-KAPI ÇINGIRAĞI-
Saat öğleden sonra 01.55’ti. İma ile kıldığı öğlen namazını bitirdi, duasını yaptı, ellerini yüzüne sürdü. Alıştığı üzere hemen sağında durduğu penceresinden baktı dışarıya doğru, hayata doğru. Bu penceresi onu hayata bağlayan ender şeylerden bir tanesiydi. Işık, kuşlar, ara sıra yoldan geçen, yürüyen ve de yürüyebilen insanlar ve hareket eden metalden yapılma arabalar...
Tabi görebildiği karaltılar kadar değeri vardı her şeyin. En güzeli güneş, çünkü hala parlak insana yaşadığını hissettiriyordu. Pencerenin tam altında evin merdivenleri vardı. Basamak basamak yukarı çıktıkça, insanların başı yavaş yavaş pencereyle aynı hizaya gelir ve sonra eve girerlerdi. Pencerenin sol alt köşesinden görülebilen merdivenin başlangıcının hemen gerisinde iki buçuk metre yüksekliğinde, üç metre uzunluğunda, bir ucu evin duvarıyla, diğer ucu da komşunun çardağıyla birleşen bir duvar bulunuyordu. Duvarın üzerinde çelen*; eskimiş, yaşlı, artık kimseyi çelecek hali kalmamış... Zaten çelinecek kimsenin de o duvarın üzerinde işi olmazdı. Zenginlerin duvarlarında olurdu çelen dediğin, en dikenlisinden. Kim gelirdi bu haneye ki çelen bir işe yarasın, sadece adet üzere konulmuş bir çelendi bu. Prosedür gereği... Ama belki de bir zamanlar işe yaramıştır ya, hayat oranı yüksekken bu evde. Şimdi ölüm bile gelmiyordu bu haneye, bırak hırsızları!
Komşunun duvarına dokunana kadar üç metre kadar sağ tarafa doğru uzanan duvarın en sağında bir kapı vardı, en fazla bir buçuk metre gelir. Demirden, yeşil boyalı... Diğer kapılardan fazla bir ayırt edici özelliği yok. Son derece sıradan, süssüz yapılmış, soğuk demir kapı. Belki çok çok az açılması itibariyle diğer bütün kapılardan ayrılabilir. Ama bir de bir başka bir özelliği var ki...
Bir türlü sevemedi o kapıyı, hiçbir dugusallığı yoktu zira. Demirden yapılmıştı ama taş gibi soğuktu. Hiçbir duygusu, sıcaklığı yoktu. Zaten çok az gören gözlerine acı veriyordu adeta. O kadar da demişti yerinde kalsın o eski tahta kapı diye. Eski tahta kapıyı o yaptırmıştı, marangoz Halil’e. Az mı girip çıkmış, camiye gidip gelmişti o kapıdan... “Hey gidi günler hey!” diye geçirdi içinden.
Eski tahta kapıyı söküp götürseler de, çıngırağı söktürmemişti. Kaç yıllık çıngıraktı o yahu. Sonradan anladı onun dünyanın en büyük müjdecisi olduğunu. Tabi ya... Eskiden koyunları da vardı, onlar da yalan oldu gitti. Onların birinin boynundaydı bu da. Senelerdir de arada sırada da olsa ziyaretlerine gelen insanları müjdeliyordu ona. Tok bir çınlama sesi vardı çıngırağın, o tok ses fazla hayat belirtisi olmayan bu eve yaşayan biri geldiğinde seviniyor ve bülbüllüğe özeniyordu, neşesinden “çın” sesine benzer bir ses çıkartmak istiyordu, fakat artık o da yaşlanmıştı. Bir çocuk kahkahasıyla, hayatın merhalelerinin büyük bir bölümünü belinin bükülmesi pahasına atlatmış bir insanın “kahkaha”sı arasındaki fark kadar fark vardı bu çıngırağın çıkardığı ses ile eskiden okullarda arkasından neşeli çocuk seslerinin geleceği dersin bittiğini haber veren ziller arasında.
Bakışlarını pencereden içeriye, odanın içine düşürdü. Hiç çalmayan telefonu gördü. “Sen de mi telefon efendi...” diye düşündü, “Sen de yalnız bıraktın bizi. Çalıversen arada da, bülbüller gibi, neşelerdirsen şu durgun odayı...” Telefona ne zaman baksa, yaptığı o hararetli konuşmayı hatırlar. Torunlarından birinin kaynanasının torununa kötü davrandığını duyunca celallenmişti o koca yürek. Aratmıştı numaraları bilen birine kayınpederini torununun. Gözyaşları içinde sövüp saymıştı. “Sahipsiz mi sandınız siz kızımı!” diye gürlemişti.
-“Vaay vay, yalan oldu.”
Telefonun hemen yanı başında duran kadim radyosuna çevirdi bakışlarını. O da olmazsa ne yapacaktı. Zaten ayaklarına kelepçe vurmuştu kader, yürütmüyordu, gözlerine de belli bir dereceye kadar perdesini indirmişti. Bulanık görünüyordu her şey, eskidenmiş net görebilmek en küçük bir detayı. Her şey birer karartıdan ibaretti artık, eşi yanından ayrılmayan en sadık karaltıydı. Şu pencereden de biraz da olsa ışık geliyordu. Beyaz badanalı duvarın önünde duran, yeşil kapının önündeki o küçücük karaltı, çıngıraktı. Hayatla bağlantısı, tek eğlence kaynağının açma düğmesini el yordamıyla bulup açtı. Bir iki müzik tıngırdıyordu, radyo da olmasa dünya batsa haberleri olmayacaktı. Belki dünya bile batsa bunlar yine kalırdı ya, neyse, hayırlısıydı, ölüm Allah’ın emriydi ve O istemeden gelmiyordu. Bunca senedir şu evin içerisinde dolaşır dururdu ecel de, alıp da gitmezdi onları. “Çok şükür” derdi her zaman, “çok şükür, çok şükür, buna da şükür.”
