- 552 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KİRALIK KATİL
KİRALIK KATİL
Seyrek ve sarı saçları itina ile taranmış, son derece iyi giyimli, kırk beş yaşlarında bir adamdı. Açık alnının altındaki ufarak, zeki ve ürkek gözleri her an şahsiyet değiştirmeye muktedir gibi görünen yüzünde sinsi iki bilye gibi parlıyordu. Paltosunun iç cebinden çıkardığı bir tomar kâğıt parayı masaya koyarken:
-Yirmi bin, dedi. Bir de sen say.
Sandalyede oturarak elindeki mermileri bir mendille sile sile şarjöre dolduran adam, söylenenleri işitmemiş gibi işine devam etti. Çatık, kalın kaşlı; yüzü siyah rengin her tonuna sahip, yirmi sekiz yaşlarında bir delikanlıydı. Az sonra, iç dünyasında olup bitenleri sezdirmekten uzak, muhatabına kendisinin çekinilmesi gereken bir insan olduğu telkinini veren, meçhul bakışlı karanlık gözlerini karşısındakine dikerek:
---Lüzum yok, dedi. Bilirim, bana madik atmayacak kadar akıllı adamsındır.
Şarjörü pırıl pırıl tabancasına sürüp ağzına bir mermi verdi. Diğeri:
---Otuz bin lirayı işi hallettikten sonra alacaksın, diye mırıldandı. Seni burada bekleyeceğim. Unutma, herif “güne bakış” programını seyrettikten sonra hemen kahveden çıkar. Program bitmeden dünya yansa yerinden kalkmaz.
Adam silâhı emniyete alırken:
---İşimi sen mi öğreteceksin bana? Böyle ufak tefek kaç böcek temizledim biliyor musun? Profesyonelim ben. Ukalâlıktan hoşlanmam.
Bakışlarındaki ezici hırs ve kime olduğu anlaşılmayan gizli kinin otoriter kudreti karşısında sustu diğeri. Kendisini süzen bu iri, kara gözlere korku ve şüphenin yoğurduğu ürkek bakışlarla mukavemete çalışarak ağzında bir şeyler geveledi.
Adam sakin ellerle silâhı beline sokarken sordu:
---Anlamadım, bir şey mi dedin?
---Yok, hani, şey… Yani… Kuytu köşelerde bekle ki… Kusura bakma ama… İz bırakma yani.
---Hapishaneyi bilirim; yakalanmak işime gelmez.
Kazağını kemerden aşağı sarkıttı. Ceketini giydi. Masadaki paraları hoyratça cebine koyduktan sonra emin adımlarla yürüdü. Kapının tokmağını çevirirken dönüp baktı:
---Korkma, dedi. Her şey tereyağından kıl çeker gibi olacak. Sen parayı hazırla.
***
Otelden çıkınca ağustosun hafif serin, ışıl ışıl bir İstanbul gecesi çarptı yüzüne. Kısa gecelerin romantik dakikalarında sokaklar insan ve taşıtlarla cıvıl cıvıldı. Bir yanıp bir sönen, rengârenk camekânlara bakarak yaya yolunda yürüdü adam. Bir kahvenin önünden geçerken televizyona göz attı. “Güne bakış” programı henüz başlamamıştı. Kahvedekiler kahkahalar atarak bir dizi filmi seyrediyordu.
Ne zamandır şöyle doyasıya gülmemişti. Gülmek ve ağlamak uzak fiillerdi adama. Bu işe başlayalı beri kaskatı olmuştu yüreği. İlk zamanlar sarhoş olunca gülebiliyor, bazen de ağlayabiliyordu. Artık hepsine veda etmişti. Eğlenmek, seyahat etmek, sportif faaliyetlere katılmak, Türkiye’de ve dünyada olup bitenlere kulak kabartmak çok gerilerde kalmıştı. Tek meşgalesi içki içmek ve pis bir mahzene çevirdiği, yatmaktan başka hiçbir işe yaramayan iki odalı apartman dairesinde bol parayla kiraladığı hayat kadınlarıyla gönül eğlendirmekti. Fakat bir tiryaki alışkanlığıyla sürdürdüğü bu iki şeyden de zevk alamaz olmuştu artık.
