyor Şimdilik onu istemiyordu. Aliyona pek bir şey anlamadı ama “mutlaka bir açıklaması vardır herhalde.” diye düşündü. Bir yerlerden yeniden başlamak zorundaydı. Türkiye olmazsa başka bir ülke… Bu amaçla Şehirdeki firmaya gitti. Orada kendisi gibi birçok kadınla karşılaştı. Bazısı yollara yeni düşüyor, bazısı da kimlik değiştirmeye çabalıyordu. Kadınların içinde İsmetin arkadaşlarının sevgilileri de vardı. Onlarla konuşunca İsmetin başka Çıtır`ları olduğunu öğrendi. Hatta bu kızlardan birisinden bir kızı bile olmuştu. Hiçbirisi ile evlenmiyordu. Bazılarına ev bile tutmuştu. Bazı kızları da iş bağlantısı olan arkadaşlarına ödül olarak sunuyordu bu evlerde.
Aliyona duyduklarına inanmak istemiyordu. Sarhoş olup kendini kaybettiği geceleri düşündü. Yanlarında hep başka adamlar oluyordu yemek yerlerken ama sonra? .. Yok canım o kadar çok kendisini kaybetmiş olamazdı. Peki Ulviye neden ona durduğu yerde içkinin kötülüklerini anlatmıştı ki? .. Her şeyi bilen bu kadının bildiği başka bir şey mi vardı yoksa? .. Telefonunu çıkardı. Kapağını açtı. Telefon ekranındaki İsmet’in dijital gözleri kendi gözlerine acı mı acı biber tozları doldurdu. Burnundan boğazından kulaklarından ve bedenindeki diğer deliklerden saldıran acı acı tozlar…Yanağında aylar önce patlatılmış beş kardeşin alevi…İki yangın birbirine karışıyor biberli beş kardeş yakıyor da yakıyordu. Gözleri iyice doluyor, ilk kez İsmeti kıskanıyordu. Onu karısından hiç kıskanmamıştı ama sevgililerinden kıskandı işte. Hemen Ulviye`nin sesini duymak istiyordu. Ne var ki bu güven sarsıntısı ile bir sarsıntı daha yaşamak olasılığını göze alamadı.
Son nilüferi de solsun istemedi.
Kendi kimlik kartını çantasına koyup çantasından kızının kimlik kartını çıkardı. Uzun uzun baktı. “Çok güzel” diye geçirirken içinden gözlerindeki biberli yaşlar da yanaklarından aşağıya inmeye başladı.
Ulviye`nin cep telefonunda sadece kendisinin anlayabileceği bir mesaj vardı.
Benim kız Tanya
Onaltı
Biber
Ona yardım ver.