- 611 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MİRAS
MİRAS
Sıkıntıyla döndü yatakta. Eski karyola yine gıcırdamıştı.
---Allah belânı versin!.. diye öfkeyle homurdandı.
Gecenin bu saatinde en hafif tıkırtıya dahi tahammülü yoktu. En az yarım saat bir sağa bir sola dönerek, derin ve çoğu zaman kederli düşüncelere dalmadan uyuyamazdı. Bütün sırlarını açığa vurmak ister gibi, her kımıldanışında inadına gıcırdayan bu karyoladan nefret ediyordu.
Alt kattan gelen başka bir gıcırtıyla:
---Öööf!.. diye mırıldandı. Kalktı yine.
Bir oda kapısının açıldığını duydu. “Şimdi de merdivenler gıcırdayacak ve buraya gelecek.” diye düşündü. “Bakalım neler yumurtlayacak bu sefer?”
Tahmin ettiği gibi olmadı. Mutfaktan gelen tıkırtılara bakılırsa yukarı çıkmayacaktı. Biraz olsun rahatlamıştı. Şimdi gıcırtılara aldırmadan rahatça dönebilirdi yatakta.
Sol tarafına döndü. Üşüyen bacaklarını karnına doğru çekerek yorganın içine daha bir büzüştü.
Kar yine azıtmıştı. Eskisinden daha iri ve sık yağıyordu.
Pencere önündeki elektrik direğinin ışığında lâpa lâpa uçuşan kar İlköğretmen Okulundaki elma bahçesini hatırlattı ona. Etrafındaki elma ağaçlarının daha uzun ve daha ice gösterdiği düz bir yolla ikiye bölünen bu bahçe, öğrencilerin biricik sığınağıydı. Çünkü dört bir yanı yüksek duvarlarla çevrelenmiş okulun sigara içilebilecek en müsait yeriydi orası. Ağaç diplerini çapalatmak için derslerini bahçede işleyen yaşlı ve emektar tarım hocaları haricindeki öğretmen ve idareciler nedense buraya adımını bile atmazdı. Öğrencilerle aralarında gizli bir anlaşma vardı sanki.
Bahçedeki yol teneffüs aralarında, öğle tatillerinde, etüt aralarında volta atan öğrencilerle dolup taşardı. Gruplar hâlinde dolaşarak zevkle sigaralarını tüttürürler, bol kahkahalı neşeli sohbetlere dalarlardı. Hele kışın bir başka olurdu bahçe. Gece yarıları iri iri serpiştiren karla beraber bahçedeki yola dökülen öğrenciler, dudaklarından eksik etmedikleri sigaraları sayesinde ısınarak romantik aşk maceralarını anlatırlar, üşüyen ayaklarını hızlı hızlı yere vurarak coşkun naralar atarlardı. Yol boyunca ara ara dikilmiş elektrik direklerinin ışığındaki beyaz benekli havayı seyretmek, sonra yine karanlığa dalarak yer yer pırıl pırıl parlayan karla kaplı yolda derin ayak izleri bırakmak Durmuş Ali’nin hiçbir zaman unutamadığı en tatlı hatıralarıydı.
Fakat o güzelim kışlar geri gelmeyecekti bir daha. Dört buçuk senedir hiç gelmemiş, bu zaman zarfında öylesine mutlu olmamıştı. Yüksek öğretmen Okulunda geçirdiği kışlardan hatırında kalan çamurdan başka bir şey değildi. Kalabalık İstanbul’da kar’ı ancak yüksek apartmanların tepesinde görebilmişti.
Her türlü yasak ve baskıya rağmen İlköğretmen Okulunda geçirdiği yedi yılı nedense daha çok seviyordu. Birçok arkadaşının eşkâlini unuttuysa da birkaç tanesi yüz hatlarıyla, mimikleriyle, giyim kuşamıyla, sesinin tonuyla hafızasında hâlâ capcanlıydı.
