Kuzeyde Aşk -son-
Can’la, Ehem’in doğum günü nisan aynın ikinci haftasındaydı. İkisinin aynı hafta olması nedeniyle doğum günü kutlamalarını ortak yapardık. Ethem her ne kadar bundan memnun olmasa da ikna etmemiz zor olmazdı. Can altı, Ethem dokuz yaşına giriyordu. Onların büyüdüğünü görmek ve her yaşın getirdiği sorumluluğu üstlenmek, ayrı bir haz veriyordu. Doğum günü partisi her ikisinin de beğeneceği şekilde düzenlenmişti. Tüm arkadaşları da yanlarında olunca hiç birinin keyfine diyecek yoktu.
Eren’in on ikinci yaş günü ise diğerlerine göre daha farklı şekilde düzenlenmişti. Eren büyümenin verdiği olgunluğu yaşamak istercesine sadece müzikli bir parti istemişti. Saatlerce dans edip horon teperek eğlenmişlerdi. Çocukların partisinde yaptığımız tek şey bir köşeye çekilip onları izlemek, kameraya alıp, fotoğraf karelerini doldurmaktı. Apayrı duygulardı aslında yaşadıklarımız, gurur duymak ve övünmekti… Vazgeçilmez birer parçamızdı onlar. Evliliğimizin bize sunduğu en değerli mücevherlerdi aslında…
Okullar kapandığında annem ısrarla Ankara’ya gitmemizi istiyordu. Ahmet’te bu teklifi ret edip onları kırmak istemediğinden işlerini bir düzene sokup haziran ortalarında Ankara’ya gittik. İlk defa Ankara’ya gitmek istememiştim. Tarifini yapamadığım bir burukluk vardı içimde ama anlam veremiyor kendi kendime yaşadığım kuruntulardan biri olarak görüyordum ve bu içimdeki anlamsız duyguları Ahmet’e açıp onu da huzursuz etmek istemediğimden kendimde saklamayı daha uygun görmüştüm. Bütün tatil boyunca çocuklar için her şey yolundaydı, geri dönüş zamanı geldiğinde ise tatili biraz daha uzatmak, dönmemek için direnmişlerdi; isyanları ve sitemleri ise cabasıydı. Ayrılırken de buruk bir ayrılık yaşamışlardı. Ben ise geldiğimiz günden itibaren bu burukluğu hiç atamamıştım aslında. Yolculuğa koyulduğumuz birkaç saat içinde çocuklardan çıt çıkmamıştı. Öğle saatleri gibi açılmaya başlamışlardı. İçimden onları bıraksa mıydık diye geçirip duruyordum ama onların varlığını yanımda hissetmediğim zamanda ben huzursuz oluyordum. Okulda geçirdikleri saatler içinde bile gözlerim yollarda kalırdı. Böyle kilometrelerce uzak olabilecek bir ayrılığa hiç katlanamazdım.
O yolculuk, o lanet olası gün!…
Her şey buruk başlamıştı zaten. Belki de küçük meleklerimin içine doğmuştu. Can, benim minik meleğim, ağabeylerinin ortasında ellerini göğsüne kavuşturup “ hemen de geri dönüyoruz” diye mırıldanıyordu. Eren başını cama dayamış “ hep sizin kararlarınız önemli” diye şikâyet ediyor, Ethem de abisini destekliyordu. Ahmet çocukların mırıldanmasına sinsi bir gülücük atmış, bana da göz kırpmıştı. Sonrada sesini yükseltip “ söz, sizi iki hafta sonra en sevdiğiniz yere tatile götüreceğim” demişti. İşte bu söz dingin ortamı coşkun ırmaklar gibi coşturmuştu.
Tam her şey yoluna girmiş çocuklar sabahki burukluklarını atmışlardı ki işte o felaket yakamıza yapışmıştı. Samsun’un girişine yakın dönemeçli yolda apansızın karşımıza çıkan kamyon her şeyi silip süpürmüştü. Kulaklarımda kalan son çığlıklar; “ anneee!.. Anneee!..” kelimeleri olmuştu.
Hayatımın tek aşkı yanı başımda kanlar içinde direksiyona yapışmış vaziyette oturuyor, minik meleklerimin sesi çıkmıyor, sıkıştığım yerde arkamı dönüp bakamıyordum. Tamamıyla sıkışıp kalmıştım olduğum yerde, boşta kalan sol kolumla Ahmet’i dürtüyordum ama karşılıksızdı. Kafasından akan kan tüm yüzünü kaplamıştı. Çocuklarım için avazım çıktığınca bağırıyordum ama kimseden karşılık alamıyordum. Sonra sesimi daha da arttırdım ve daha, daha derken gerisi hafızamda karanlık bir şekilde kaldı.
