Umudun Tükendiği An
Sıkılmıştı. Canı hiç bir şey yapmak istemiyordu. Bir dergi karıştırdı, okumakta olduğu kitabı eline aldı.. Hayır ne yapsa olmuyordu. Kendini veremiyordu. Aklıda yüreği gibi uzaklardaydı. Dışarı çıkmak ve ya kimseyi görmek istemiyordu.
Televizyonu açtı. Her kanalda birbirinin benzeri; dün onunla olan bugün bununla birlikte dedirtenlerin bulantı veren programlarından başka bir şey yoktu. Bedeni ile bayağılıklarını pazarlayan ya da pazarlanan bir avuç insanın... Çok seyrediliyormuş güya. Aşkı, sevgili olmayı bu kadar ağır bir dille tanımlamak haksızlıktı tabi. İyi de haftada bir sevgili değiştirmeye ne denmeliydi? Her alanda küçük bir grup: yapan da, öven de, yeren de kısacası maddî manevî alan veren aynı kişiler. Sesleri çok çıkıyor. Arsızlar. Çok emek vermişler; mükemmel olmuş. Kendi kendilerini övüyorlar. Alçak gönüllü olmak aptallık olarak görülüyor. Ortada mükemmel olan ne varsa. Seyircisi de biz adam olmayız diyen takımı.Bizi niye karıştırıyorlarsa. Orta sınıfı olmayan toplum sancısı bu olsa gerek. Bir de aynı öykülü filmler: Yoksul köylü kız- zengin esas oğlan. Kız da köylüye benzese bari... Hep tuhafına giderdi. Tarıma ihanet politikaları, eğitim eksikliği yüzünden kente göçe zorlanmış, değerleri kaybettirilen bu insanlara köylü demek doğru muydu? ! ..
Buna çok kızardı. Halı kilim dokumak, toprak ve hayvancılık dışında geçim yolu bilmeyen, çoğu özellikle de kadınlar okul görmemiş, mesleksiz bırakılan ve en önemlisi sahipsiz. Her şeyleri talan ediliyordu. Yokedilen toprak, yabancılara çıkar sağlayan tarım ve hayvancılık politikaları, çalınan ve ya aşağılanan kültürü. Büyük kentlere göç edenlere bir de ad verilmişti. Kondulu, maganda! Büyük kentlere gitmek için vize koymak gibi haince laflar edenler bile vardı. İnsanların kendi ülkesinde haymatlos gibi olmasını isteyenler vardı. Bu insanlar, bilmeden kendi mallarının hırsızı olmuşlardı. Kız kardeşlerinin hakkını yiyen mirasyedi oğlanlar gibiydiler. Yunus’ ta, Karac’oğlan’ da insan sevgisini, aşkını yeşertmiş Anadolu insanının açlıkla, yoksullukla terbiye edilmesi isyan ettiriyordu. Çevresindeki okumuş, tüketen ama üretmediği halde hak etmediği varsıllıkta olan insanları düşündü. Onlar değil miydi sorumsuz davranışları yüzünden hem ülkeyi hem de kendilerini besleyen bu insanları yoksullaştıran kültür- sanat- politika üreticileri. Hak etmedikleri standartta yaşayanlar. Hem köylü hem kentli olduğundan bunları görüp inciniyor- öfkeleniyordu. Maganda, kondulu dedikleri insanların yüreklerini katarak yaptıkları ve sadece yaşamak için ürettikleri el emeği kilimleri, örtüleri bakır gümüş kapları, yoğurdu, peyniri bedavaya getirip; oturulmayan ve konuk gelmeyen gösterişli salonlarında kibir için sergiledikleri yetmezmiş gibi içini boşaltıp televizyonlara, filmlere konu yapmak... Onlara satmak için kapı tokmakları bile çalınıyordu. Bağımsızlığı tehdit eder hale gelen savurganlık ve soysuzluklar... Bilim için, dünyada neler olup bittiğini anlamak için harcanmayan zamanlar. Devlet yönetiminde bide bunu deneyelim ahmaklığı. Bilimde deneme yapmamak... Kirletilmiş değerler, sevdalar! ..