Bir kırıklık vardı içinde. Ne yazık ki “yeniden yaşayabilmek” ihtimaline hiçbir ümit vermeyen zaman, o günleri obur midesinde eriterek geriye tatlı bir hatıradan başka bir şey ifade etmeyen cansız gölgeler bırakmıştı. O günlere dönemeyecekti artık. Gizli gizli içtikleri sigaraların o gizemli zevkini alamayacaktı bir daha. Gece yarıları bekçiyi aldatarak, sırf muzırlık olsun diye yastık kılıfı dolusu elma çalamayacaklardı bahçeden.
İlk dört yıl nefret ederdi okuldan. Daha sonraları alışmış, bazı can sıkıcı olaylara rağmen benimsemişti orayı. Şimdi ise özlüyor, çabuk bitti diye hayıflanıyordu.
“Yeniden dünyaya gelsem yatılı öğretmen okuluna gider miydim acaba?” diye kendi kendine sordu.
Cevabı “kesinlikle hayır”dı. Fakat okun yaydan çıktığı bu yaştan sonra maziyi tekrar yaşamak istemesi gayet doğaldı. İş işten geçmişti bir kere.
Çoktandır yatılı okulu seven gönlü ve o yıllardan nefret ederek suçlayan beyni arasındaki savaş yine başlamıştı.
“Ne münasebet!..” diye düşündü. “Kel ölünce sırma saçlı olurmuş. Hatıralar ufak tefek can sıkıcı olaylara yer vermez. Okuldayken aldığım zayıf bir not birkaç gün canımı sıkardı.. Kahvede pişti oynarken veya okulda sigara içerken yakalanınca infazını bekleyen idam mahkûmları gibi idareye çağrılacağım günü korku içinde beklerdim. Şimdiyse o zayıf notların, disiplin kurulundan aldığım cazaların hiçbiri aklımda yok. Hatırımda hep güzel şeyler, romantik ve mutlu dakikalarım kalmış.
Beynini baskı altına alan gönlünün sesiyle:
“Yanılıyorsun…” diye devam etti. “Aldığın iyi bir not da sevindirirdi seni. Dibine kadar içtiğin sigaralar, kuytu kahve köşelerinde eline aldığın oyun kâğıtları sırf yakalanmadığın için zevk verirdi sana. Şimdi sigara ve kahvede eski neşeyi bulamıyorsan bu serbest olduğun içindir. O zamanlar seni çok mutlu eden bu eğlenceleri, derslerindeki başarıları da unuttun. Fakat gerçek olan bir şey var: Mutluydun orada. Eğer yeniden dünyaya gelirsen yatılı okula girip girmeyeceğinse başka bir konu. Bunu karıştırma…”
Tatlı tatlı tebessüm etti. O günleri yeniden yaşıyor gibiydi.
Bambaşka bir hayattı yatılı okul. İlköğretmen Okulunda bir yıl, Yüksek Öğretmende ise bir sömestr kaybederek tam on bir buçuk yıl devletin ekmeğini yemiş ve şubat devresinde coğrafya öğretmeni olmuştu. İki hafta önce terk edilen bir dünya ve bir ay sonra başlayacak yepyeni bir hayat… Tahta sıralardan kürsüye… Kim bilir belki de bunun sancısını çekiyor, hoş hatıralarını bunun için özlüyordu.
En basitinden yatılı okulun ranzalarla dolu yatakhanesi ayrı bir âlemdi. Gülenler, haykıranlar, boğuşanlar, ağlayanlar, uyurgezerler, altını pisleyenler… Bazen sekiz, bazen yüz kişiyle nefes nefese yattığı bu irili ufaklı koğuşlarda nelerini görmüştü! İlköğretmen Okulunda tahta, Yüksek Öğretmende ise demir ranzalarda yatmıştı. Daha çok köşelerdeki ranzaları tercih ederdi.
İki, bazen üç tarafı duvarla çevrili, üst tarafta ise başka birinin yattığı, kapalı bir kutuyu andıran yüzlerce ranzada acı ve tatlı nice hatıralar bırakmıştı.
