ÖLÜM KALIM SEVDASI
ÖLÜM KALIM SEVDASI
Mevsim sonbahardı. Numanlar köyü daha bir güzel olurdu bu zamanlar. Hafiften bir rüzgar eser ardından yağmur çiselemeye başlardı. Yağmur ve rüzgar gök semada çok güzel bir ikili oluştururdu. Yağmurun esen rüzgarda savruluşu insana bir yağmur damlasından farksız olduğunu hissettirirdi. Ömür dediğimiz o berrak su damlasının toprağa düşesiye geçen süre kadar kısaydı. Numanlar’ın sonbahardaki çırpınışları, insanın hiç bitmeyecek sandığı şu fani hayatın varlığına bile gölge düşürüyordu. Yine de insanı alıp başka alemlere sürükleyen, hüzün yüklü ama insandan yaşama sevincini çalmayan bu film karesini seyretmeye doyum olmazdı. Sürüklendiğin öyle bir alemdi ki; o alemin ikliminde Numanlar’a adını veren kan kırmızısı, ilkbahar muştusu gelinciklerin kokusu duyulur ve gelincik şerbetinin tadı damaklarda belirirdi. Köyde düğün dernek işleri hayırlı ve güzel işler böylesine güzel duyguların sebebi güz mevsiminin şahitliğinde yapılmak istenirdi. Çünkü bu zamanlar toprakta bitmeyen gelincikler gönüllerde bitiverirdi; her dem taze kalmayı öğütleyen bu çiçeğin her zerresi yüreklerde hissedilirdi. İşte Numanlar’ın güzeli Emine’yle yiğit delikanlısı Mehmet de böyle bir mevsimde evlenmişlerdi. Bizim ayrılık mevsimi diye bildiğimiz sarı sonbahar bu köyde sevdalıların vuslat vaktiydi...
Milli mücadele yıllarıydı. Herkes varını yoğunu vatana feda ediyordu. Elde avuçta bir şey kalmamıştı. Sade, mütevazı bir merasimle evlenmişti iki sevdalı genç; Emine ve Mehmet… Düğün bile denmezdi adına, memleketin bu zor zamanında düğün yapmak da zaten yakışık almazdı. Düşman kanlı çizmeleriyle diz vurmuşken vatan toprağına, çalan davul ile zurna böyle bir vuslatın müjdecisi olmamalıydı. Davullar ve zurnalar ancak düşman bu topraklardan elini eteğini çektiği zaman çalınmalıydı. Yani bu zor zamanlar istenilip de yapılamayan bir çok şeye gebeydi; haliyle hayatın her karesi hakkıyla yaşanamıyordu. Ama bir savaş var diye de hayatı ertelemek olmazdı. Hayatı ertelemek demek umutların katline ferman hazırlamaktı. Emine ile Mehmet’in düğününde herkes olabildiğince mutluydu. Gençlerin bir harbin kızıştığı günlerde almış oldukları bu izdivaç kararı, insanların yüreklerinden gelecek günlerin kaygısını biraz olsun siliyor; yaşanacak mutlu ve aydınlık günlerin umut ışığı her birinin gözbebeklerinde parıldıyordu. Ülkenin bulunduğu zor durum ortadaydı ama her şeye rağmen hayat da devam etmeliydi; nasıl ölümler gerçekse doğumlar, düğünler de öyle gerçekti.
Emine ile Mehmet çocukluk arkadaşıydılar. Babaları da çok eskiden beri dosttu. Çocukluk günleri hep birlikte geçmişti bu yüzden. Birbirlerini çok iyi tanıdıklarından kendilerini bildiklerinden beri aynı sevda ateşinde kavrulduklarını fark etmeleri zor olmamıştı. Yüreklerinde en deriniyle hissederken dilleri kenetlenmiş, saklamışlardı sevdalarını gönüllerinde büyütmek için. Diller susmuş olsa da gönlün dili daha tesirliydi ve bir konuşmaya başladı mı susturmak imkansızdı. Kalpleri tutuşturan aşk ateşinin ışığı gözlerde ta o zamanlardan bayraklaşmış, dalgalanmaktaydı.
