- 1649 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Beyaz Yaşlı At...
Yatak odamın penceresine konmuş iki kumru; erken uyanmama neden olmuştu. Birkaç gecenin uykusuzluğu üstümde miskin bir ağırlık bırakmıştı. Kuşlarının tempolu ötüşleri ise düşüncelerimin geri dönüşümlerine neden olmuştu. Yitirmiş olduğum o güzel insanı anımsadım. Kumruların ötüşlerini kendince benzetmelerle, bana tercüme ederdi. Ve “ Üsküdar’ a gidelim Üsküdar’a gidelim…” diye ötüşleri beni hüzünlendirmeye kafi gelmişti. Ne zaman bir kumru kuşunun sesini duysam, yürek buruntusu çekerim…
Kalktım yataktan. Banyoya yönelirken Pamuk çoktan yattığı yerden fırlamıştı. Onunla epey zaman oldu, sabah yürüyüşlerini bırakmıştık. Yüzümü yıkadıktan sonra ocağa çay koydum. Sokak kapısını Pamuk çoktan tırmalamaya başlamıştı bile. Onu tutana aşk olsun .
Apartman kapısından dışarıya çıktığımda Kaz Dağlarının serin esintisi içimi ürpertti. Pamuk çoktan gözden kaybolmuştu. Çok akıllı bir teriyerdi. Çiftleşme dönemiydi. Ve sabah sabah hemen bir dişi çekivermişti cazibeli görünüşüne. Ak mı ak tüyleri yine uzamıştı. Siyah dişi eski deneyimleriyle bizim bakir Pamuğa kurlar yapıyordu. Dişi terrier uzaklaşınca rahatlamıştım. Pamuk mesanesinde kalan tüm idrarını boşaltma işine devam ederken, garip bir ses duydum. Sesi tekrar duymak için pür dikkatimi sesin gelen tarafına verdim. Pamuk’ta ürkmüştü! O zaten bir yaprak sesinden bile ürkerdi ya.. İşte o sırada gördüm onu. Hatmi ağacının arkasında duruyordu. Yavaşça yanına yaklaşırken köpeğimde havlama sesleri çıkartıyordu.
Bahçe duvarının arkasına geçtim. Bizi ürküten şeyi incelemeye koyulduk. Yaşlı gözleriyle bize bakıyordu. Bu tüyleri gri beyaz olmuş yaşlı bir attı. Yorgun gövdesini ayakta zor tutuyordu. Gövdesi yer yer açılmış yaralarla doluydu. En çok yaranın yer aldığı yer ise eyer konulan yeriydi.
Senelerce yük taşıdığı hizmet ettiği sırtına konan sinekleri kovmak için arada bir kuyruğunu sallıyordu. Bu alışkanlıktı. Onun yaralarına konan sineklerle işi çoktan bitmişti. Yanına biraz daha sokuldum. Köpeğimde benden cesaret alıp gelmişti yanımıza.
Yorgun ve hüzün dolu bakışlarına uzandım. İçim hazan ayazı gibi titredi. Ağlıyordu! Belki de bana öyle gelmişti. “Keşke seni anlayabilecek seninle konuşabilecek yeteneğim olsa “diye düşünürken, başını öne doğru uzattı. Sanki bana anlatmak istediği bir şeyler vardı. Aklıma okuduğum bir kitap geldi. Atlarla ilgili bölümü anımsamaya çalıştım.
“Atlar sahiplerini asla yarı yolda bırakmaz ve terk etmezler. Bu ancak ölünce olur! Ama zamansız ölmemek için akıllıca davranır. Bu ona atasından geçmiş içgüdüsel bir alışkanlıktır. Sahibini taşırken bile asildir.
Uzun yolculuklarda temkinli ve dinlenerek koşar. Ama develer öyle değildir. Sizi yarı yolda bırakır. Hızlı koşar, dinlenmez ve birden çöker ve ölürler. Ama atlar sahibini asla yarı yolda bırakmazlar!..”
Kendimi ağlamamak için zor tuttum. Onun susamış olabileceğini düşündüm. Bakışlarım bulunduğum bahçeyi taradı. Ne bir kova ne de bir yoğurt kasesi vardı. Çeşmenin yanına vardığımda hortumdan başka bir şey göremedim. Çaresizliğin vermiş olduğu sancılı bir bekleyiş içindeydim. Beyaz gri at caddeye doğru yöneldi. Acı ve merhametle haykırdım .”GİTME! NE OLUR GEL!”
