- 764 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MİSAFİR
MİSAFİR
Kulakları açılan bir kapının gıcırtısında delindi, sonra göz kapakları kirli, sarı bir parlaklıkta inceldi.
Manası anlaşılamayan bir fısıltı… Ardından temkinli adımların altında inleyen ihtiyar odanın yorgun tahtaları… Ve örtünmek isteyen bir ses:
---İlyas, kalk İlyas; haydi vakit geldi.
Titrediğini hissetti. Kalbi küt küt atıyordu şimdi. İçeri giren serin havadan yorganın açıldığını anladı.
Azca gözlerini açtı.
Kirli, sarı parlaklık buğu gibi dağıldı gözlerinde. Sonra toplandı, biçimlendi: Bir gaz lâmbası ve onu tutan bir kadın…
Erkek mi, kadın mı çıkaramadı önce. Uzun boylu, entarili, başörtülü… Kadın olsa gerek…
Karanlık ve gaz lâmbası… Taşıyıcısı iri yarı bir kadın… Yüzünün bir bölümü ışıklı, bir bölümü karanlık… Alnını tam ortasında ceviz yaprağına benzer bir gölge…
Korkunç!...
Bir ses:
---Kalk artık, vakit geldi.
Bir erkek sesi bu. Yorgun, mahmur bir ses…
Korkudan titriyordu. Tüyleri diken diken olmuş, dikkat kesilmişti.
Şekiller heyula gibi kayboldu gözlerinde. Yine kirli, sarı bir parlaklık…
Seslerin gizli kalma arzusu sürüyor. Fısıltılar gecenin karanlığını bıçaklıyor.
---Tamam mı?
---Tamam.
---Hazır mı?
---Hazır.
Bir maden parçası anîden yanıp söndü.
Hayal mi görüyor? Yoksa rüya mı gördükleri?
Kirli, sarı bir parlaklık, sonra bir kadın, sonra yine o parlaklık ve şimdi de yanıp sönen bir maden parçası… Hem de, hem de bir bıçak… Bıçak da değil, daha büyük bir şey… Bir satır bu, kocaman bir satır…
Nerede kendisi? Galiba bir yatakta. Evet, evet yatakta… Topukları, kalçası, sırtı ve başı yumuşak bir şeyle temasta olduğuna göre, yatakta…
Rüya görüyor olmalı… Ya sesler?
Hâlâ sürüyor.
---Ses çıkarma, uyanmasın.
---Tamam.
Gözleri mahmur fakat yanlış görmüyor. Bir satır var karşıda. Yanıp sönen, yanıp sönen kocaman bir satır… Yine onun elinde. Gaz lâmbasını tutan kadının öbür elinde satır. Satır hep yanıp sönüyor. Şimşek gibi, yalım gibi; kocaman, keskin…
Alnındaki gölge yanağa kaydı. Sağ yanak hep karanlık… Arkada, duvarda kocaman bir kafa… Kadının gölgesi.
Hayal değil, rüya hiç değil. Gözleri de, kulakları da şahit.
Satırı ve lâmbayı taşıyana bakmak istemiyor. Kapamalı gözlerini. Uyanık olduğunu anlamasınlar. Satır bir yanıp bir sönmüyor attık. Şimdi kirli, sarı parlaklıktan başka bir şey yok gözlerinde. Olanlara sadece kulakları şahit.
Uzaklaşan adımlar… Gıcırtıyla kapanan bir kapı… Başka bir kapının belli belirsiz bir gürültüyle açılıp kapanması…
Sesler bitti.
Kirli, sarı parlaklık çoktan kayıplara karıştı…
Karanlık, parçalanmış sükûtunu topladı. Gece oldu. Gece sessiz… Gecede rüzgâr bile yok… Ağustos…
İlyas… İl-yas… İl ve yas… Yani i, le, ye,a, se… Kısaca İlyas. Bu isim ona bir şeyler hatırlatacak. İlyas diye birini tanıyor mu?