Gözlerimi açtığımda bir hastane odasında yapayalnızdım. Ne çocuklarım vardı yanımda ne de Ahmet. Kimse bana yaşadıklarımın bir rüya olduğunu söylemiyordu. Kısa bir süre sonra uyanıp kaldığım yerden devam etmeyecektim. Hıçkırıklarım nefesimi kesmiş geride kalan nefesimle haykırıyordum. “ Çocuklarım!… Bebeklerim!.. Ahmet!..Neredesiniz?.. Beni duyan yok mu?..”
Sonunda tanıdık yüzler çıktı karşıma. Kayınpederim, kayınvalidem, Ahmet’in amcaoğlu ve kendi annemle babam. Kötü şeyler oluyordu. Bu yüzler, bu ifadeler kötü bir şeyin habercisi olduğunu belli ediyordu. Kolumdaki seruma aldırış bile etmeden çırpınmaya başladım. Kalkmak için zorlansam da bacaklarımdaki alçılar buna engel oluyordu.
“ Onlar, onlar nerede?.. Ahmet, Ahmet nerede?..” Kimse cevap vermemesine rağmen kayınvalidem ve annemin hıçkırıkları odayı dolduruyordu. İsmet ağabeyimde annemleri sakinleştirmeye çalışıyordu. Neler olduğunu öğrenmekten başka bir isteğim yoktu. Benim çırpınışlarım sonunda feryada dönüşmüştü;
“ Nerede?.. Onlar nerede?.. Baba, anne cevap verin!…”
Benim sesimi duyan hemşire telaşla odaya gelip bizimkilerin odadan çıkması için ricada bulundu. Ama hala kimse ne olduğunu söylemiyordu. Sanki herkesin dili tutulmuş ya da sağır olmuştu. Kayınpederim dışındakiler odadan ayrıldığından kısa bir süre sonra doktor yanıma geldi.
Doktor “ bazı şeyleri söylemek zordur, Derya Hanım. Bu nedenle duydukların sonrasında soğukkanlı olman gerekir.” “ Ne demek soğukkanlı?… Çocuklarım nerede? Onlara ne oldu?” Sesim artık çıkmayacak kadar kısılmış fısıltıya dönmüştü. “ Söyleyin!.. Ne olur!..” O söz, o fısıltı “ ne yazık ki, aileni kaybettik” her şeyi alıp götürmüştü benden.
“ Hayııır!.. Olamaz!”
Akılsız yattığım ayları hatırlamıyorum bile. Dipsiz bir kuyunun içindeydim. Karanlık, her şey karanlıktı artık. Neden ben yaşıyordum, neden bende onlarla birlikte gitmemiştim. O kadar çok neden diyeceğim soru vardı ki kafamın içinde. Aylarca hastanede kalmıştım. Bedenen düzelen sağlığım nedeniyle taburcu edildiğimde ailem tarafından Ankara’ya götürüldüm. Sadece dalgaların üzerinde sağa sola savrulan bir tekne gibiydim. Düşünemiyor, karar veremiyor ve konuşamıyordum. Tek yaptığım nefes alıp vermekti ve buda benim çocuklarımın yanına gitmemi engelliyordu.
Ailem tepkisiz yaşantım nedeniyle bir psikiyatri doktoruna götürdü beni. Aldığım ilaçlarda sadece uyutuyordu beni. Uyumak ve ağlamak sadık dostlarım olmuştu. Karanlığa gömülmüştüm ve ara sıra çocuklarımın çığlıklarıyla çıkıyordum bu karanlıktan. Ama çıkmakta yaramıyordu çünkü hiçbiri yoktu artık yanı başımda ve asla da olmayacaktı…
Kocam tek aşkım yoktu, o da olmayacaktı… Ben niye vardım? Bu soru sessizliğe gömüldüğüm dipsiz kuyudaki bitmek bilmez sorularımdı. Bedenimin var olup ruhumun gittiği sekiz ay boyunca duymuyor, görmüyor, düşünmüyor ve konuşmuyordum. Doktorumun bile tek yapmak istediği ağzımdan bir kelime çıkmasını sağlamaktı ama ben onun karşısında dilsiz biriydim sadece. Tüm sorularını cevapsız bırakıyor, tek bir mimik hareketi dahi vermiyordum. Ne arkadaşlarım, ne de ailem konuşmamı sağlayabilmişlerdi. Ben bile kendi sesimi unutmuştum artık. Konuşmak istediğim anlarda bile dilim tutuluyor, kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Kayınvalidem ve kayınpederimde sık aralıklarla Ankara’ya ziyaretime geliyorlar, hatta beni evime götürmek istiyorlardı. Ama ne ailem ne de doktorum bunun iyi geleceğini düşünmüyor, tam tersi daha da kötü duruma geleceğime inanıyorlardı.