Yorgun ve yaşlı gövdesiyle ağır ağır bana döndü. Sevinmiştim… Beni anlayabiliyordu. Bahçe hortumunu ona göstererek suyu açtım.”Hadi gel!Bak su! Gel iç!” diyerek ucundan gümüş rengiyle akan suyu ona uzattım. Ağır ağır yaklaştı. Hüzünlü bakışları ve yaşlı oluşunun vermiş olduğu ürkekliği içgüdülerinin gereksinimlerine bıraktı. Suyu içmek için başını yavaşça ileri doğru uzattı. Ama başaramadı. Yılların yükünü ve cefasını taşımış yorgun bedeniyle ayakta zor duruyordu. Göğsümden yayılan sıcaklık vücuduma yayılmaya başladı. Gözlerim buğulandı. Beyaz gri yaşlı at tekrar denemeye çalışırken arkamdan bir ses;
“ Ona bu şekilde su içiremezsiniz. Bir kap getireyim.”dedi.
Karanlığın içinden çıkan bir aydınlık topa benzettim. Sevinçle sesin geldiği yer döndüm. Bir ihtiyardı. O evine kap almak için uzaklaşınca benim beyaz terriyerim ne yapacağını şaşırmıştı. Yaşamında ilk kez bir büyük canlıyla karşı karşıyaydı. Havlamayla karışık garip sesler çıkartıyor ve bir ileri bir geri sıçrıyordu. Ve sonunda yere oturup benim hareketlerimi gözlemlemeye devam ediyordu.
Yaşlı adam elinde derince bir plastik kapla geri geldi. Suyu sevinçli bir telaşla doldurdum. Yorgun ve yaşlı at kanasıya içerken yaşlı adamda hüzünlendi;
“Biliyor musunuz? Ne büyük bir hayır işliyorsunuz. Belki de bu onun son su içişi. Ve bu da size nasip oldu. Ne mutlu size!” diye fısıldadı.
“Ama siz de ortak oldunuz bu hayra.” Dedim. O ise yorgun ve kederli bir gülümsemeyle kabını alıp tekrar evine doğru uzaklaştı.
Yorgun adımlarla at çöp kutularının olduğu yere doğru ağır ağır aksayarak yürüdü. Suya kanmıştı ama boş karnına belki bir şeyler atıştırabilirdi.
Çeşmenin yanından uzaklaştım. Bakışlarım çevreyi bir radar gibi taramaya başlamıştı. Duvarın dibindeki naylon poşeti görünce eğilip açtım. Bayat ekmeklerle doluydu poşet. Ata seslendim;”gel canım!Bak sana ne buldum. Bu gün şanslı günündesin. Hadi gel ve ye bunları.”
O sanki beni anlamış gibi doğramakta olduğum bayat ekmeklere korkusuzca uzandı. Şu son anlarında onun için korkulacak başka şey ne olabilirdi ki? Bayat ekmekleri ağzına alıp tekrar çıkartıyordu. Yutma güçlüğü mü çekiyor diye düşünürken, yine aynı ses;
“ Onun artık dişleri de işlevini yitirmiş evladım. Ekmekleri daha ufak doğramalısınız.” Dedi. Yaşlı adam geri dönmüştü.
Bunu nasılda düşünmemiştim. Doğramış olduğum kalınca lokmaları iyice ufaladım. Zavallı hayvan bu sefer zorlanmadı. Doğramış olduğum küçük lokmaları büyük bir iştahla yemeye başladı. Onu izlerken vücudumun gerildiğini hissettim. Sinir kat sayılarım artmıştı. Yüksek sesle düşüncelerimi paylaşabileceğim birisini bulmuştum.
“Şu atın ne suçu var ki? Yıllarca sahibine hiç durmadan hizmet etmiş. Ve sahibi de onu yaşlanınca atmış. Adalet mi bu. Şimdi hizmet edilmesi gereken bu zavallı hayvan!”
“ Evet. Ölümü bekliyor! Ve son günleri. Sahibi de bunu biliyor ki onu azad etmiş.”
“ İnanmıyorum! Tanrım bu insan bu kadar nasıl acımasız olabiliyor ki? Ancak bir cani bunu yapabilir!”
“ Evet! Yavrum. Keşke her insan sizin gibi düşünse. O zaman mahkemelerde dosyalar olmazdı.”dedikten sonra yorgun bedenini dikleştirdi;
“ Fazla üzülmeyin! Tanrı kimsesizlerin yanındadır. Bakın ! Sizi onu doyurmak için görevlendirdi bile! Size iyi günler yavrum!” dedikten sonra sahile uzanan yola doğru koyuldu.