Hatırlamıyor.
Fakat bu isim ona çok yakın… Öyle hissediyor.
Nerede kendisi?.. Yatakta… Yatakta olduğunu biliyor. Fakat hangi yatakta? Yatılı öğretmen okulunda mı, yoksa İstanbul’daki evinde mi? Yatılı okulda olamaz. Okulu bitirdi. Hem de iyi dereceyle… İstanbul’da öyleyse… Neden her yer karanlık? Elektrikler mi kesildi? Gözleri açık mı, yoksa kapalı mı?
Düşünemiyor. Hareket de edemiyor. Beyni vücudunun bütün uzuvları gibi uyuşmuş.
İlyas, İlyas, il ve yas… Yani şehir ve keder… Veya üzüntü, ne dersen de… Öyle değil. Müstakil bir isim bu. Ya o kirli, sarı parlaklık ne? Bir yanıp bir sönen satır da nereden çıktı? Ya kadın? Yüzü gölgeli, iri yarı kadın? Kim o? Bütün gördükleri gerçek mi?
Saat, saat kaç?
---Saat üçü on geçiyor Hakan. Az sonra Riçırd Börtın’ın filmi başlayacak televizyonda.
Ablası Belma yine çok neşeli. Kahkaha üstüne kahkaha atıyor.
---İlyas, sen ecnebi filmini sever misin?
İlyas çok utangaç… Alnında boncuk boncuk terler birikmiş.
---Türk filmini daha çok seviyorum.
Belma’nın kahkahaları…
İlyas yine utanıyor. Yüzü yine kıpkırmızı. Başını öne eğmiş, öylece duruyor.
---Sanattan anlamıyorsun. Baleyi sever misin? Ya hafif batı müziğinden hangi grupları seversin? Beatles grubu hakkında ne düşünüyorsun?
Yavaş yavaş kızıyor Belma’ya. Göz göre göre İlyas’la alay ediyor. Bu kadarı da fazla. İlyas’ın utangaçlığı da fazla… Ne yapsın zavallI!.. İstanbul’a hiç gelmemiş ki!...
---Sigara?
---Teşekkür ederim, kullanmıyorum.
Ağzına da teşekkür hiç yakışmıyor. Belma’nın kahkahaları bu yapmacık kelimelerle daha bir tizleşiyor. Uzun tırnaklarının daha bir incelttiği nazik parmakları arasına bir marlboro sokuşturup yakıyor.
İlyas’ın parmakları ter içinde, birbirine geçmiş…
---Yaşın kaç İlyas?
---On dokuz…
---Epey yaşlısın. Hakan’ın yaşı on yedi.
---İlkokula geç gittim.
---Demek sizin köyünüz otuz hanelik?
İlyas, Belma’nın ezici gözlerine ancak birkaç saniye dayanabiliyor.Başı öne eğik:
---Evet, diyor, otuz hanelik bizim köy.
---Kaç nüfuslu?
---Hakan size anlatmadı mı?
---Anlattı ama bir de senden dinlemek istiyorum. Elektrik var mı sizin köyde?
---Yok.
---Aman ne feci!...Otobüs falan?
---Yok.
---Korkunç!.. Dükkân da mı yok?
---Yok.
---Peki ne var sizin köyde?
İlyas suskun. Belma devam ediyor yorumlarına:
---Ne vahşilik!... Öyle bir köyde nasıl yaşıyorsun şaşıyorum.
Hakan, İlyas’a acıyor şimdi. Sevgili arkadaşı ne hâle geldi? Yerin dibine geçti utancından. Biraz da kızdı ama belli etmiyor. Ne söyleyeceğini de bilemiyor.
Belma durmadan gülüyor. İstanbul ile İlyas’ın köyünü kıyas ederek gülüyor. İlyas hep suskun, hep utangaç… Evvelden ara sıra başını kaldırıp Belma’nın yüzüne bakabiliyordu. Belma sigara yakıp, dumanları İlyas’tan yana üfleyeli beri bakamaz oldu.