Şu insanların; kahve köşesine büzülerek televizyon seyreden insanların yaşantısına bir türlü akıl erdiremiyordu adam. “Böcek, mahlûk” gibi lâkaplar taktığı bu canlılardan, tekdüze hayatlarından ötürü nefret, kin ve hayret dolu bir duyguyla iğrenirdi. Ne manasız, ne durgun, ne sefil bir yaşantısı vardı bunların!..
Televizyon programı bittikten sonra, kazan gibi şişmiş kafalarını sallaya sallaya, kurulmuş robotlar gibi hapsi de evine gidecekti. Leş gibi kokan ağızlarından pis horultular saçarak uyuyacaklar ve sabahın köründe bir hücreyi andıran iş yerlerine yollanacaklardı. Öğleye kadar çalışıp, bir saatlik öğle tatillerinde pis işkembelerini doldurduktan sonra yine akşama kadar çalışacaklar, karanlık bastığında hapishaneden farksız evlerine dönecekler, yıllardan beri okşaya okşaya bıkmadıkları tombul karılarının pis elleriyle hazırladıkları yemekleri tıkınacaklardı. Hem de afiyetle…
Yemekten sonra bir sigara yakıp dişlerini bir kibrit çöpüyle karıştırarak; uyuşuk ayaklarının taşıdığı hımbıl vücutlarını en yakın kahvenin çarpık sandalyelerine teslim edecekler ve televizyonun çoğunlukla ithal ederek çapaklı gözlerine, aptal kulaklarına sunduğu hazır bir gülme, ağlama veya heyecanlanma ziyafetine iştirak edeceklerdi. Az renkli bazı özel günlerin dışında bu insanların bütün hayatı işte buydu. Bu kadardı… Ve bu insanlar “yaşıyorum” diye düşünerek kahkahalar atabiliyor, huzur içinde yatağa girebiliyordu.
En çok işte buna içerliyordu adam. Oysa ne rezil, ne sefil bir hayattı bu!.. Tek bir sıfatı olabilirdi bu böceklerin: Pis,pis,pisss… Hepsini, hepsini öldürmek gerekirdi.
Adam yoldaydı ve gelip geçenlerin yüzlerini inceleyerek, sözlerine kulak vererek yürüyordu.
Sanki bütün insanlar birlik olmuş nispet yapıyordu adama. Yanındaki uzun saçlı, kadın kılıklı sevgilisine tebessüm ederek bakan şu kız, sırf adamı kızdırmak için şen şakraktı. Sırtındaki ağır yükün kazancıyla karnını doyuracağı anın hayalini kuruyormuşçasına sakin ve umutlu gözlerle önüne bakarak yürüyen hamal onu zıvanadan çıkarmak için böyle yapıyordu sanki… Paçalarına yapışmış kopillerine çikolata veren şu karga burunlu herif, sırf adamı çıldırtmak için neşeli görünüyordu. Hepsi, yoldan geçen herkes nispet olsun diye, adamı delirtmek için gülüyordu. Ya şu sıska karıya ne demeliydi? Şişman kocasının koluna daha bir girerek “al işte, biz kazandığımız üç beş kuruş maaşla senden daha mutluyuz” diyordu adeta…
Adam yanından geçip giden çiftin arkasından kötü kötü bakarak öfkeyle mırıldandı:
---Ulan ben sizin bir ayda kazandığınız parayı bir geceliğine sokak karılarına veriyorum be!
Parası boldu. Ceket cebinde yirmi bin, pantolon cebinde ise bin liraya yakın parası vardı. Bir gece kulübünde fedailik yapıyor, azımsanmayacak derecede dolgun maaş alıyordu. Bunun yanında züppe mirasyedilere sattığı eroin ve böyle ufak tefek gece işleri sayesinde aylık kazancı elli binin üzerindeydi. Har vurup parayı savurmasaydı birkaç apartman alırdı şimdiye dek. Fakat gözü parada değildi adamın. Sadece yaşamak, gününü gün etmek istiyordu. Yaşıyordu da…
Sarmaş dolaş bir çiftin güleç yüzlerine bakarak:
---Acaba? diye sordu.
