Hatıralar Yolumu Kesti
Ranzanın üzerine uzanmıştı ve ayakları yere değiyordu. Koluyla ve dirseğiyle destek verdiği vücudu eski püskü pencereye yan durmuştu. Pencereden sızan ışık, yüzünü iyice beyazlaştırdığı için yüzünü görmek için daha dikkatli bakmam gerekiyordu. Yüzüne baktıkça o solgun yüzdeki derinlikleri keşfediyordum. Hatta bir zamanlar jilet gibi saçları olan bir adamın saçlarındaki ahenksizliği şimdi fark ediyorum. Konuşurken bir isteksizlik var. Dalıp dalıp giden bir göz, sürekli derinlikleri kovalıyor. Sanki mapushanenin duvarı yokmuş da o istediği vakit bir yerlere bakar ve görürmüş gibiydi. Sigarasının dumanı pencere önündeki ışıkta sürekli yeni şekiller oluştururken hâlâ bu ucuz sigarayı içtiğini fark ettim. Bir zamanlar pembe olan yanaklarında ve alnında ciddi bir sarı renk peyda olmuştu. İçimden keşke eski fotoğraflarından birini getirip baksaydım, ne kadar değiştiğini daha iyi anlardım diye geçiriyordum ki birden sustuğunu ve yüzüme baktığını fark ettim:
-İnsan hayatta hep yalnızmış biliyor musun, dedi.
Sustu, ben sürekli susuyordum zaten. Bana hiçbir şey sormamıştı. Hayatımızın nasıl değiştiğini çok iyi biliyordu. O, suçluysa hepimiz suçluyduk aslında. Kader işte, bizi ıskaladı, onu yakaladı. Sonra da inanılmaz bir yalnızlık… Aslında hepimiz arkadaşlarımızı ziyaret etmek istiyorduk ama bilemiyorum bize ne olmuştu? Belki biraz korktuk önceleri… Hepimiz sanki gizli bir elin bizi takip ettiğini sanıyorduk. Bir gün kapıyı çalacaklardı, bir gün şu köşede bizi çevirecekler ve suçlarımızı yüzümüze haykıracaklardı. Olmadı işte… Biz işimize gücümüze baktık, çoluk çocuk okuttuk, dükkan sahibi olduk, hatta market aldık ama onlar içeride kaldılar. Çocukları, aileleri neler yaptı, bilemiyorum ki… Babasız büyüyen çocuklar, eve ekmek götürmek zorunda kalan, eşin dostun yardımıyla hem evdekilere hem mapustakine bakmak zorunda kalan anneler… Bilemiyorum, bilemiyorum, düşündükçe ruhuma kasavet ve hüzün çöküyor, içim daralıyor. Ama buradayım işte… Yıllar sonra da olsa geldim. Bak geldim.
Neden bana kızmıyor, hatta yüzüme usturupluca küfretmiyor, keşke etse… Bilgece bir havada, derinliklere bakarak konuşuyor. İşlerin nasıl, kaç dükkan aldın, kimlere rüşvet ödedin, hangi işi nasıl kopardın diye sorsa ya…
-Bir insanın son nefesinde dönüp hayata baktığı an nasıldır acaba? Bazıları bir film karesinden bahsediyor ama sanmam. Belki buğulu bir fotoğraf gibi olabilir. Zaman belki de budur, bir sisli fotoğraf karesine bakışımız kadardır.
Şimdi de böyle diyor bana. Yüzüme bakıyor ama beni görmeden anlatıyor bunları. Bu adam deli dolu biriydi, hayatı dolu dolu yaşardı. Ne olmuş böyle, Nirvana’ya mı yükselmiş, yoksa bir tür delilik mi? Şimdi “kafayı yemiş”, “sıyırmış” demek geliyor içimden ama utanıyorum. Hatıralar yolumu kesiyor.
- Bu dünyada adalet arama boşuna. Eşitlik diyenlere gülüp geç. Hayatın adaleti malda değil candadır. Rabbim herkese bir can vermiş. O canı da dilediği bir vakit alır. Bu dünyaya güvenmek yanlış, çok yanlış. Altımızda kocaman bir mâğma tabakası, fokur fokur kaynıyor. Üstümüzde hava dediğimiz bir boşluk var. Ortasında bizler evler, saraylar kurup gururlanıyoruz. Neyimize güveniyoruz anlamıyorum.
Artık tahammül gücüm zayıflıyor:
-Bırak bunları kardeşim de çoluk çocuk nasıl onlardan haber ver, dedim.
Soğuk bir duş etkisi yaptı sözlerim. Lakin gözleri yine değişmedi, karşıki duvarı delip geçti, çocuklarının yanına düştü.
-Gelirler gelirler diye kımıldadı dudakları.
-Onu sormuyorum, elbette gelirler de… Neler yapıyorlar, durumları nasıl diye sorumu tekrarladım.