Ablası azıcık daha edepli olmalı. Ne de olsa İlyas yatılı öğretmen okulundaki en iyi arkadaşı.
Annesi giriyor odaya. Asık bir yüzle oturuyor. Hep somurtuyor annesi. Belma nasıl hep alay ediyorsa, o da hep somurtuyor. Babası karşı yakaya geçmiş. Henüz dönmedi, dönünce o da somurtur. Hiç sevmez misafiri. Doğrusu İlyas’a karşı çok ayıp oldu. Misafire güler yüz göstermek lâzım ama… Elinden bir şey gelmiyor ki!... Keşke hiç gelmeseydiler İstanbul’a; hiç getirmeseydi İlyas’ı. Nereden bilebilirdi böyle olacağını…
---Demek hiç deniz görmedin? Tabii yüzme de bilmiyorsun. Öyle ya, deniz nedir bilmeyen bir insan…
---Dağ başı… Nasıl yaşıyorsun orada?
---Hiç diskoteğe gitmedin mi? Aman ne feci!...
---Ne var peki, ne var sizin köyde? Ne var, ne var, ne var?
Susmak bilmiyor ablası.
---Saat kaç, saat kaç abla? Ne zaman başlıyor bu film?
---Üçü yirmi geçiyor, az sonra başlayacak. Ayarla saatini, ikide bir rahatsız etme beni.
Durmuş mu saati yoksa? Oda mı karardı ne? Zor görüyor. Şöyle ışığa doğru tutmalı. Dokuzu geçiyor. Dokuz buçuk galiba… Tamı tamına dokuzu yirmi beş geçiyor. Durmuş olmalı. Ama yelkovanı dönüyor. Yanlış mı gördü? Bir daha bakmalı. Nerede bu saat? Kolunda… Kolunda ama gözükmüyor. Bu karanlık da nereden çıktı?
---Tamam mı? Tamam. Hazır mı? Hazır. Ses çıkarma, uyanmasın. Ses çıkarma, çıkarma, çıkarmaaa!
---Demek hiç diskoteğe gitmedin? Aman ne feci, ne feci, ne feciii!...
Sağ yanak hep karanlık. Arkada kocaman bir kafa… Bir yanıp bir sönüyor satır.
---Ne var sizin köyde?
---Kalk, kalk, kalk vakit geldi, geldi, geldiii!...
---Dağ başı, dağ başı… Dağ başında yaşanır mı? Dağ başı…
---Saat üçü yirmi geçiyor, seninki kaç?
Saati kaç? Saat kolunda. Ama neden her yer karanlık?
Kirli, sarı bir parlaklık… Kırmızı bir boya, boya, boya… Boya değil, boyanmış bir et parçası… Bir dudak… Ve açılan bir ağız, dişler, kahkaha…
Işığa tutup da bakmalı. Hâlâ dokuzu yirmi beş geçiyor. Saat yine kayıplara karıştı. Ya o satır nerede? O kadın hani? Ablası, ablası nerede?
---Kalk İlyas, vakit geldi İlyas, ses çıkarma İlyas…
İlyas, İlyas, İlyas… Delirecek. İlyas delirtecek onu.
Bir gürültü… Kapı gıcırtısı… Eskisi gibi. Ya kirli, sarı parlaklık? O yok. Duymadığı, tanımadığı bir ses:
---Meee, meee!...
Ne sesi bu? Galiba, galiba koyun sesi. Keçi de olabilir. Hayvanat bahçesinde mi? İşte yine meliyor. Keçi, keçi; şüphesi yok.
Kalkmalı, kurtulmalı bu seslerden.
İğne mi batıyor ayağına? İğne gibi bir şey, iğneler gibi…Yavaş yavaş oynatmalı. İyice uyuşmuş.
Kirli, sarı parlaklık yok. Satır yok. Ablası yok. Hiçbir şey yok. Sadece, sadece inceden bir meleme var.