Kendi düşüncelerim içinde boğulduğum bir gün apansız bir şekilde karar vermiştim Trabzon’a dönmeye. Sekiz ay sonunda ağzımdan çıkan tek kelime olmuştu “ evime gideceğim” sözü. Annem sevinçten gözyaşları dökerken, “ tamam, yavrum. Hemen gideriz” demişti.
İşte o günden sonra tekrar konuşma yeteneğimi kazanmıştım. Ama sadece konuşuyordum, artık ben ben değildim. Ben bile kim olduğumu ne yaptığımı veya ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Hala da kim olduğumu düşünmekten vazgeçmiş değilim gerçi. On yıl dile kolay. Geride kalan koca on yıl beni de alıp götürmüştü.
Otuz beş yaşımın baharında yapayalnız kalmak her şeyimi alıp götürmüştü benden. Yaşamamın bir anlamı olmadığını kabul etsem de yaşamaktan başka çarem yoktu. Her günüm, her saniyem onları anmakla geçti. Evime ilk döndüğüm gün gözyaşlarım kuruyana dek ağlamıştım. Her şey bıraktığımız gibiydi. Her birinin eşyaları sanki onları beklercesine duruyordu gözlerimin önünde. Bir hafta kimseyi dinlemeyip evimde kaldım. Çektiğim fotoğrafları teker teker inceleyip her birini doya doya öperek kokladım. Bir zamanlar cıvıl cıvıl olan bu ev ölüm sessizliğine çoktan bürünmüştü bile.
Bir hafta sonra bu şehirde onlar olmadan kalamayacağıma karar verdim. Arkadaşlarımın ve akrabalarımın sözlerini dikkate bile almadan kayınpederimi ikna edip evi sattım ve şimdiki tek katlı küçük bahçeli evime yani çok uzaklara İstanbul’un Şile ilçesinin sahil köylerinden birine taşındım. Çevremdeki kimse beni anlamıyordu, tek amacım yalnız kalmaktı ve sonunda da bu amacıma ulaştım. İlk yıllarda arkadaşlarım sık sık yanıma gelir annem iki ayda bir uğrardı. Şimdi ise belki de yılda bir görüşebiliyoruz. Yani her şey geçmişimin derinliklerinde kaldı…
Benim için hayat sadece nefes alıp vermekten ibaret. Uyuyorum, uyanıyorum gün içinde biraz Badi’yle ilgileniyorum. Yaz kış fark etmeden deniz kenarına inip Badi’yle yürüyüş yapıyoruz. Hele kış aylarında dalga sesleri içime ferahlık kattığı için defterimi alıp kıyıda bir kenara oturup yazı yazıyorum, ta ki, iliklerime kadar üşüyünceye dek. Yazdığım hikâyelerim o kadar çok birikti ki onları okumak bile çoğu zamanımı dolduruyor. Bir zamanlar en büyük tutkum olan fotoğraf çekme işine son birkaç aydır yine başladım. Önceden fotoğraf çekmeyi bırak, bakmaya bile tahammül edemiyordum..Yine son yıllara kadar geçmiş fotoğraflarımı kutularından çıkartmamıştım bile. Şimdi ise aile resimlerimi en baş köşelere yerleştirip tüm zamanımı onlara bakarak ve konuşarak geçiriyorum… Badi bile baş köşedeki mücevherlerime alıştı, onlara yaklaşıp sessizce izlemeye bayılıyor…
İlknur İnsaf TURAN
20/06/2006 saat:24:00 - 02:15
YORUMLAR
DEĞERLİ SİTEDAŞIM;
'KUZEYDE AŞK' BAŞLIKLI HİKAYENİZİN SONUNA YETİŞEBİLDİM ANCAK YİNE DE MUTLUYUM BÖYLE GÜZEL, AKICI VE SÜRÜKLEYİCİ BİR ANLATIMLA, HEM DE HÜZNÜN VE COŞKUNUN VURGULU TERENNÜM EDİLMİŞ OLDUĞU NEFİS ÇALIŞMANIZIN FARKINA VARABİLDİĞİM İÇİN...
BAŞARILARINIZIN DEVAMINI DİLER; SİZİ YÜREKTEN TEBRİK EDER; SAYGI, SEVGİ VE SELAMLARIMI SUNARIM.