Birden irkildi adam. Dehşet verici bir soruydu bu. Zaman zaman, çoğu kere sarhoşken aklına geliveren, bir “boş ver” ile yine zihninden itiliveren bu sinsi sorudan daima ürkerdi.
---Boş ver, diye mırıldandı adam. Belindeki silâhı yokladı.
---Yaşıyor muyum?
Bu uğursuz soru sülük olup yapışmıştı beynine. “Boş ver” demedi bu sefer. Cesaretle gitti üstüne.
“Neden yaşamayacakmışım?” diye düşündü. Cebimde yirmi bir bin lira para var. Gün aşırı çekip yatırdığım için bankadaki paramın hesabını dahi bilmiyorum. İstersem en lüks otellerde yatabilirim. En pahalı sahil sitelerinde bir ay tatil yapmak benim için mesele bile değil. İstersem Beyoğlu aşüftelerinin en kralını koluma takar, sokaklarda dolaşırım. Görenler de parmak ısırır. Ve eğer istersem o kadını yumuşak bir yatakta veya şu kuytu köşelerin birinde çırçıplak soyarım.
---Ama gülemezsin, diye bir ses duydu adam.
Taşlaşmış yüreğinin ezik ve sahibine kızgın sesiydi bu. Sinirlendi adam, burnundan soluyarak cevap verdi:
---Gülerim. Hem de kahkahalarla… Öyle bir gülerim ki dağlar taşlar yıkılır.
Böyle dedi adam ve bastı kahkahayı.
Zoraki, yüksek perdeden çıkan bu yapmacık kahkahaların failine hayret ve alayla bakanlara:
---Konuşmayın lan!.. diye bağırdı elini sallayarak.
Sarhoş adımlarla yürüdü.
“Gören deli sanacak.” diye geçirdi içinden. “Böyle taşkınlıklar yapmamalıyım. Tabancayla yakalanmak en azından altı ayıma mal olur.
Kirli, somurtkan, acımasız hapishane duvarlarının kasveti çöktü içine. Daha Sakin, efendice yürüdü.
Çok sinirliydi bu gece. Olur olmaz her şeye kızıyordu. Bir an önce kendini toplamalı, her an tetikte olmalıydı.
“Gel de sinirlenme!..” diye düşündü bir ara. “Gel de gebertme köpeği! Ne demek ulan güne bakış programını seyretmeden yatağa girmemek? Etiyopya’da savaş oluyorsa sana ne be adam? Amerika ambargoyu kaldıracakmış, kaldırmayacakmış; bütün bunlardan sana ne be serseri? Gidip pirelerin cirit attığı kokmuş yatağına girsene!.. Şişko karına sarılarak zıbarıp gebersene! Haber
dinliyormuş güya!... Güne bakışı mutlaka seyretmesi gerekirmiş! Seyretmezse sanki bir yeri şişecek itin! Ban sana gösteririm ulan!.. Seni böcekler gibi gebertmezsem, o yağlı kulaklarınla haberleri sonuna kadar dinletirsem yuh olsun bana be!..”
Hırsından titriyordu. Karıncalanmaya başlayan parmaklarındaki acele ayaklarına sirayet etmişti. Daha hızlı yürüyor, bir an önce varmak istiyordu o kahveye.
İyiden iyiye içerliyordu adama. Nasıl içerlemesin? Nasıl sinirlenmesin? Dünyayı örümcek kafasıyla o kurtaracaktı sanki! Sanki aldığı bin lira maaşla koca dünyada olup bitenler pek ilgilendirirdi onu. Araplarla Yahudilerin savaşından ona neydi canım! Hangi yetkiyle, hangi sorumlulukla ilgileniyordu bütün bunlarla? Hem de boyuna bosuna bakmadan, aldığı bin lira maaşı hesaba katmadan…
Yok canım, düpedüz haddini bilmezlikti onun yaptığı. Lâmı cimi kalmamıştı işin. Öldürecekti. İnat olsun diye, ta kahvenin ortasında vuracaktı. Güne bakışı seyrettirmeyecekti ona…
“Ona…” diye geçirdi içinden. “Adını dahi unuttum. Bir kelime konuşmuşluğum yok ama ben vurulacak adamı bilirim. Saçları dökülmüş, çelimsiz, sessiz, pısırık, yağlı kravatını yatakta dahi çıkarmayan, bin lirayla mutlu olduğunu zanneden geberecek adamlardan biri… Selim Bey onu niçin öldürtmek istiyor bilmiyorum ama, televizyondaki haberleri sonuna kadar dinlemeden eve gitmemesi, gebermesi için yeterli bir sebep… Arzuyla, kendi düşmanım gibi öldüreceğim iti. Selim Bey’in verdiği elli bin lira da havadan kazanılmış olacak.”