Oturuyor şimdi ve her yer karanlık… Melemeyi düşünüyor. Duyduğundan gayet emin. Hem de birkaç defa… Satır, kadın; kirli, sarı parlaklık rüya olabilir, hatta ablası da rüya olabilir, fakat keçi sesi rüya olamaz.
O ne? Bir pencere… Pencereden de azca ışık giriyor içeriye. Saat kaç?
Bakıyor saate. Onu yirmi beş geçiyor. Dokuzu yirmi beş geçiyordu ya… Dokuz ve on ve yirmi beş ve üçü on geçiyor, yirmi geçiyor, yüz, bin, milyon geçiyor. Geceyi mi yaşıyor? Dışarısı karanlık sayılır Demek ki gece… Ya televizyondaki sinema? Gündüz, üçü yirmi geçe…
---Allah Allah!... diye mırıldanıyor, sağına soluna bakınıyor. Yattığı oda yavaş yavaş şekilleniyor.
Hiç tanımıyor burasını. Kendisi yer yatağında.
Bir meleme daha, arkasından bir anırtı… Anırtıya bir de köpek havlaması katıldı.
İlyas… İlyas ve köy ve İstanbul ve keçiler ve köpekler ve ve… Hatırlayacak, hatırlıyor, hatırladı… Nerede olduğunu anlamıştı.
---İlyas, diye mırıldandı oturduğu yerden. Okul arkadaşım İlyas.
İlyasların köyündeydi. Misafirdi yani. Gece geç vakit gelmişlerdi İstanbul’dan. Akşam yemeğini yiyip hemen yatmışlardı. Lâkin Hakan bir türlü uyuyamamıştı. İlk defa bir köye gelmişti çünkü. İlk defa bir köy evinde yatıyordu. Hem de yer yatağında. Yarım metre ötedeki yatakta da İlyas yatıyordu. İlyas nerede? İlyas yok. Yatakta yok İlyas…
Fısıltı hâlinde bir ses “Kalk İlyas.” diyordu. “Vakit geldi, ses çıkarma, uyanmasın.” diyordu. İlyas’ın babası olmalı. Fakat neden? Niçin? Hem de gece yarısı… Saat onu yirmi beş geçerken…
Fakat bu nasıl olabilirdi? Gece yarısından sora ikiye beş kala tuvalete kalkmamış mıydı? Sonra da bir sigara içip ikiyi beş geçe yatağa girmemiş miydi? Ve hâlâ dışarısı karanlıktı. Saat ise on’u yirmi beş geçiyordu. Ya o sesler? Neden “ses çıkarma” diyordu adam? Gelen vakit neydi? Ne yapacaklardı? Ablası, peki ablası? Ablası mühim değil? Çünkü rüyada görmüştü onu.
Delirecek… Aklı almıyor olanları.
Nasıl da yanıp sönüyordu satır!... O kadın İlyas’ın annesiydi. Akşam görmüştü. Çok iyi hatırlıyor. İri yarı oluşundan, şalvarından hatırlıyor. Gece yarısı, on’u yirmi beş geçe ne arıyor orada? Hem de elinde kocaman bir satırla…
On’u mu geçiyor? Yirmi beş dakika mı? Bu imkânsız. Saati yanlış görmüş olmalı. Kolunu pencereye yaklaştırarak bir daha baktı saate. On biri yirmi beş geçiyor. Hayır hayır on biri yirmi beş geçmiyor. Yanlış gördü. Saat beşe beş var. Tamı tamına beş var. Daha önce de hep yanlış görmüş. Beşe on varken on’u yirmi beş geçiyor zannetmiş.
Şimdi olanları daha iyi hatırlıyor ve muhasebeye tabi tutabiliyordu.
Bursa’daydı. Bursa’nın Orhaneli ilçesinin, Harmancık nahiyesinin Kılavuzlar köyünde… İlyas’ın köyündeydi. Otuz hanelik, yüz elli nüfuslu bir köyde… Elektriği olmayan; dükkânı, kasabı, taksisi, otobüsü bulunmayan bir ufacık ve ücra köyde…
Aniden korkuyla irkildi. Tüylerinin diken diken olduğunu hissetti.