Birden haline güldü. Kendi kendine ben olacağım ki bak neler yapıyorum der gibiydi. Düşünce dünyası da bölük pörçüktü. Oysa şu anda dünya umurunda olmayacak haldeydi. Her iki halini de iyi görmedi. Bu depresif halden kendini çıkarmak istedi. Bu yayınlar, herkesçe biliniyor ve herkesi kızdırıyordu. İnatla sürdürmek niyeydi peki? Televizyonu kapattı. Gidip çay koydu. İki kaset seçti.. Tuluyhan Uğurlu. Bir de Hasan Cihat’ ın Kadın’ın Senfonileri.
Çayını el işi bir demlikle hazırlayıp getirdi. İnce cam bardak... Çay keyfiyle biraz rahatlamış olsa da hala düşüncelerinden tam olarak sıyrılmış değildi. Bu kez de köylü sözcüğüne takıldı. Bu sözcük, onu birden taa çocukluğuna götürmüştü. İçini cız eden bir mutluluğun sanki beyninden başlayıp ayak parmaklarından sarsıcı bir soluksuz kalışla çıkmasını hisetti. Çocukluğa bu denli özlem duymak... Biz insanlar ne garip yaratıklarız... O anda yanaklarından aşağıya süzülmekte olan gözyaşları boynuna düştü. Eliyle yaşları sildi. Saçlarına dokundu. Sarıya çalan, gözleri gibi bal rengi saçları vardı. O saçların şimdi olmasını çok istedi. Oysa güzel ya da yakışıklı, zengin olmak onu hiç bir zaman ilgilendirmemişti. Görünüşte... Saçlar, ona Gülser’ i anımsattı. Gene hüzünlendi, içi gibi yüzü de acıyla buruldu. İçinde kabuk bağlamak üzere olan bir kesik yara gibi ama çok daha can yakan ince bir sızı vardı.
Okula gittiğine göre yedi sekiz yaşlarında olmalıydı. Kızamık mı olmuştu ne evdeydi ve yalnız başına yatıyordu. Annesi ahırda hayvanlara mı bakmağa yoksa komşulara mı gitmişti hatırlamadı. Kış odasının sedirinde mindere yatırılmış üstüne de bir battaniye örtülmüştü. Demek ki güz günüydü. Dış kapının açıldığını duydu. Avlu kapısına bir tokmak, ev kapısına da bir çıngırak asılırdı. Böylelikle birinin geldiği içerden duyulurdu. Kilit bilmezlerdi. Gelen daha önce hiç görmediği bir kadındı. Çabuk çabuk yürüyordu. Tuhaf bir gülüşle anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıyordu.
- Hasta mısın? diyerek geldi karnına oturdu.
Korkudan ölecek gibi oldu. Yüksek hezenli taş evin kocaman odası daha da büyümüş; kendisi de minnacık kalmıştı. Bağırmak istiyor ama sesi çıkmıyordu. Güçsüz olduğu için de kalkamıyordu. Zaten buna cesareti de yoktu. Ya onu karnından ittiği için kızarsa. Kadının deli deli anlattıkları daha da çok korkmasına neden olmuştu. Eğer dün cevizler yolunda üstü başı yırtık, saçı başı dağınık, kendini döven, iki adamın kontrol edemediği çıldırmış halde gördükleri kadın olduğunu anlasaydı aklını yitirirdi herhalde. Köyün çocukları etrafa toplanmış anlamadıkları bu olayı korku ve heyecanla seyretmişlerdi. Koşup diğer çocuklara ve annelerine cin çarpmış- çalınmış kadını anlatmışlardı da annesi ona kızmış ve git oradan ne cin çarpmasıymış- çalınmasıymış diye terslemişti. Adı Gülser’ di. Bu adı koyarken bahtından gülsün diye dua etmişler miydi? ! Tekrar kendine döndü, yine nefesi darlandı, çocuk haline güldü.