Oturduğum yerden kalktım. Çöp kutularına doğru gittim. Amacım akşamdan atılan meyve artıklarını bulup yaşlı ata vermekti. Erkenden deniz yolunu tutmuş insanların tuhaf bakışlarını umursamadım bile. Tıpkı daha önce İstanbul sokak aralarında çöp karıştıran insanlar gibiydim. Nihayet aramalarım boşa çıkmamıştı. Akşamdan atılmış olan meyve kabukları ile bağlı naylon poşeti gördüm.
Karpuz kabuklarının olduğu naylon poşeti aceleci parmaklarımın arasında açmaya çalışırken yaşlı at ta yanıma yaklaştı. Yorgun ve zor seçen bakışlarında bir parlaklık ışıldıyordu. Karpuz kabuklarını ufak parçalar halinde elimle önüne koydum. O büyük bir iştahla yaşamının son lokmalarını yerken gözlerimdeki buğulanma artmıştı. Köpeğim de şaşkındı. Üzüldüğümü hissediyordu. Yanıma yaklaşıp dizlerimi yaladı. Sanki “Üzülme bu senin suçun değil!” der gibi yüzüme bakıyordu.
Yaşlar yanaklarımdan süzülürken doğanın inanılmaz şefkatini işte o an gözlemledim. Köpeğim şimdi de biraz önceki korktuğu atın başını yalamaya başlamıştı. “ Tanrım bu sensin!” diye fısıldadım. Karşımda kaz dağları ve yeni doğan günün yükselen ışıkları yüreğimi aydınlatırken doğruldum. İşte o sırada bir farklı ses;
“ Keşke herkes sizin gibi düşünebilse. O zaman dünya daha güzel ve yaşam daha rahat olurdu.”dedi. Ses karşı apartmandan bir genç hanıma aitti. Ve devam etti;
“ Bari onun boynundaki ipi de çıkarın ve huzurlu ölsün. O ipi çocuklar bağlamış ve onu rahatsız ediyor.”
Hiç yanıt vermeden ve korkmadan atın başını okşadım. Bana uzanan başı sanki “Hadi çıkar!” der gibi hareketsiz di. İpi koparttım. Ve o da son vedasını yapan bir sevgili gibiydi. Başı dik ve hüzünlü! Gözlerinde tekrar bir ışıltı geldi geçti.
Ve o aksak adımlarla ağır ağır uzaklaşırken bende köpeğimle birlikte sahil yolunu tutmuştum. Göz yaşlarımı silerken acı bir fren sesi duydum. Aceleyle arkama dönüp baktım. Dona kalmıştım! Bu sanki daha önceden yazılmış bir senaryonun son karesiydi.
Şehir içi yolcu taşıyan bir minibüs, aniden önüne çıkan yaşlı ata çarpmıştı. Yorgun ve yaşlı atın beyaz gri olan rengi kızıla dönüşürken,artık ağlamıyordum. Dudaklarım buruk bir gülümsemeyle aralandı.
“ İyi yolculuklar yorgun dostum!! “ diye fısıldadım.
Telaşlı kalabalık kaza yerine doluşurken, köpeğim ve ben kumsala doğru yürümeye başladık. Elimde ise ondan geriye kalan tek hatıra ise üzerinde on altı yeşil boncuk sıralanmış ipiydi. Bu elim kaza ise onun son yolculuğu olmuştu. Artık ne susuzluk ne de açlık çekecekti …
27/Ağustos/ 2000
EminePişiren/ Akçay
YORUMLAR
harika bir hikaye okudum yureginizden degerli emine
duygulandim, hemde cok...
atlari ne cok sevdigimi bilircesine karsima cikardin bu hikayeni...
bende bir at gormustum arabaya kosulmus halinde. ne zorluklar cekiyordu.. sahibide durmadan kamciliyordu ''hadi yuru'' diye...
atin tarifi senin hikayenedeki at gibi idi... oldukca zayif ve dermansiz... belkide oldu simdi... 6 yil oncesiydi gorduklerim...
aksam aksam bana '' oflar'' cektirdi bu hikayen
selam ve saygilar ...
direnis tarafından 1/25/2009 7:58:39 PM zamanında düzenlenmiştir.
emine pisiren
Daha önce yazmış olduğum bu anı hikayemin bir yanıtlama butonu yoktu.
Şimdi eski yazılarıma tek tek dönüp, bakıyorum ve gönül dostlarımın , değerli yorumlarını yanıtlayabiliyorum.
Bu konuda Edebiyat Defteri yönetimine sonsuz teşekkürlerimle...
Size de teşekkür eder, Lahey-e sevgi ve saygılarımla