Düğünün ardından üç ay geçmişti, kış bembeyaz gelinliğiyle kapıyı çalmıştı. Tıpkı Emine’nin düğündeki haline benziyordu Numanlar. İkisinin de hali o kadar masum görünüyordu ki… Mehmet gün geçtikçe Emine’nin bu haline vurgun olduğunu hissediyordu. Hani derler ya “yüreğinin güzelliği yüzüne vurmuş” diye öyle bir güzelliğe sahipti Emine gelin. Evlenince sanki daha bir güzelleşmişti. O çocuksu hali hepten kaybolmamış; eski canlılığından, neşesinden bir şey kaybetmemişti; bunların üstüne yalnızca bir parça olgunluk eklenmişti. Yaşanmakta olan onca sıkıntıya rağmen her şeyin iyi tarafını, bardağın dolu kısmını görebiliyordu. Mehmet Emine’den iyiliğe, güzelliğe, umuda yani hayata dair çok şey öğrenmişti. Ülkenin en karamsar zamanlarında geleceğe doğru tek başına yürüyemeyeceğini hissetmişti. Yapacağı her şey içinde büyüttüğü umuda destek olsun istiyordu ve en büyük umudu da eşiydi, yoldaşıydı. Ama sevdiğinin gözlerinde her an akmaya hazır birkaç damla göz yaşının varlığı, hüzünlü bakışları bu umuda bile gölge düşürür olmuştu her geçen gün. Vatan toprağında hain düşmanın adımları duyulurken her yaşanan gün köşelerde bir yerlerde vicdan azabı barındırıyordu. Artık umuda doğru koşmalıydı Mehmet, sevdasının elinden tutup dur durak bilmeden koşmalıydı…
Emine o sabah geç kalkmış, evdeki o garip sessizlikten ürkmüştü. Mehmet’i göremeyince onu bulmak için aşağı indi. Ev ahalisi kahvaltı sofrasındaydı ve herkes Mehmet’i dinliyordu. O zaman Mehmet’in cepheye gideceği haberini verdiğini duymuştu. Derin bir sessizlik hakim olmuştu, herkes olması gerekenin olacağını biliyordu ama yine de hüzün kokusu etrafı sarmıştı. Kimsenin “gitme” dediği yoktu elbet; savaştı bu ve yiğitler savaşacaktı, vatan için, namus için savaşmalıydı. Vatanın elden gidişine göz yuman bir nesil olarak tarihe geçmek koca bir geleceğin ahını almaktı. Vicdan sahibi hiçbir yürek buna izin vermezdi, bu hiç adil değildi. En çok Emine üzülmüştü, olacakları hissetmişti diğer yarısı. O bile “gitme” diyemezdi. Yüreğindeki memleket sevdasını kendi sevdasından yüce tutuyordu çünkü. Mehmet’i de bu yüzden sevmemiş miydi? Aynı toprağın çocuklarıydılar; taşı toprağı sevgiyle yoğrulmuş bu topraklarda sevgiye hasret, hürriyete gurbet kalmak ikisine de acı gelirdi. Babası, anası “git oğul yolun açık olsun!” derdi ve baba yüreğiyle haykırırdı :
-"Bin oğlum olsa bini de feda olsun bu cennet vatana!" Ve Mehmet’in 8 yaşındaki kardeşi Mustafa bile o küçücük elleriyle karşısındaki hayali düşmanı yumruklayıp “ben de gideceğim ağabeyimle cepheye” diyordu. Şimdilerde kocaman insanların kocaman yürekleri küçük Mustafa’nınki gibi heyecanla çarpabilir miydi?
Emine aniden yerinden kalktı ve odasına çıktı. Çekmeceden eline bir makas alıp, o güzel upuzun siyah saçlarından bir tutam kesti. Yeşil örtülü çeyiz sandığından kendi eliyle işlediği kenarları oyalı al mendile saçlarını sardı. O sırada içeri gelen Mehmet onu öyle görünce ne yapacağını bilemedi. Emine elindeki al mendili Mehmet’in eline tutuşturdu. Bir süre sustular, kulakları sağır eden derin ve çığırtkan bir sessizliğe büründüler. Bu deli sessizlikten kurtulmaya çabalarcasına kısık bir sesle “Allah’a emanet ol” diyebilmişti Emine gelin ve gözlerinden akan tuzlu damlacıklara mani olamamıştı.
Mehmet bunun ne anlama geldiğini anlamıştı. Eşleri askere giden yeni gelinler saçlarından bir tutam kesip onlara verirlerdi; çünkü bu onları dönünceye kadar bekleyeceklerini sembolize ediyordu, bir bakıma bir sözdü bu, bir yemindi…
Geri döneceğini bilsen de sevdiğinin, inansan da tüm kalbinle buna; hiçbir zaman emin olamazsın. Ayrılık bu yüzden acı olsa gerekti… Tüm Numanlar dinmez bu acıyı tadacaktı. Herkes sevdiğini uğurlamaya gelmişti. Emine’nin gözleri Mehmet’in üzerindeydi. Ona doya doya bakmak istermişçesine ayıramıyordu gözlerini sevdiğinden. Tren hareket etti ve götürdü uzak diyarlara Emine’nin Mehmet’ini… Meçhule giden bir yoldaydı yürekler; Emine’nin yüreği de Mehmet’le birlikte harbe gidiyordu. O yürekler bu savaştan galip çıkacaklarını biliyorlardı, er ya da geç… Öyle ya inanan yüreklerin zafer bayrakları tüm meçhullerin sırdaşıydı.