Şimdi yattığı karyolayı ne kadar da yadırgıyordu!.. Yaz tatili için eve geldiğinde ilk haftalar aile hayatına alışmakla geçerdi zaten. Necati ile kaldığı odada daha altı kişinin barınabileceğini düşünür, rahatça bağdaş kurup sofraya çökerek aynı tabaktaki yemeği çalakaşık atıştıran aile fertlerine ayak uyduramaz, eve girerken ayakkabılarını çıkarmayı unutur, üzerinde hiçbir yazı ve resim bulunmayan helâ duvarlarına hayretle bakardı. Fakat sonra; her geçen yıl bir hafta ile bir ay arasında artmış olan bir süre içinde alışırdı evine.
Fakat bu defa aradan üç hafta geçtiği halde alışamamış, üstelik evinden ve ailesinden nefret etmeye başlamıştı. Bu sonucu doğuran sebep kasabadan uzak kaldığı iki buçuk yıldı. Zaten geçen yaz tatilinin ancak on beş günü baba evinde geçmişti. Mayıs sonlarına doğru iyi bir ücretle bir muhasebe işine girmişti İstanbul’da. Babasının mektupla çağrısı üzerine, ailesini ziyaret için aldığı on beş günlük tatil dışında bütün yaz ve son sınıfta okuduğu öğretim döneminde de haftada altı saat olan derslerine devam etmek şartıyla işi bırakmamıştı. On sekiz ay önce sıkıntı ve bunalım içinde, ailesiyle iç içe fakat onlardan çok uzak geçen bu kısa tatil sayılmazsa, iki buçuk yıl havasını teneffüs etmediği aile hayatına uyum sağlayamaması çok doğaldı.
Şu an gözlerini diktiği pencere, gıcırdayan şu karyola, öbür yatakta kim bilir kaçıncı uykusuna dalmış olan Necati, odadaki her şey ayrı bir âlemin varlıklarıydı. Kendisinin alışık olmadığı, üstelik yadırgadığı bir âlem…
Tahta merdivenlerin gıcırdadığını duyunca düşüncelerinden sıyrıldı.
---Hey Allah’ım!.. diye söylenerek gözlerini yumdu. Buraya uğramasa olmaz sanki!...
Kapı gıcırtıyla açıldı. Elektrik yandı. Baş ucuna yavaşça yaklaşan biri saçlarını okşayarak fısıldadı:
---Durmuş Ali!... Uyuyamadın mı yavrum?
Gözlerini açtı. Baş ucunda ihtiyar bir kadın vardı. Soran gözlerle ona bakarak:
---Ne var? dedi.
Kadın ısıttığı bir tuğlayı eski bir havluya sarmış elinde tutuyordu.
---Kanifer, dedi şefkatli bir sesle. Üşümüşsündür…
---Koy hadi, koy!
Kadın yorganı kaldırdı. Sıcak tuğlayı Durmuş Ali’nin tam ayakları altına yerleştirdi. Yorganı, vücudunun hiçbir tarafı açık kalmayacak şekilde yeniden örterken:
---Sıcak tutar, dedi. Ayakların ısındıktan sonra karnına koyarsın.
---Tamam tamam, gidip yat!..
Kadın Necati’yi de iyice örttükten sonra “Allah rahatlık versin!” diyerek elektriği kapadı, aşağı indi.
Hep böyleydi işte… Durmuş Ali azıcık kıpırdasa yatak gıcırdar, kadın onun uyuyamadığını anlar ve hemen yukarı çıkardı. Ardından bir sürü gereksiz sorular sorardı: “Ne oldu? Neyin var? Başın mı ağrıyor? Aspirin getireyim mi? Dur sana kanifer hazırlayayım…”
Hiç işi yok muydu bu kadının? Hiç uyumaz, hep yukarısını mı düşünürdü? Niçin gece yarıları kalkıp rahatsız ediyordu Durmuş Ali’yi?
“Kim bu kadın?” diye geçirdi içinden. “Benim neyim oluyor? Gece yarıları pis bir tuğlayı ısıtarak kalorifer hazırladığını zanneden, sonra da peltek sesiyle ‘Kanifer yaptım ayaklarına koy.’ diyen bu kadının nesi oluyorum ben? Onu hangi duygular sıcacık yatağından çıkartarak bu odaya getirtiyor?”