Gülser’ i babasıyla yakını bir adam, çare olur umuduyla hocaya göstermek için alıp getirmişlerdi. Hasibe teyzenin sıcacık sesi, sevgisi, insanı sarıveren gülüşü onu biraz sakinleştirmişti. Kapkara kaküllerini beyaz, kırmızı boncuklu oya ile süslü yazmasına siyah, ince tel bir toka ile tutturmuştu. Eski resimlerde gördüğü kadınların gençlik resmine benziyordu. Tülbendi badem gözlerinin tüm güzelliğini ortaya çıkarmıştı. Güz yanığı, teninin güzelliğini bozamamıştı.
-Ben Haceller ’in Ömer’ in nişanlısıyım. Beni alacağını haber itdi. Tilkâri küpeynen vişne rengi ceket alacak gelecek beni babamgilden isteyecek. Atınan götürecek beni. dedi.
Bunu söylerken gene tuhaf tuhaf güldü. Nasıl da ağırdı. Korkudan mı yoksa çocuk haliyle ona mı öyle geldiydi? Sonradan öğrendiğine göre aşağı köylerden birinde oturuyorlardı.
-Niye vişne rengiydi ki? .... diye sesli düşündü. Ömer’ in sözleri onda takıntı halini mi almıştı... Tutulmayan sözler, insanın içinde mi kalıyordu... O zaman çok korktuğu bu olay, şimdi yüreğini burkan bir öyküydü.
Gülser, kendinden az daha varlıklı bir ailenin oğluna sevdalanmıştı. Ömer de ona vurgundu. Ömer’ e ailesinin istediği kızla söz kesilince utancı üzüntüsüne- üzüntüsü utancına baskın gelmişti. Yüzü yerde- Ömer’ i kaybetmiş- adı çıkmış kız olmak! ...
Ne ki bazı insanlar, o kara sevdayla dellenince gösterdikleri hoşgörüyü vaktinde gösterememişlerdi. Gerçekte sevdalar sessizce onaylanırdı. Neden Gülser’ e haksızlık ettilerdi ki...
- Buraya Hasibe teyzeme gezmeye geldik. dedi.
Hasibe teyze komşularıydı. Sevecen, yaşlı, ufak tefekti. Her şeye âdeta aşkla bakardı. Kızdığı, üzüldüğü pek görülmezdi. Gülser, babasıyla onlara konuk gelmişti. İbrahim Hoca’ ya okutacaklardı.
-Olmaz onu Ömer’ e götürün! .. diye fısıldadı.
Birden kendine geldi. Kendi söylediğine kendisi de güldü. Hatıralara fazla kaptırmıştı. Gülser gözlerinin önünden gitmiyordu...
Kapı açıldı. Gelen Hasibe teyzeydi. Gülerek;
- Kayıp kızımı arıyorum, bak edepsize buraya gelmiş diyerek yanlarına geldi. Deli kadından kurtulacağı için öyle sevindi ki.
- Muska yazdırmaya gelmişlerde... Ben gayfaltı hazırlarken kaçıp buraya gelmiş... Sana neler anlattı? Sen ona aldırma kuzum olur mu? ..
Gülser’ i tatlı diliyle zorla ikna ederek alıp götürdü. O zaman fark edemediği bir şeyi hatırladı. Arkalarından baktığında Gülser, ince, uzun boylu, narin bir kızdı. Belini sıkan, dallı güllü pazen entarisinin üzerine taktığı kemer, bedeninin tüm güzelliğini ortaya çıkarmıştı. Petrol yeşili mi ya da lacivert solgunu mu olduğu belli olmayan eski örgü hırkasına rağmen çok güzeldi. Simsiyah, beline uzanan kırk belik saçları vardı. Hasibe kadının yazmasının altından ucu görünen ağarmış saçları olmasa yanında çocuk sanılırdı.
- Ne kadar güzelmiş, şimdi nerdedir, ona ne oldu acaba? Mutluydu- deliliğinin farkında bile değildi! dedi kendi kendine.