Emine günlerden beri aynı rüyayı görüyor, içten içe hissediyordu Mehmet’in geri dönmeyeceğini. Sanki ulu Yaradan Emine’yi bu habere alıştırıyordu. Ama umutsuzluğa da meydan vermiyor, içindeki belkilerle günlerini eskitiyordu. Yine bir sabah bin bir türlü çiçeklerle, Numanlar’ın gelincikleriyle umutlarını tazelerken içindeki mavilikler zifiri karanlığa bürünmüştü. Sevdiği kara toprağa girmişti, her bedenin sığınacağı yer orasıydı; varıp varacağımız bir avuç topraktı en nihayetinde. Toprak kendisi için can vereni koynunda saklıyordu çünkü kendisine sevdalı canlardı o canlar… Bu topraklar öyle açtı ki sevilmeye, sevildiğini bilmek istiyordu. Sevildiğini uğrunda feda edilenlerden, akıtılan kanlardan biliyordu. Bu toprakların mayası kandı, kanla yoğrulmuş bu aziz toprak bereketini buradan alıyordu. O kan ki toprağa vatan dedirten kandı. Ve bir kez sevdalının kanı toprağa değdi mi bunun önüne geçilmiyordu. Çünkü Emine iyi biliyordu ki; bu topraklar kana doymazdı; bir sevdalısı oldukça uğrunda can vereni de olacaktı. Bu toprağa sevdalanmak bir hazine, bir mirastı ve bu mirasın varisleri her dem yeni filizler veriyordu. Canlardan can alırken cansızlara da İsa nefesi ile hayat üflüyordu…
İçindeki isyana yönlen duygularla başa çıkmaya çalışıyordu. Bu duyguları düşünceler deryasından uzak tutmaya çalışsa da zihninin bir köşesi durmadan aslında cevabını bildiği soruları soruyordu. Vatanımızı işgal eden gavurlar ölsündü; niye Mehmet’leri de alıyordu kara toprak? Neyin bedeliydi bu acı, neyin diyeti? Savaştı bu ve savaşın kanunu vardı. Haklı sen olsan da davanda elden bir şey gelmiyordu. Sorular cevaplarıyla beyninde yankılanıyordu. “Hem Mehmet şehit olmuştu, ötekiler ölüp gidiyorlardı.” diye geçirdi sonra aklından. Emine kendi halini düşünüyor ve acıyordu kendine. Ne kadar da zavallı ve biçareydi umutları. Hayata dair hiçbir şey kalmamıştı ruhunda, sanki şehidiyle beraber ruhu da gömülmüştü, yalnızlığın kör kuyusuna atıldığını hissetti. Sonra yalnız olmadığı geldi aklına çünkü kendisi gibi niceleri gelmiş göçmüştü. Geçmişte de Mehmet gibi nice yiğitler arkalarında sevdalarını bırakmışlar, hak belledikleri yolda can teslim etmişlerdi. Bu bir yolculuktu; Mehmet geçmişin ve geleceğin cihangirlerinin bulunduğu kutlu bir kervanın yolcusuydu artık…
Geçen yılların izleri insanın yüzündeki çizgilerden değil, yüreğindeki izlerden belli olurdu. Emine’nin yüreği de çizik çizikti. Yetmiş yıl öncesinin Numanlar güzeli Emine, tüm köylünün bacısı olmuştu artık. Mehmet’in yokluğundan beri kimse ona yan gözle bakmamış, hep “bacım” diye çağırmışlardı. Şehit kocasına hürmeten böyle olmasını istemişti. Tüm köylünün bacısı olarak da hâlâ güzeldi; güzelliği, zarafeti.. değişmeyen şeyler vardı ama değişen de çok şey vardı. Eski Emine’den eser kalmamıştı. Eski Emine gülümsüyordu ama Emine bacı bir tebessümü bile esirger olmuştu. O artık ruhuna azap çektirmekten bitkin düşmüştü. Tatlı dilli güler yüzlü Emine herkese bağıran, herkesin kalbini kıran biri olmuştu; sanki çektiklerinin acısını karşısındakilerden çıkarmak ister gibi bir hali vardı. Bütün bunlar sevdiğinden ayrı geçirmiş olduğu onca yılın izleriydi şüphesiz…
Küçük kulübesinde bir gün Mehmet’ine kavuşacağı ümidiyle yaşıyordu. Ölümü arzuluyordu. Bir bakıma o ölmek için yaşıyordu, ölümü kendisini sevdiğine kavuşturacak bir vuslat köprüsü olarak görüyordu. Yaşadığı uzun ömrün bedelini sevdiklerinin ölümünü görmekle ödediğini düşünüyor, bazen sitemle bazen niyazla Allah’a yakarıyordu. Çaresizce ölümü bekliyordu. Nefesinin tükendiğini hissediyordu. Ve her geçen Mehmet’ine biraz daha yaklaşıyordu…
Yaşamak da ölmek de bir sevdaydı. Hayat bir dikenken sevdalıların elinde gül oluyor ve ölüm ancak sevdalıların nefesinde anlam kazanıyordu. Güneş sevdadan yanaydı ve güneşli günler de sevdanın ardındaydı. Tükettiğimiz şu ömür, kimilerine göre bir savaş kimilerine göre boş bir uğraştı ama aslında bir ölüm kalım sevdasıydı…
H. KURT
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.