Ayaklarını yakan tuğlayı nefretle itti. Az sonra yüreğini sızlatan bir sesle:
---Annem o benim, diye mırıldandı. O kadın benim annem… Özbeöz annem… Yanında yatan ihtiyar da babam… Sulbünden geldiğim ebeveynlerim.
Ne kadar da yabancıydı onlara!... Az evvel odasına gelen kadınla sokaktan geçen ihtiyar bir kadın arasında sanki hiç fark yoktu. İkisi de o derece uzaktı Durmuş Ali’ye.
“Fakat o benim annem!..” diye düşünerek irkildi. “Annem o benim ve ben onu böylesine uzak hissediyorum kendime… Anne… An-ne… An ve ne… Ne var bu kelimede?
Sihirli bir mana arar gibi harflere ve hecelere dikkat ederek “anne” kelimesini birkaç defa tekrarladı.
Bu iki hecelik kelimede herkesin bahsettiği sıcak, müşfik olan şey neydi? Var mıydı böyle şey? Varsa Durmuş Ali bunu neden bulamıyordu? Ha sopa, ha kalem, ha deniz, ha anne… Durmuş Ali için bu kelimeler arasında ayrı varlıkları hatırlatması dışında hiçbir fark yoktu. Kalem kalemdi, sopa sopaydı, anne de çocuk doğuran kadın demekti. Hepsi bu kadardı işte…
Oysa dağlar kadar fark olmalıydı. Anneler için binlerce şiir, yüzlerce roman yazılmış, şarkılar bestelenmişti. Biliyordu bunu… Bu kelime ve bu kelimeyle nitelenen kadına karşı hissetmesi gerekip de hissedemediği bazı duyguların diğer insanlarda –meselâ Necati’de- mevcut olduğunu da biliyordu. Eksiklik Durmuş Ali’deydi.
Evet o kadın dokuz ay karnında taşımıştı kendisini. Emzirmiş, etinden et, canından can vermişti. Yıllarca altını temizlemiş, beşiğinin başında sabahlayarak gözü gibi korumuş, üç öğün yemeğini hazırlamış, saçını süpürge etmişti. Bu bir gerçekti. En yakın misali biraz evvel gerçekleşen olaydı. Üşenmeden yatağından kalkıp “aman oğlum üşümesin” diyerek tuğla ısıtmıştı.
Fakat bir gerçek daha vardı ortada. Durmuş Ali onu tanıyamıyor, yakın hissedemiyordu kendisine… Yedi sekiz yaşlarındaki Durmuş Ali’nin annesine karşı hissettiği duygulardan, ona olan bağlılığından eser kalmamıştı artık. İlkokul çağındayken çok severdi bu kadını. Ta yürekten gelen bir sesle “anne” derdi ona. Boynuna sarılırdı. Bir şeyden korkunca “Anne, anne!” diye bağırarak kollarına atılırdı. Ve orada bütün tehlikelerden uzak olduğuna inanarak mutlu olurdu. Şimdi ise o kadın hiç görmediği, tanımadığı bir yabancı gibiydi. Sevemiyor, ona karşı sıcak duygular besleyemiyordu. Elinde değildi bu.
Sadece ona karşı değildi yabancılığı. Meselâ öbür yatakta uyuyan on beş yaşındaki delikanlı… Necati… Yani kardeşi… Kimdi o? Kardeş ne demekti? Kardeşe karşı nasıl duygular hissetmeliydi insan? Davranışları nasıl olmalıydı? Bunların cevabını biliyordu. Kardeşini sevmeliydi. Onu korumalıydı her şeyden önce. Ona güler yüz göstermeli, zaman zaman da çıkışmalı, gerekirse dövmeliydi… Koruyordu. Güler yüz gösteriyor, bazen de ağabey olduğunu hatırlayarak çıkışıyordu. Fakat sırf ağabey olduğunu göstermek için, belki de ağabey olabilmek için yapıyordu bunu. Lâkin sevemiyordu işte. Sevmek elinde değildi. Herkesi, sokaklarda dolaşan diğer insanları sevdiği kadar sevebiliyordu ancak. Daha samimî, daha sıcak, daha müşfik duygular hissedemiyordu ona karşı.