Doğruldu, sigarasını aradı ve yavaş yavaş sigarasını buldu. Ayağa kalktı, pencerenin yanında durdu. O vakit ne kadar zayıfladığını fark ettim. Pantolonunu yırtarcasına zorlayan bacakları gitmişti, şimdi pantolon bir iskeletin üzerinde duruyor gibiydi.
Zaman kazanmıştı, mutedil bir cevap verdi:
- İyiler iyiler dedi.
Keşke demeseydi. Bugüne kadar onları niye arayıp sormadın deseydi. Açlar mı, susuzlar mı haberin var mı deseydi. Hatta senin gibi arkadaş olmaz olsun deseydi. Bugüne kadar sen neredeydin deseydi. Demedi, demedi.
- Çok uzun bir ceza aldın dostum, böyle bir suça bu kadar ceza verilir mi? Ama yakında af varmış galiba, bir laf ortalıkta dolaşıp duruyor, dedim. Bu sözleri söylemekle vicdanım biraz olsun rahatlamıştı.
İlk defa bana bakıp gülümsedi ama içten değildi. Eski gülümsemesi hiç değildi. Bu adam gülümsediği zaman benim yüreğimdeki en küçük hücreye bile mutluluk akardı. Öyle candan, öyle içten gülerdi ki…
-“Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur” dedi, devamını getirmedi. Devamını ben içimden mırıldandım sanki: “Sırtına Sakarya’nın Türk Tarihi vurulur”
Devamı neydi, devamı diye zihnimi tırmaladım durdum. Üstadın bu şiirini biz o zamanlar ezberden okurduk. Eyvah, unutmuşum, unutmuşum işte…
Sohbetin pek tadı tuzu yoktu. Ama yine de yıllar sonra da olsa arkadaşımı görmek güzeldi. Onu koğuşunda ziyaret edebilmek için hapishane müdürüne güzel hediyeler yollamıştım ve onu daha da uzun ziyaret edebilirdim ama gitme arzusu duydum.
-Eee dostum, ayrılık vakti geldi dedim. Ama yine geleceğim merak etme dedim ve omuzlarından tuttum. Halbuki biz onunla sarıldık mı “gardaş” der, birbirimizi bağrımıza basardık. Kemiklerimizin gücü birbirine karışırdı.
-Sağ ol dedi, çok sağ ol. Elbette görüşeceğiz, görüşmemek mümkün mü, dedi. Yüzüne bakakaldım. Gidemiyordum.
Kolumdan tuttu, beni yavaş yavaş koğuştan dışarı çıkardı.
-Hepimiz bir gün buluşacağız. Bundan kim şüphe duyabilir dedi.
Ağlamak geliyordu içimden ağlayamıyordum. Vicdanımı rahatlatmak için gelmiştim ama içimdeki yara daha da kanıyordu. Müdür Bey’in ısrarla oturma teklifine ben de ısrarla mazeretler uydurarak kendimi dışarı attım.
-Acaba ben içeride olsam, o dışarıda olsa neler olurdu diye düşünüyordum. O da benim gibi böyle vefasız mı olurdu, yoksa… Bilemiyorum ki… Hatıralar yolumu kesti işte, ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi, nereye gideceğimi bilemiyorum işte.
Arabama bindim, içine sanki bir korunağa girmiş gibi sığındım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, daha rahat nefes almak arabanın camını açtım. Sık sık nefes alıp veriyordum. Birden Müdür Beyin arabanın yanında olduğunu fark ettim.
-Buyrun gelin, mahkumların ufak çaplı bir eğlencesi var. Bağlama sesini duymuyor musunuz? Haydi gelin dedi ve beni arabadan indirdi. Küçük bir yemekhanedeydik ve müdür beyle ön tarafta oturduk. Bir kara yağız adam, başını kaldırmadan bağlama çalıyordu ve çaldığı şeyi hatırladım: “Çırpınırdı Karadeniz bakıp Türkün bayrağına, ah ölmeden bir görseydim düşebilsem toprağına”… İşte yıkıldığım anlardan biri daha… Bu, bizim türkümüz diyecek oldum ki, arkadaşım sahneye çıktı ve türkünün devamına gümbür gümbür sesiyle “Sakarya Türküsü” şiirini ezberden okumaya başlamaz mı? Bende bet beniz kül gibi oldu. Gözyaşlarıma hakim olamıyordum. Ağladım, ağladım. Müdür Bey sormadı niye ağlıyorsun diye, sadece bir mendil uzattı. Belli ki benim gibi vefasızlara o da alışıktı. Ben hayatı dışarıda yaşanıyor, orada öğreniliyor sanıyordum. Buradaki hayat daha bir başka… Burada çok daha başka… Burada da çok şey öğreniliyormuş. Hem de çok şey…