- 543 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
ŞAYET, ŞU BİR ÇİFT GÖZÜM VİZÖR OLSAYDI…(1)
AYAKKABICI AHMET BEY
Yıl 1979, Beşiktaş’ın o dar Arnavut kaldırımı döşenmiş sokaklarında ilerliyordum. Aylardan ocaktı ve hiç aklımdan çıkmayacak bir anıyı yaşayacağımdan habersiz, Şenlik Dede sokağına saptım.
Bakışlarım kah cumbalı ahşaptan tarihi evleri tararken kah, “kiralık” yazılı olan her pencereye bir süre takılırdı.
Yeni evlenmiştim. Üsküdar’dan her gün üç araç değiştirip işe geç kalma kaygılarımıza ve sabahları çok erken kalkma telaşlarımıza bir son vermekti amacım. Beşiktaş’a bu yüzden gelmiştim.
Kirpiklerim yağan karla donmuştu. El ve ayak parmak uçlarımı artık hissedemez olmuştum. Buna rağmen umudumu yitirmemiştim. İçimdeki ses, “biraz daha gayret, belki bu sokakta boşalmış ev vardır…”diye direnmemi sağlıyordu. Aynı zamanda da umudumu yitirmememi tetikliyordu.
İşte onu o anda gördüm! Boş bir arsadaydı. Tahta ve bolca naylondan yapılmış bir kulübenin yanındaydı. Arada bir içi tahta parçalarıyla tutuşmuş tenekeye, kırarak portakal sandıklarını atıyordu. Havaya yükselen alevler içime sıcaklık vermişti. Ona doğru yaklaştım. Ve;
- “ Merhaba. Bende ısınabilir miyim? Hava çok soğukta…” diye seslendim.
Yaşını tahmin etmek zordu. Yuvarlak bir yüzü beyaz kaşlarının altında gülümseyen gözleri bana çevrildi.
- “ Merhaba. Hoş geldiniz. Gelin konuğum olun. İçerde sıcak çayımda var…”
Allah’tan daha başka ne isterdim ki. Ellerimi alevlere doğru uzatıp üşüyen içimi ısıtmak istedim. Düzgün bir aksanla konuşan siyah bereli ve ve kalın siyah kaşmirden paltosuna sıkıca sarılmış bu insan, konukseverdi de. Oturmam için kırılmamış bir portakal sandığını uzattı. Ona minnetle gülümseyip,
- “ Teşekkür ederim beyefendi!” dedim ve uzattığı sandığa oturdum.
O da gülümsedi. Yüzünde hoş ve babacan bir ifade vardı. Daha sonra da, kulübesine girdi. Ardından bakarken nedense içimde ki bir ses; bu insanın farklı bir öyküsü olabileceğini düşündüm.
Mesela; eşi ölmüş ve çocukları onu unutmuş olabilirdi. Veya iflas edip her şeyini kaybedenlerdendi. Başka bir düşüncem de şu olmuştu. At yarışı ve alkol tutkusu onu bu yalnızlığa terk etmiş gibi…
Aklıma üşüşen birden fazla olasılıkları ele alırken, yanıma gelmişti. Elinde iki çay bardağı vardı. Birini bana uzattı. Ona hafiften gülümsedim.
- “Teşekkür ederim, zahmet oldu.”
Dedikten sonra çaydan bir yudum aldım. Çok lezizdi! Hani, “tavşan kanı gibi” renginde olan sıcak çaydı o yudumladığım… Hala o çayın tadı damağımda ince bir sızıdır.
Unutmuştum kiralık ev aramayı. Tüm dikkatim ise, yaşı yetmişlerde tahmin ettiğim bu yaşlı adamdaydı. Elleri boyalıydı. Sim siyah olmuştu tırnakları. Bakışlarım ara ara uzandı yaşadığı alana.
Kulübesinde yığın olmuş deri ve ayakkabılardan onun ne iş yaptığını tahmin etmek, zor olmamıştı. Geçimini ayakkabı tamiri yaparak sağladığı belliydi. İçimden onu öpesim bile gelmişti. Bu duygumu bastırdım tabi. Babamı anımsamıştım birden. O da, akşamları eve geldiğinde sıcacık ekmeği bana uzattığında aynı ellere sahipti. Bir anda kirpiğimin ucuna geliverdi, mazinin özlem yüklü silueti. Boyadan siyahlaşmış parmaklar ve üzerine sinmiş olan balinin kendine has kokusu...