Sahi bir de dokuz yaşlarında bir kız kardeşi vardı. Küçük Ayşe… Durmuş Ali okuldan gelince sevincinden deliler gibi uçan, ağabeyi kasabadan gidince hıçkırıklarla ağlayan küçük Ayşe… O da kardeşiydi ve Necati kadar, aşağıdaki kadın kadar uzaktı Durmuş Ali’ye. Zaman zaman boynuna neşeyle sarılan bu küçük kızı, sırf sevgisine karşılık olsun diye kucağında hoplatır, sırtında taşır, dükkândan çikolatalar alırdı.
Evlenip de çoluğa karışan iki ablasını çoktan defterden silmişti. Onları umursamıyordu bile. Bazen simalarını dahi hatırlayamadığı, karşılaştığında yapmacık bir sevinçle ellerini öptüğü, uzun zaman karşılaşmayan insanlar arasında geçen alışılmış sorular ve cevaplarla yanlarından kaçarcasına ayrıldığı bu iki kadın öz ablalarıydı güya…
Bu insanlar; aşağıda horul horul uyuyan, az konuşup daima somurtan kır saçlı adam, “kanifer” hazırlayan kadın, aynı odayı paylaştığı on beş yaşındaki delikanlı ve yan odada yatan küçük kız bir aile teşkil edebilirdi. Fakat Durmuş Ali bu ailenin bir ferdi olamazdı. İmkânı yoktu bunun.
Sevildiğini, çılgınca sevildiğini hissediyordu. İşte yüreğinin taşıyamadığı muazzam yük buydu. Kendisiyle iftihar ediyorlar, ondan çok şey bekliyorlardı. Beklediklerini de verecekti. Tahsil hayatı parasız yatılı okullarda geçtiği hâlde, Necati’yi okutmamak pahasına zar zor okutmuşlardı Durmuş Ali’yi. Şimdi sıra kendisine gelmişti. Maaşının yarısını bunlara gönderecekti. Göndermesi gerekirdi. Yapılan bir iyiliğe karşılık verir gibi, yirmi üç yıldan beri karnını doyuran, gurbetteyken paralar gönderen iyi kalpli bir zata borcunu öder gibi para yollayacaktı.
Bu insanlarla arasındaki tek bağ buydu işte. Kendisi bir borçlu, onlarsa alacaklıydı.
Aslında bütün derdini, bu korkunç hakikatlerin failini gayet iyi biliyordu Durmuş Ali. Aile hayatından çok küçük yaşta kopmuştu. Daha çoraplarını giyemezken yatılı okulun ranzalarında bulmuştu kendisini. O zamanlar henüz on iki yaşında, otuz dört kiloluk küçücük bir çocuktu.
Önce yadırgadığı yatılı okul hayatını yıllar geçtikçe benimsemiş, dördüncü sınıftan sonraki yıllarda yadırganan çevre aile hayatı olmuştu. Okuldayken bir anne ve babası, onu düşünen kardeşleri olduğunu haftalarca unutuyordu. Hafızasında “biz de varız” diye ara sıra beliren aile fertlerinin yerini okul arkadaşları almıştı.
Ve işte korkunç hakikat… Zürriyetinden geldiği insanları sevemiyor, yine yatılı okulu, İstanbul’un sokaklarını, hiç tanımadığı insan kitlelerini arzuluyordu.
On altı yaşındayken ruhuna serpilen bu tohum üç yıldır yeşererek zehirli dallarıyla beynini sarmaya başlamıştı. Geçen yaz kasabada geçirdiği can sıkıcı on beş günü düşünüyor, ruhunu bir suçlu gibi muhakeme eden beyninin suçlamalarıyla çektiği vicdan azaplarının yeniden başladığını fark ederek yatakta bunalıyordu.
