KONTEYNIRDAKİ ADAM
“Cihan ara cihan içredür arayı bilmezler
O mahiler ki derya içre deryayı bilmezler”
Hayalî
KONTEYNIRDAKİ ADAM
Adam her sabah erkenden kalkar, tıraşını olup, kahvaltısını yapar, evden çıkardı. Daha dükkânların çoğunun kepengi açılmamışken o yolda olurdu. İşe yürüyerek gider, herkesten önce işyerinde olurdu. Şimdiye kadar bir gün bile geciktiği görülmemişti. İşyerine gelir gelmez yaptığı ilk iş masasının üzerini silmek olurdu. Ardından o gün yapılacak işlerin neler olduğunu, günlük iş muhtırasına bakarak bir bir gözden geçirirdi. Her gün gözünün önünde yüklenen dikdörtgen demirden bir yığın olan konteynırlar ne kadar kesin çizgilere sahipse o da aynen öyleydi.
Yaşı otuzu geçmiş olmasına rağmen henüz evlenmemişti. Bir süre daha evlenmeyi de düşünmüyordu. Evlilik için öncelikle para biriktirmesi gerektiğini söylüyordu, çevresinde hâlâ neden evlenmediğini soranlara. Çok konuşmayı sevmezdi zaten. Birkaç kısa cevapla geçiştirirdi soruları. Yüzünde şimdiden kalın çizgiler vardı, bu çizgiler onu olduğundan yaşlı gösteriyordu, hem de ona bir ciddiyet veriyordu.
İnsanlar vardır yaşamda sadece kendi bildiklerinin mutlak doğru olduğunu zannederler. İnsanlar vardır herhangi bir doğrunun varlığını bile tartışmazlar. Yine de insanın bir doğrusu olanı daha makbuldür yaşamda. En azından kim olduğu bellidir. Doğrusu olmayan rotası olmayan gemi gibidir. Hangi rüzgârın onu nereye götüreceği belli olmaz. İşte adam birinci türden biriydi. Doğrusu olan biriydi. Fakat bu doğrular onun kesin kalıplarıyla belirlenmiş kimsenin hiçbir şekilde değiştiremeyeceği kurallar bütünü haline gelmişti.
Adam o gün işe her zamanki gibi erkenden gitmiş. Yapılacak işleri kontrol etmiş, gelecek mallarla gidecek malları tek tek saymış, hesapları çıkarmıştı. Herhangi bir aksilik olmamış bütün mallar tam zamanında yüklenmişti. Her akşam olduğu gibi o akşam da erkenden uyumuştu.
Sabah uyandığında havanın kapalı olduğunu düşündü. “Herhalde yağmur yağacak.” diye içinden geçirdi. “Şemsiye almayı unutmayayım bari .” dedi. Terliklerini giydi, tıraş takımını, havlusunu aldı. Kapıya yöneldi. Kapıyı açmak istedi ama kapı bir türlü açılmıyordu. Sanki kapı bir yere dayanmıştı ya da biri arkasına bir şey dayamıştı. Tekrar tekrar denedi. Olmuyordu. Yatağına oturup neler olduğunu anlamaya çalıştı. Kalkıp tekrar kapıya yöneldi. Kapı içeri mi açılıyordu. Kendi kendine güldü: “Aklımı mı kaçırıyorum?” Yıllardır içinde yaşadığı odanın kapısını açmaması mümkün müydü? Tekrar kapıyı açmaya çalıştı. Hayır, olmuyordu, kapı açılmıyordu. İyice sinirlenmeye başlamıştı. Kapıyı kırarcasına itmeye, tekmelemeye başladı. Sonuç değişmemişti. Tekrar yatağına oturdu.
Bir süre tavana bakarak düşündü. Neler olup bittiğini anlayamıyordu. Herhalde bu bir rüya olmalıydı. Gözlerini kapayıp bekledi. Tekrar gözlerini açtığında hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu gördü. Yine odasındaydı. Karanlık değişmemişti. Güneş doğmamış mıydı yoksa bugün? Neden hâlâ içerisi bu kadar karanlıktı? İşte bütün bunları düşündüğü sırada nasibinin peşine düşmüş martıların seslerini duydu. Martı seslerini bir şilebin çığlığa benzer düdüğü böldü. İşte hemen o sırada kalkıp pencereyi açmayı akıl etti. Pencereden görünen her zaman gördüğü sokak değil, bir konteynırın soğuk demir duvarıydı. Üstelik üzerinde başka konteynırlar da vardı.
Yiyecek derdine düşmüş martıların sesi gittikçe uzaklaşıyordu. Bir süre dışarıya baktı ölü gibi. Öylece kaldı.
Kâbil