Yaşlı adam hafiften öksürünce geri dönüşüm yapan belleğime,”dur” dedim. Gözlerim buğulanmıştı. Dikkatimi yeniden ona çevirdim.
- “ Geçmiş olsun! Üşüttünüz sanırım. Öksürük şurubu alsanız!..”
- “ Sağ olun! Evet, akşamları çok soğuk oluyor. Az önce kekik, limon kaynatıp onu içtim. İlaç kullanmayı sevmem.”
Konuşmasını sürdürdü.
- “ Hayırdır! Bu soğukta dışarıda işiniz ne? Sizi ilk kez görüyorum! Buraların yabancısı olduğunuz belli. ”
Onun merakını birkaç cümleyle geçiştireceğimi sanmıştım. Çayımı içip kalkacağımı da…Ama düşündüklerimin hiç birisi gerçekleşmedi.
- “ Şey…Haklısınız…Yabancısıyım…Ben aslında bu sokağa ilk kez geldim. Kiralık ev bulma umuduyla. “
Başını öne doğru eğip fısıldar gibi sordu:
- “ Pardon, daha tanışmadık. Adım Ahmet. Bana adınızı lütfeder misiniz hanım efendi?”
Şaşırmıştım! Konu birden rotasını değiştirmişti. Özellikle düzgün bir Türkçe ile benimle konuşan yaşlı adamı, daha yakından tanıma isteğimi tetiklemişti.
- “ Tabi, adım Emine. Tanıştığımıza memnun oldum Ahmet Bey.”
- “ Bende Emine Hanım. Demek ev arıyorsunuz. O zaman şanslısınız. Bakın tam karşımda şu gördüğünüz sarı apartmanın birinci katı kiralıktır. “
O an üşümem geçti. İçime yayılan sıcaklığı ve mutluluğu nasıl unuturum, nasıl? Başımı çevirdim. Sarı boyalı apartmanın birinci katında, “kiralık” yazısı yoktu. Ahmet beye,
- “ Yanılıyor olamaz mısınız? Kiralık yazmıyor. Hem perdeleri var. İçinde oturan var gibi…”
- “ Evet, o daire kiralık. İçinde oturan taşındı. Ev sahibi üst katta oturuyor. Temiz bir aileye verecek. Daha bu sabah konuştuk. Gelin sizi ona götüreyim…”
Kar artık yağmıyordu. Güneş bulutların arasından sıyrılmıştı. Annem böyle havalarda, “kar topluyor…” derdi. Çayımız bittiğinde o yaşlı adamla sarı boyalı apartmandan içeri girdik.
Ahmet beyin her söylediği doğru çıkmıştı. Mahallede sevilen ve sayılan biri olduğunu yeni ev sahibi adayımızın ona hitabından anlamıştım. Ayaklarıma kara sular inmeden ben bir ev bulma sevincimi eşimle paylaştım. Ev sahibiyle anlaşmıştım. Bir hafta içinde de o eve taşınmıştık. Ahmet beye de komşu olmuştuk. Tam üç sene ayakkabılarımızı o tamir etti. Tam üç sene pişirdiğim her sıcak ev yemeğimi onunla paylaştım.
Daha sonra onun kim olduğunu öğrendim. İsmet İnönü’nün ve Adnan Menderes’in çizmelerini bana gösterene kadar onun terk edilmiş ve unutulmuş yaşlılardan bilmiştim. Değildi. Bir devrin insanıydı. Ve o devirde yaşamış devlerin, ayak ölçülerini bilendi.
O , Sakarya’da düşmanı kovmuş ve yurdun her toprağını adım adım arşınlamış, yurdumuzu bize kazandırmış o yüce insanın ayağına dokunmuş insandı. Ve elinde kalan o iki çizmeyi bir anı olarak, “mağazam” dediği barakasında saklamış bir insandı o…
Ahmet beyle zaman zaman çay keyfi anlarımız olmuştu. Sorardım ona,
- “ İnönü nasıl biriydi? Menderes gerçekten şık mı giyinirdi? Başka hangi ünlülerin ayakkabılarını yaptın?” diye…
Emine Pişiren/Edremit-Akçay/2008
(-Devam edecek-)