Kaçmalıydı buradan. Başka bir şehre, onu kimsenin tanımadığı yerlere gitmeliydi. Tayini bir çıksa her şey hallolacaktı. Haberi alır almaz gidecekti kasabadan. Bu aileyle iç içe yaşayamazdı. Üç haftadır neler çektiğini bir Durmuş Ali bir de Allah bilirdi. Onlarla karşı karşıya her gelişinde kendisinden iğreniyor, sevgiye yine sevgiyle mukabele edemediği için kendini suçlu hissediyordu. Kötü geçen gecelerden sonra aynı sofrada dirsek dirseğe, göz göze kahvaltı etmek ne büyük işkenceydi!..
Öğle ve akşam yemeklerinde kasten ortadan kayboluyor, genellikle tek başına bir şeyler atıştırıyordu. Sırf anne ve babasıyla, kardeşleriyle yan yana olmamak için kahve kahve dolaşıyor, kasabadaki sayılı arkadaşlarıyla lüzumsuz ve sıkıcı eğlencelere dalıyordu. Aile fertleriyle karşı karşıya olmak dayanılmaz bir azap hâline gelmişti. İşin kötüsü üstüne düşüldükçe onlara kızıyor, nefrete benzer duygular hissediyordu.
Sıkıntıdan terlemişti. Öbür yanına dönecekti ki “Damlar yine…” diye düşünerek vazgeçti. “Aah!... Şu tayin bir çıksa da kaçsam buradan.”
Başka çıkar yol yoktu. Ancak onlardan uzaktayken mutlu olabiliyordu.
“Çünkü aklıma gelmiyorlar.” diye geçirdi içinden. “Aylarca aklıma gelmeyen, sağlık durumlarını, neler yaptıklarını zerre kadar merak etmediğim bu insanlar ve ben…
Tiksiniyordu kendinden. Ağlamak istiyordu. Sanki onlar için bir damla gözyaşı dökebilirse o kadını “anne” gibi kendine yakın hissedecek ve vicdan azabından kurtulacaktı.
Fakat onları sevmek nasıl imkânsızsa, onlar için ağlamak da imkânsızdı. Kaç gece sırf ağlamak için bir şişeye rakı ile su koyup karanlık tarlalara dalmış, bir ağacın altına çökerek kusuncaya kadar sarhoş olmuştu. Rakı dolu şişeden içtiği her yudumda “Ağlamalısın, onları sevmelisin” diye kendine ne kadar telkinde bulunmuşsa da başaramamıştı bunu. Oysa sevdiği bir okul arkadaşını hatırlayınca onunla geçen neşeli günlerin hayaline kapılarak kolayca ağlayabiliyordu.
Ne müthiş, ne utanç verici hakikatlerdi bunlar.
Durmuş Ali’nin çektiklerini şu dünyada kaç kişi çekiyordu acaba? Aynı ruh hâleti içinde bunalan insanlar var mıydı?
“Olmaz mı?” diye düşündü. “Meselâ Yusuf… O da benim gibi yatılı okullarda on bir yıl okumuş. Zavallı Yusuf!... Senin çektiklerini çok iyi anlıyorum dostum. Yıllarca ranzalarda ömür çürüten kaderdaşlarımızdan başka kimse anlayamaz bizi zaten. Çocukluğunu ailesinin yanında geçirmek bahtiyarlığına erişmiş insanların bizim duygularımızı hissetmesi imkânsızdır. Çektiğimiz azapları onlara anlatsak, öyle yavan gelir ki!... Bu nedenle kendime acıdığım kadar sana da acıyorum dostum.”
Yusuf’un kansız yüzünü; kederli, mavi gözlerini görür gibi oldu.
---Ranzaların çocuğu, diye mırıldandı.
Gözleri yaşarmak üzereyken silkindi.
---Allah kahretsin!... diye homurdanarak çıktı yataktan. Masadan sigara paketini alıp bir tane yaktı. Pencereye yaklaştı. İdrak etmeyen gözlerle serpiştiren kara bakarak:
“Ağlayacağım.” diye düşündü. “Annem için ağlayacağım. O benim annem… Hayır hayır, daha sıcak olmalı… Anam o benim, biricik anam… Beni dünyaya o getirdi. Geceler boyu beşiğimi o salladı. Karnımı üç öğün doyuran da o… Anam o benim, biricik anam!...”