Fındıkzade’ye gelmişti. Dört yol ağzında durdu. Taşıtlar azalınca yürüdü. Vatan caddesine inen yola geçti.
Şu sol taraftaki çiçekçiye de sinirlenirdi adam. Ne zaman yolu buralara düşse bu dükkânı yerle bir etmek gelirdi içinden. Bazı kibar beyefendiler buraya gelir, buket buket çiçek yaptırırdı. Sevgililerine götürürlerdi onları. Makyajlarıyla, hâl ve hareketleriyle, giyim kuşamlarıyla sahtekâr birer maymun olan bütün kadınlar gibi, çiçeği titreyen elleriyle alan bu nazik sevgililer kıpkırmızı dudaklarıyla teşekkür ederler ve ardından istirhamlar, özürler, ricalar karşılıklı sökün ederdi. Kulüpte çok görüyordu böylelerini. Ne pis, ne adî, ne rezil şeylerdi bütün bunlar!.. Her şey, her şey pisti. Dünya çirkefe bulanmıştı boğazına dek. Bütün insanlar birer böcekti; pislik içinde sürünen birer böcek…
“Aslında bana minnettar olmalılar.” diye geçirdi içinden. “Çünkü onları bu çirkeften kurtarıyorum. Hepsi karşıma geçip ‘vur bizi, kurtar bu bataklıktan’ diye yalvarmalılar…”
Giderek hasmına yaklaşıyordu. Vatan Caddesini geçerek karanlık bir mahallenin tek kahvesinde “güne bakış”ı seyreden kurbanını kontrol ettikten sonra bir köşede bekleyecekti onu… Dan, dan, daaan… Tam alnından üç mermi… Ve adam koşarak köşeyi dönecek, bir köşe daha döndükten sonra kalabalığa karışacaktı. İş bitecekti böylece. Bu kadar basit, bu kadar kolaydı. Kafası bozulursa kahvenin ortasında da öldürebilirdi.
İşte bu kötüydü; terliyordu adam. Alnında biriken terleri bileğiyle sildi. İlk defa başına geliyordu böylesi. Yoksa kötü bir şey mi olacaktı? Suçüstü yakalanıp hapishanelerde mi çürüyecekti?
Mümkünü yok yakalanmazdı. Daha on kişiyi vurur, daha olmazsa son kurşunu beynine sıkar yine de polisin eline düşmezdi. Cinayet suçundan tutuklanıp kodese tıkılmak düpedüz hürriyete “elveda” demekti.
Her geçen saniye daha fazla sinirleniyordu. Suçüstü yakalanmış gibi bir eziklik vardı içinde. Kendisini ele verenler yoldaki insanlarmış gibi hınçla baktı gelip geçenlere.
Kalbinin hızla çarptığını fark edince durakladı. Vazgeçmeyi düşündü bir an… Ne diyecekti Selim Beye? Korktum, vuramadım mı diyecekti? Hani bir profesyoneldi?
---Profesyonelim ya, diye mırıldandı adam. Parasız kaldıkça bu işi yapan adî katillerden değilim ben. Müşteri çıktığı an hiç düşünmeden işi alır, gözümü dahi kırpmadan kurbanı boğazlarım. Milyoner olsam dahi, vurulacak adam en sevdiğim kişi olsa dahi prensiplerimden ödün vermem.