Yaşayamadığı sevdanın acısı Gülser’ i vurup geçmişti. Artık duyumsamıyordu herhalde diye düşündü. Gülser‘ e imrenmişti sanki... Canı öyle yanıyordu ki... Sevdiğini düşündü. Çok uzaklardaydı. Ona gitse, onu bulsa! Kendine de ona da bu saygısızlığı yapamazdı. Onun tercihlerine saygı duymalıydı. Onurluydu. Sabırlı olduğundan ve onu çok önemsediğinden yalvarıp durmuştu. Başka değil... Sözlerinde durmamış bir adam... Yalancının teki. Hayır sözünde durmadığı doğruydu ama yalancının teki değildi. O değil kendisinin kendine yalan söylediği olurdu... Duygusallığının yarattığı zayıflıkla inandıkları, söyledikleri ile arzuları çeliştiğinde yalan söylediği olurdu. O uzaklaştıkça ölüm meleği yaklaşıyordu. Ya da ona öyle geliyordu. Umudun tükendiği an buydu demek ki. İnsanın bekledikleri gelmeyince yahut tüm kapılar kapanınca sessizce ölüm meleğini beklemesi... Yahut Gülser olmak! Engel olamadığı gözyaşları, içindeki duymak istemediği sızıyı da üstüne üstlük sevdiğince söylenmiş bazı sözlerin beynine çengelli iğne gibi takılı kalıp kanatmasını da dindirmiyordu. Kendini duvarlara vurmak da... Canı, kıyamadığıydı. Zaman zaman çok güzel şeyleri paylaşırlardı. O ışıltılar olmasa ne yapacaktı? !
Kalktı, halâ siğim siğim ağlamakta olduğundan gidip yüzünü yıkadı. Yapması gereken işleri, ilgilenmesi gereken insanlar vardı.
- Önce gidip bir gazete almalıyım. Biraz da yürüyüş yapsam. Yok bugün kendimle kalmalıyım. Tanıdık biri dağılmama sebep olabilir. Sokağa çıkmasam… Telefon çalmasa, kimse aramasa, kimse bir şey istemese, arkadaşlarım artık benimle ilgilenmese… Ailem beni unutsa, annem unutsa beni… Annem unutmasa- unutmaz, yanımda olsa, saçlarımı okşasa yine, saçlarımı okşarken masal anlatsa... Tahir ile Zühre’ yi anlatsa
İşte geldim Mardin’ den
Al heybemi ardımdan
Yedi yıl yol gezdim
Zöhrem senin derdinden
O’ nun seçimi Karaçor gibi geldi. Kara çalı yani. Yok, seçimine saygı duymalıyım. Neler saçmalıyorum ben, Tanrım! Bahtiyar... Annesi şimdi de Bahtiyâr’ ı anlatsın istiyordu. Bahtiyâr’ını arayan Senem’ i anlatsa... Köy köy gezerken Bahtiyâr’ ını arayan Senem’ in pınar başındaki kızlara Bahtiyâr’ını sormasını anlatsa... Kızların Senem’ e güldüklerini anlatsa... Kızlar Senem’ e gülmese.
Ağır helkili kızlar,
Gümüş helkili kızlar,
Bahtiyar’ ım geçti
Görmediniz mi?
Bunları söylerken annesi Sanki Senem’ di. Öyle içten, öyle canlı.
- Bu kez sade benim için anlatsa...
Masallardan aklında kalanlarla annesinin sesi kulağında çınlıyordu.
- Son istasyonu olmayan bir otobüs yolculuğu yapsam, yanımda kimse olmasa ya da hiç konuşmayan biri olsa Kendimi unutsam, Gülser olsam... Gülser...
Yüreği bedenine dar geliyordu. Soluk alamaz gibi... Elini bıraktığı anda özlemeye başlardı. Okşarken değil birlikte yürürken tutardı ellerini. Birlikte yürümek; yaşayıp duyumsadığı en güzel eylemdi. El ele... Sevmeye sözle bile böyle tarif yakışmıyordu. Sevdiğini- sevildiğini dünyaya haykırmanın en gür ve de en içten hali... Neyi sevmiş olursan ol; doğa- çocuk- yurdunu ve onu. O. Ele ele yürümek... El ele, onun elleri, el... Elini bırakınca el olmak... El mi olacağım şimdi? ! El miyim? ! .. Elim... Ona el! ...
© Ildız