Gözlerini yumdu. Sigarasından uzun bir nefes çekerek:
“Anam ölüverse ne kötü olur!... “diye devam etti düşüncesine. Çoluk çocuk mahvoluruz. Anamın soğuk ve beyaz yüzünü görünce kim bilir ne kadar üzülürüm.”
Annesini ölmüş olarak hayallemek istiyordu.
Birkaç saniye sonra dudaklarını ısırarak gözlerini açtı. Olmuyordu… Değil annesini ölmüş gibi hayallemek, yüzünü dahi hatırlamıyordu. Gözleri ne renkti? Dudaklarının biçimi nasıldı? Yüzü kırışmış mıydı? Saçları uzun muydu? Zayıf mıydı? Şişman mıydı? Hiç, hiçbir şey hatırlamıyor, bütün çabalarına rağmen annesinin simasını gözleri önünde canlandıramıyordu.
Sırsıklam tere batmıştı. Sigaradan üst üste çekerek:
---Oof!.. diye mırıldandı. Beni kurtar Allah’ım, kurtar beni!..
Merdivenlerin gıcırdadığını duyunca telâşla irkildi.
“Gene mi?” diye düşünerek yatağa baktı. Hemen yatıp uyuma numarası yapmalıydı. Fakat oraya kadar yürürse bu sefer odanın döşemeleri gıcırdayacak, uyanık olduğu yine anlaşılacaktı. Ne biçim kadındı bu? Yine bir şeyler uydurarak vicdan azabı denilen bataklığa daha fazla sürükleyecekti Durmuş Ali’yi.
“Belki de o değildir.” diye düşündü. Babam helâya çıkıyordur belki de.”
Sigarayı söndürdü. Beklemekten başka çaresi yoktu. Merdivenleri gıcırdatarak üst kata çıkan ayakların sahibine her geçen saniye daha fazla sinirlenerek öfke içinde bekledi.
Kapı gıcırtıyla açılınca kanı tepesine çıkıverdi.
Yine oydu. Az evvel yüzünü hatırlamaya çalışıp da başaramadığı kadındı. Elektriği açmış şaşkın şaşkın gözlerle oğluna bakıyordu. Elinde de beyaz bir sıvıyla dolu olan bir bardak vardı. Süt olmalıydı… Ne aralık uyanıp da süt ısıtmıştı?
Efendisine aşırı sadık bir uşak gibi kapıda dikilen bu kadını anlayamıyor, elindeki bardağı, tülbendini; beyaz, benekli geceliğini nefrete benzer hisler içinde öfkeyle süzüyordu.
Birkaç saniyelik sükûttan sonra:
---Uyuyamadın mı oğlum? diye sordu kadın.
Kızıyordu işte. Değil onu sevmek, yüzünü dahi görmeye tahammülü kalmamıştı.
Onunla daha fazla konuşursa yıllarca unutamayacağı kötü bir hareket yapmaktan korkarak, kadının yüzüne bile bakmadan sessizce yatağa yürüdü.
Kadın yanına gelmiş, elindeki bardağı uzatarak:
---Al, iç evlâdım, dedi. Süt kaynattım sana. Hem içini ısıtır, hem de uykunu getirir.
Sıkılı yumruklarını daha bir sıkarak ters ters baktı Durmuş Ali. Burnunun ucuna kadar sokulan bardak şuurunu kaybettirmeye yetmişti. Hiddet içinde bardağa bir yumruk yapıştırdı.
İnce kemikli, zayıf, nasırlı ellerdeki bardak bu darbeyle uçmuş ve “küt” diye odanın ortasına düşmüştü. Odadaki kilimin ortası, dökülen sütten beyaza kesmişti.
Kadın önce korktu, sonra şaşırdı; sonra bir bardağa bir Durmuş Ali’ye baktı. Bir anlık bakışmadan sonra kadın ellerini yüzüne kapayıp hıçkırıklarını saldı.