Peki niçin korkuyordu? O pis, cılız, kel kafa herifi mi temizlemekten çekiniyordu?
“Güne bakışı seyredersin ha!..” diye düşünerek yürüdü. İnat için, inat için ulan!...”
Ruhundaki kin ayaklarına sıçramış, koşarcasına yürüyordu.
Luna Parka gelmişti. Hemen kısa yoldan, parkın içinden geçerek gidecekti. Park kapısındaki bekçinin:
---Biletiniz beyim? diye bağırmasıyla durdu. İyi bir ders istiyordu bu bekçi. Ne demekti bilet? Hem kaç kuruştu bilet denilen bu meret? Elli kuruş, bilemedin bir lira… Bunun için mi bağırıyordu arkasından? Dayak istiyordu canım!... Öyle bir haşlayacaktı ki bir daha yürüyemeyecek, solucanlar gibi sürünecekti ayaklar altında…
Bu niyetle dönüp bekçiye doğru iki adım atmıştı ki vazgeçti. İhtiyatsızlık etmemeliydi. Dövmekten daha zevkli bir şey gelmişti aklına. İri adımlarla bekçiye yaklaştı:
---Kaç kuruş ulan bu bilet?
Bekçi hem şaşırmış hem de korkmuştu. Ürkek bir sesle:
---Elli kuruş beyim, dedi. Yan taraftaki gişeden alınız.
Altmış yaşlarında, ön dişleri yeni sökülmüş, kara kuru bir ihtiyardı. Bir yamyama benzettiği ağzına tiksintiyle bakıyordu adam. Cılız boynunu sıkmak işten bile değildi ama yapmadı. Elini pantolon cebine soktu. Çıkardığı bin liraya yakın paranın yarısını alıp bekçiye fırlattı. Bekçi şaşırmış bir adama, bir yerde uçuşan kâğıt paralara bakıyordu.
---Al al, dedi adam. Çekinme… Bilet parasını kes, üstü senin olsun.
Arkasını döndü; giderken elindeki diğer paraları da savurdu. Beş altı adım yürüyüp durdu.
Bekçi paraların kendisine verildiğine inanmıştı. Rüzgârda uçuşan kâğıt paraların peşinden bir o yana bir bu yana zıplayarak paraları topluyor, az ötede kendisini seyreden adama ikide bir bakarak “Allah razı olsun beyim!” diyordu.
Adam iğrenerek:
“Böcek!..” diye geçirdi içinden. “Topla onları ve gidip bir meyhanede zıkkımlan. O dişsiz ağzının kemirebileceği bir kilo da et al ki rezil işkemben et yüzü görsün. Sonra da karşıma geçip kahkaha at. Pis herif!..”
Yüzünü buruşturarak yoluna devam etti. Uçan sandalyelere binenleri, kasnak atarak sigara almaya çalışanları, üçkâğıtçıların çevresinde birikenleri tiksintiyle seyrederek yürüyordu.
Sağ taraftaki çay bahçesinde bir televizyon olmalıydı. Oraya varıp ekrana bir göz attı. Güne bakış programı hâlâ başlamamıştı.
---Ne Allah’ın cezası şeymiş bu!.. diye homurdandı. Başlamazsa ben de gider kahvede işini bitiririm.
Nedense ayakları ağırlaşmıştı. Bunu fark ederek durakladı.
Nereye gidiyordu? Çay içmeye mi? Yoksa def-i hacet gidermeye mi?
İhtiyatsızlık ediyordu. Düpedüz aptallıktı yaptığı. Yoldan geçenlere, bekçiye neden sinirleniyordu ki? Yanlış bir hareket yapıp hayatını mahvetmemeliydi.
Manasız gözlerle çevresine bakındı. Şimdi ne gülen, ne yürüyen insanları görüyor ne de nefret ediyordu onlardan. Kendisini, sadece kendisini düşünüyordu adam.
İnkâr edemeyeceği bir sıkıntı vardı içinde. Yoksa hesap edilmemiş bir aksiliğin, gerçekleşecek uğursuz bir hadisenin delâleti miydi bu?