Yalnızdı odada. Az evvel iki kişi ellerinde lâmbalarla, kocaman kocaman satırlarla, hırsızlar gibi odaya girmiş ve “Kalk İlyas, ses çıkarma, uyanmasın.” diye fısıldayarak İlyas’ı uyandırmış ve birlikte çıkmışlardı odadan. Yüreğinden aşağılara doğru sıcak bir kan boşaldı. İri iri açılmış gözleriyle gittikçe cisimlenen odayı taradı.
Fakir odanın çıplak duvarlarındaki beyazlık karanlıkta büyüdü. Daha bir soyunup, daha bir beyazlaştı. Çarşaf gibi, çarşaflar gibi oldu duvarlar. Girintili çıkıntılı, eğri büğrü mermerlere benzedi. Hep birden çökmeye karar vermiş gibi eğildiler, gerildiler, ileri geri sallandılar. Bir kocaman, yanıp sönen, ucu kanlı satır peyda oldu karşı duvarda. Duvarlar gitti geldi. Duvardaki satır da gitti geldi. Bir ileri, bir geri…
Bir anda her yer karardı. Başının yatağa düştüğünü hissetti. Ardından etrafında fır fır dönen birkaç ayva gördü. Ayvalar bir top olmuş dönüp duruyordu. Döndüler, döndüler… Sonra bu dönüşe pencere de katıldı. Bir de duvarlar katıldı. Hep birlikte döndüler; fır fır, fırıldak gibi,…
Ter içinde kalmıştı. Ekşi ter, kirpiklerinden süzülmüş yakıyordu gözlerini. Daha fazla bakamayıp yumdu. Ayvalardan, duvarlardan ve pencereden kurtulmuştu fakat o kocaman satır hâlâ dönüyordu. Bir an çeliğin soğukluğunu boynunda hissetti. Dehşetle ellerini boğazına götürdü. Yapış yapış ter oldu gözleri.
Yattığı yerden doğrulup oturdu. Gözlerini karanlığa yavaş yavaş alıştırdı. Başının dönmesi geçmişti.
Bir ara gözleri, tavanda asılı bir top ayvaya takıldı. Gözlerinin önünden bir darağacı kayıp geçti. Ürperdi… Ne yapacaktı şimdi? Ne yapmalıydı? Onlar nereye gitmişlerdi? Cevabını veremediği sorularla korkudan tir tir titriyordu. Nereden de gelmişti bu köye!... Gelmemeliydi. Şimdi İstanbul’da olacaktı. Hem de sıcacık yatağında… Ablası zaten demişti ona. “Köy işte, köy… Dağ başı… Nesi var görecek? Üç beş kerpiç ev, birkaç çarşaflı kadın, birkaç köpek ve keçi… Nesi var başka? Neyi merak ediyorsun?” Ama dinlememişti ablasını. Bütün kabahat kendisindeydi.
Belli belirsiz bir tıkırtının meşgul ruhunda yarattığı korkuyla irkildi.
“Gece kuşları harekete geçti.” diye düşündü. Dikkat kesilmiş, sesleri dinliyordu. Bir tıkırtı daha duydu. Hatırladığı kadarıyla ev iki katlıydı. Alt kat dam veya ardiye olabilirdi. Sesler oradan geliyordu.
Kapıya baktı. Kapı ulaşılması güç bir ideal gibiydi gözlerinde. Oraya kadar bir gidebilseydi!... Şu evden çıkabilseydi bir… Kaçardı. Dağlara doğru, ormanlara doğru kaçar; yer elmaları, böğürtlenler yiyerek karnını doyurur, gecesini gündüzüne katarak kaçardı.