Hiddeti geçmişti Durmuş Ali’nin. Şimdi ne üzülüyor, ne seviniyor, ne de kızıyordu. Alelâde bir manzara seyreder gibi bakıyordu kadına.
Daha fazla robot gibi dikilemezdi. Bir şeyler yapması gerekiyordu.
“Bu kadın benim annem…” diye düşündü. “Bir evlât gibi davranmam gerekir. Bu hastalıktan kurtulana kadar durumu idare etmem lâzım. Bir şeyler söyleyip gönlünü almalıyım.
Kadının yanına diz çöktü. Omuzlarını tutarak:
---Ağlama ana, dedi, ağlama,sus!.. Ne var ağlayacak? Bir kazadır oldu işte…
Kadın işitmemiş gibiydi. Kesik kesik hıçkırıyor, tülbendinin ucuyla gözlerini silmeye çalışıyordu.
Durmuş Ali’nin kelime dağarcığı bu kadardı sanki… Söyleyecek başka söz bulamıyor; nutku tutulmuş, öylece ağlayan kadına bakıyordu. Kadının akıttığı gözyaşları karşısındaki hissizliğine beyni inanamıyor, çıldıracak gibi oluyordu.
“Böylesine sahte bir ses ve ruhsuz cümlelerle teskin edemem onu.” diye düşündü. Her şeyi anlatmalıyım ona. Bütün gerçekleri, ruhumdaki fırtınayı olduğu gibi sermeliyim gözlerinin önüne. O benim annem ve beni fazlasıyla seviyor. Beni anlayacağına, yaralarımı saracağına inancım sonsuz. Ruh hâlimi bütün çıplaklığıyla anlatmalıyım ona. Ancak o zaman kurtulurum bu dertten.”
Bu niyetle daha bir sokuldu annesine.
---Sus ana, dedi. Allah rızası için sus! Beni dinle. Benim hiç suçum yok ana. İnan ki benim hiç suçum yok. Masumum ben. Ranzaların mirası bu bana, ranzaların mirası…
Bu ses?.. Sesteki mana?.. Ve bu kelimeler?...
Bütün bunlar Durmuş Ali’nin miydi? Kendi ağzından mı çıkmıştı? Annesine karşı böylesine içten bir ses çıkabilir miydi dudaklarından? İmkânı var mıydı bunun? Bir an saçlarının diken diken olduğunu fark etti.
Donakalmıştı.
Düşünmeden, dudaklarından kesik kesik çıkıveren bu cümleler sesindeki ıstırapla birleşerek köz gibi yakmıştı yüreğini. Bu iki kelime ve telâffuzundaki mazlum ses beynindeki bütün suçlamaları, bütün tereddütleri bir anda silivermişti.
Sanki ruhunu yargılayan beyni hakiki suçlunu “ranzalar” olduğunu anlamış ve Durmuş Ali’nin masumiyetine inanarak beraat kararı vermişti. Böylesine bir rahatlamayla “ranzaların mirası” diye düşündü. “Ben masumum. Benim hiçbir suçum yok. Ranzaların gadrine uğramış bir zavallıyım ben. Ama iyileşeceğim.”
Aynı cümleyi tekrar tekrar, haykıra haykıra söylemek ihtiyacıyla yanıp tutuşuyordu.
Kadın söylenenleri duymamış, duysa bile anlamamıştı. Dizleri üzerinde bir topak olmuş, vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu.
İri elleriyle omuzlarını sıktı kadının.
---Ya ana, dedi sükûnetle… İşte böyle… Ranzaların mirası bu bana… Anlayamazsın sen… Anlamanı da istemiyorum. Göreceksin bak, yakında ne kadar iyi bir evlât olacağım!.. Ağla ana, ağla… Uzun uzun, doyasıya ağla… Beni daima sev. Senin sevgine muhtacım ben… Ben de ağlayacağım ana… Çünkü sen benim anamsın, biricik anamsın…anamsın…
Böyle dedi Durmuş Ali ve başını hasretle annesinin dizlerine koydu; dolu dolu olan gözleri sicim gibi akıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.