Korkuyordu… Vazgeçse miydi? Hemen buradan kaçıp evine mi gitseydi? Yatağı bütün perişanlığıyla gözlerinin önünde canlandı. Şimdi içinde olmayı, derin bir uykuya dalmayı ne kadar isterdi!.. İmkânsız da değildi bu. Bir taksi tutsa yarım saat sonra kavuşabilirdi yatağına.
Ne yapacağını şaşırmıştı adam.
---Allah Allah!.. diye mırıldanarak başını iki yana salladı. Hele buralarda biraz vakit geçireyim de sonra nasıl hareket edeceğimize karar veririz.
Görmeyen gözlerle yere bakarak yürüdü adam. Önüne çıkan yassı bir demire gayriihtiyarî dirseğini dayadı. Avucunu yanağına yaslayarak düşüncelere daldı.
“Su testisi kırılacak anlaşılan. Belki hürriyete veda ediyorum, belki de son dakikalarımı yaşıyorum.”
Bütün mazisi gözlerinin önünden kayıp geçti. Annesini ve babasını tanımıyordu bile. En eski hatırası simit çalarken yakalanıp yediği kötekti. Başka insanlar çocukluk devresi diyordu bu yıllara. Çocukluk yaşamamıştı adam. Bilmiyor, tanımıyordu böyle bir dönemi. Alıp satmış, çalıp çırpmış, badireler atlatmıştı. Açlıktan kim ölmüş ki o ölecekti? Çocuk Esirgeme Kurumunun yurtlarında kalmış, karakol görmüş, hapishanelerde yatmış ve bu günlere gelmişti.
Hırgür içinde geçen yirmi sekiz yılın sadece askerlik döneminde düzenli bir hayatı olmuştu. Daha sonra ilk gece işi ve profesyonellik yılları… Dayak yiyerek değil daima ezerek, vurup kırarak geçen şaşaalı ve zengin yıllar…
Hiç sevgilisi olmamıştı adamın. Sevdiği bir insan dahi yoktu. Hiçbir zaman arkasında güvenebileceği bir insanın var olduğunu hissetmemişti. Menfaat icabı kendisine dost görünenler, korktukları için güler yüz gösterenler çoktu ama hepsinin riyakâr olduğunu, hiçbiri tarafından sevilmediğini gayet iyi biliyordu.
Adam ilk defa, ilk defa yapayalnız hissetti kendisini… Kâinat ve dünya, dünya ve Türkiye, Türkiye ve İstanbul, İstanbul va Luna Park, Luna Park ve adam… Çevrede binlerce insan vardı ve hiçbirini tanımıyor, hiçbirini sevmiyor, onlar tarafından da sevilmiyordu. Tek dost olarak benimsediği paraya bol miktarda sahip oluşunun rahatlatıcı güveni de yoktu içinde. Yapayalnız; cebindeki parasıyla, belindeki silâhıyla bir başınaydı koca dünyada.
Değil bu parayla, kat kat fazlasıyla dahi kendisini gerçekten seven bir arkadaş, bir sevgili satın alamazdı. Dehşet verici bir şeydi bu. Adam yalnız olmanın keder veren ümitsizliğini ilk defa böylesine bir baskıyla hissediyordu yüreğinde.
İrkilerek görmeden baktığı yeri seyretti.
Bir atlıkarıncanın yanındaydı. Hemen önünde küçük taksiler, yan yana atlar dönüyordu. Taksilere ata binmeyecek kadar küçük çocuklar oturmuş; şaşkın, ağlamaya hazır gözlerle dönüp duran dünyayı seyrediyor, atlara ise biraz daha büyükleri binmiş, çığlıklar atarak kenardaki tanıdıklarına ata nasıl bindiklerini göstermeye çalışıyordu. Ağlayan cırtlak sesleri ahenk doluydu. Çocuklar sarı, siyah, uzun, kısa, kıvırcık saçlıydı.Çocuklar kara zeytin gözlü, tombul tombul, cıvıl cıvıldı. Güzel çocukların güzelliği güzel; çirkinlerin çirkinliği güzel; yeni, parlak giysileri güzel; eski, yamalı kıyafetleri dahi güzeldi. Burunlarından akan sümükleri pırıl pırıl, ağlayan cırtlak sesleri ahenk doluydu.