Fakat gidemezdi kapıya. Vücudunda o kuvveti bulamıyor, yorganın altındaki ayaklarının cansız birer et yığını olduğunu hissediyordu. Ellerine dayanarak kalkmayı denedi, tahtalar gıcırdadı. Vazgeçti kalkmaktan. Ağır ağır yatağa uzandı. Döşemenin tahtaları yine gıcırdamıştı. Gıcırtılar sessizlikte toplar gibi geceyi deliyor, yıldırımlar gibi yırtıyordu karanlığı.
Ses seda yoktu şimdi. Aşağı katı dinliyordu dikkatle.
---Uyandı galiba, diye bir fısıltı duydu. Ardından iki çeliğin birbirine çarpmasından hâsıl olan madenî bir ses…
---Dikkatli ol!..
Bir kurşun, bir ok, bir sivri bıçak sanki döşemeyi ve yatağı delip de vücuduna saplanacakmış gibi nefesini tutarak bekledi. İçinden, darağacına götürülen suçsuz ve çaresiz bir mahkûmun duygularıyla bildiği bütün duaları okuyordu.
Fısıltılar arttı. Korkudan ne dediklerini anlayamıyordu. Ağır geçen saniyelerden sonra nefesini saldı.
“Korkmamalıyım.” Diye geçirdi içinden. Korkmakla ve ölümü beklemekle hiçbir şeyi halledemem. Ya fırlayıp buradan kaçmalıyım, ya da…
---Tut şunu, dedi öfkeli bir ses. Ardından:
---Sus be karı!... diye homurdandı bir diğeri.
Ne oluyordu aşağıda? Öğrenmeliydi. Yoksa çıldıracaktı yatakta. Nefesini tutarak karın üstü döndü. Sessiz ve ağır bir hamleyle yatağın kanarına kadar süründü. Yere serili olan çulu çekti. Döşemenin tahtaları aralıklıydı. Aralığın birine bir gözünü yaklaştırdı. Şimdi her şeyi görebiliyordu. Kadın elinde lâmbayla tam ortada dikiliyor, İlyas ve babası hemen onun önünde bir şeyler yapıyor ancak ne yaptıklarını eğilmiş vücutlarından göremiyordu.
Bir meleme işitti. Meleme acı acı birkaç defa daha tekrarlandı.
---Kapa şunun ağzını be evlâdım!..
---Tepiniyor, bağlasana ayağını!...
Yerde, İlyas ve babasının arasında, bağlanmak üzere olan ayaklarını kurtarmak için debelenen bir keçi gördü.
Her şeyi anlamıştı.
Gözünü aralıktan çekti, ayağa kalktı. Gıcırdayan tahtalara aldırmıyordu artık. Vardı, pencere önündeki sedire oturdu. Bir sigara yakıp dumanını ciğerlerinin en içine birkaç kez çekip saldı.
Gözleri ta uzaklara, doğudan tarafa, tepeleri kızarmaya başlayan dağlara dikildi. Tüyleri diken diken olmuştu.
Kadın:
---Kusura bakma oğul, demişti akşam yemeğinde. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Kasaba yakın olsaydı gider et falan alırdık emme çok uzak işte… Hazır yemek olarak bulgur pilavı var, gayrı bu geceyi böyle idare edin. Sabah ola, hayır ola…
Aynen böyle demişti kadın. Çok iyi hatırlıyordu.
Ve kendisi?.. Ve kendisi?.. Ve kendisi?...
Tiksintiyle irkildi. Birden doldu gözleri. Yaşlar yanaklarından kaydı, dudaklarına geldi.
Dudaklarındaki sigaranın filtresi hep ıslandı. Bir de ağzı ekşi oldu…
“Ya abla!...” diye geçirdi içinden. “Sizin köyde ne var diye sorup duruyordun. Şimdi öğrendin mi ne olduğunu?
Uzaklarda kızıllaşan dağlar kayboldu gözlerinde.
Ellerini açıp göğe uzattı. Hıçkırarak:
---Allah’ım, beni affet!.. dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.