Adam kendisini bir civciv ve kuş bahçesinde hissetti. Önünden ardı sıra dönerek geçen, ince sesleriyle gâh ağlayıp gâh gülen, bağırıp çağırarak etraftakilere gösteriler yapan çocuklara hayretle, kocaman kocaman gözlerle bakıyordu. Dünyada mıydı? Yoksa bilinmeyen gizli güçlerin sayesinde yeni bir rüya alemine mi girmişti? “Enik, kopil “ lâkabını taktığı şimdi gördüğü canlılar mıydı?
Bir tuhaf olmuştu adam. İrkilerek sağına soluna baktı. Bir kadının atlıkarıncanın ortasında resim çeken bir delikanlıya, taksilerin birinde şaşkın gözlerle çevresine bakan saçları bukleli bir kız çocuğunu işaret ettiğini gördü. On iki yaşlarında bir çocuğun atlara binmiş kardeşine “Ahmet, Ahmeeet!” diye bağırdığı duydu. Bir başka çocuğun dönen bir taksinin direksiyonuna sıkı sıkıya yapışarak hıçkırıklarla ağladığını gördü.
Rengârenk, pırıl pırıl, hayal kadar güzel çok sesli bir cümbüşün içindeydi adam. Gözlerinin gördüklerine, kulaklarının işittiklerine beyni inanamıyor, şüpheyle bakıyordu çevresine.
Sağ yanında bir çocuk annesinin entarisini çekiştiriyordu ha bire.
---Haydi be ana!.. diyordu çocuk. Haydi be ana!.. Beni de bindir, ben de bineyim atlara…
---Seyret işte!.. diyordu kadın. Uçaklara bindin ya, daha ne istiyorsun?
Yüzünü ekşitiyordu çocuk. Ağlamaklı bir sesle:
---Atlara da bineyim be ana!.. diye yalvarıyordu.Kadın ise:
---Para yok, diyordu çocuğu çimdikleyerek.
Çocuk ağlıyordu artık. Pırıl pırıl, billûrdan yaşlar dökerek ağlıyordu.
Yeni dünya bütün sihriyle, bütün renkliliğiyle kaybolmak üzereydi. Atlar ve taksiler duruyordu yavaş yavaş. Adamın gözleri daha bir büyüdü. Gördüklerini sindirmek, hafızasına iyice yerleştirmek istiyordu.
Sarhoş gibiydi adam. Şimdiye kadar hiç hissetmediği duyguların akınına uğramıştı; başı hafifçe, tatlı tatlı dönüyordu. Zaman dursun, hayat dursun; atlıkarınca hep dönsün, çocuklar hep haykırsın, yanı başındaki çocuk hep ağlasın istiyordu.
Fakat işte atlıkarınca durmuş, her şey bitmişti. Çocuklar birer ikişer iniyordu artık.
---Hayır hayır, diye mırıldandı adam. Yanı başında ağlayan çocuğun kulağına eğildi.
---Şimdi yavrum,dedi, şimdi…
Deli gibi koşarak beş altı hamlede bilet gişesine vardı.
---Kaç para? diye sordu aceleyle. Kaç para istiyorsun? Bu gece bu atlıkarıncayı ben kiralıyorum.
Gişedeki şaşırmış:
---Efendim, anlayamadım… diye soruyordu.
Çıkardı adam, cebindeki bütün paraları çıkardı.
---Al, dedi. Tam yirmi bin lira var burada. Bu gece sabaha kadar döndüreceksin bu atlıkarıncayı. Bütün çocukları, İstanbul’un bütün çocuklarını bindireceksin. Tekrar tekrar, çocuklar bıkıncaya kadar çalıştıracaksın.
***
Adam ağlıyordu şimdi. Gözyaşları yanaklarını parlatırken, dudaklarından tebessümler saçarak ağlıyordu. Göğsü bir kabarıp bir inerek; gözyaşı perdesinin bir cennet intibaını verdiği atlıkarıncadaki çocukları seyrederek, ağladığının ve güldüğünün farkına vararak ağlıyordu adam.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.