Her uyuyuşunda bir acabayla yumardı gözlerini. Ayaklarının sancısının fırsat verdiği uyku anlarından sonra, uyandığında kontrol ederdi kendini, burda mıyım öbür alemde miyim diye. Şimdiye kadar hep dünyada buldu kendini. Ölüme en son ayaklarının haşlandığında yaklaşmıştı. Ayaklarından değil de, acıdan öleceğini zannetmişti. Ne bilsin, yaşlı eşi banyo kazanını aşırı yakmış, kazandaki su da kaynaya kaynaya... O zamanlar kaplumbağa hızıyla da olsa yürüyebiliyordu, banyosunu yapabiliyordu en azından. Kurnayı çevirmesiyle kaynar suyun buharıyla da birlikte ayaklarını haşlaması bir olmuştu. O çığlığı kim duysundu ki, ne de çok acımıştı. Yanık acısı bu, başka bir şeye de benzemiyordu, en az acı verdiği zaman ilk temas halinde gerçekleşiyordu, ama sonralardanki acısı, hele gece uyutmaması yok muydu o zamanlar? Gözlerinde yaşlarla, iniltilerle sabah ezanını duyardı. Eşi uyuyabilir miydi sanki, o orada acılar içinde inlerken, yaşlılığın verdiği beli büküklükte simgelenmiş çaresizlikte elinden sadece dua etmek geliyordu, çok az görebilen gözlerden dökülen yaşlar da elinde değildi, sessiz sessiz ve çaresiz... Çok şükür geçmişti o günler, hatırlamak bile göz pınarlarını harekete geçirmeye yetiyordu.
Kulaklarına bir çıngırak sesi geldi, hemen sağında duran, uzanmış bulunan sağ ayağı boyunda uzanan pencereden aşağıya, kapıya baktı, merdivenlere baktı, hareket eden bir karartı aradı gözleri. Ah nerdeydi o eski gözler. Valla bir kilometre uzağı görürdü. Kimdi gelen acaba? Belki kendinden yirmi yaş küçük, ama oldukça yaşlanmış zamanının en yaramazı Hüssüün(Hüseyin) müyü, yoksa torunlardan birisi miydi? Belki arasıra uğrayan oğullarından birisidir. Hüssüün Çavuş her gelişte “Sen hala burada mısın ya Omar Emmi” derdi, hala beklemekte misin diye takılırdı. Omar Amca da, “Daha hepiğizi yollarım ben öbür tarafa yeğen!” derdi sesine tüm canlılığını vermeye büyük bir gayret göstererek ve yüzüne de yalancı bir gülümseme takmak, endişe çizgilerini silmek için uğraşarak. Belki de torununun oğlu İbrahim’di, acaba gelmiş miydi ki o da köye, okulu bitmişmiydi ki... Arada uğrardı o da Allah razı olsun.
Sese kesildi kulakları, bekledi, bekledi, sonunda bunun da kulağının kendisine oynadığı oyunlardan birisi olduğu kararına vardı. En son ne zaman ve kim gelmişti ziyaretlerine? Hatırmamıyordu ki... Yetmiş yedi sene evvelki askerlik anılarını hatırlardı, tarlalarda nasıl ter döktüğünü, askerden memlekete ne zorluklarla geldiğini hatırlardı da, iki saat öncesini hatırlamakta ne de zorlanırdı yahu! Nasıl da giderdi tarlalara gençliğinde, hiç zorlanmazdı, hiç ağır gelmezdi böyle şeyler, yürüyerek, bel kürek akşama kadar çalışırdı da banamısın demezdi. Şimdi şu omacaları(ayaklarını) hareket ettirmek için canı çıkıyordu. Bu arada sağ ayağının uzun süredir aynı konumda durduğunu ve ağrıdığını fark etti, hareket ettirmesi gerekiyordu, çünkü diğer türlü öyle adeta donup kalıyordu, yataktan kalkabildiği mi vardı ki! Paçasından tuttu iki eliyle, asılmaya çalıştı ayağını uyluklarına doğru, ellerinin parmaklarının falan gücü kalmamıştı artık. Aslıdı, asıldı, biraz yaklaştırdı, yoruldu. “Amaan, yeter, gücüm yetmiyor” dedi.
Karşısında eşi vardı, gözlerini zorladı sanki görebilecekmiş gibi, heralde uyuyor, ne zamandır sesi soluğu çıktığı yok diye geçirdi içinden. Oturur haldeyken sırtını duvar yastığına vererek uyurdu eşi Ayşe Nene. Ters L biçimincdeki karşı divana sesini duyurması için bağırması gerekiyordu, artık eskimiş sesiyle, çünkü eşinin kulakları hayli az duyuyordu, kalksın namazını kılsındı, hem onun ayakları onu taşıyacak kadar tutuyordu. Zaten küçücük bir bedeni vardı eşinin, o da olmasa buralarda ölüp gidecekti bakımsızlıktan, yiyeceğini o çok az gören gözlerle nasıl hazırlıyordu, bulaşıkları nasıl yıkıyordu... Bir mutfağa gidip gelmesi beş dakikasını alıyordu, çocukların yeni yürümeye başladıkları zamanlardaki gibi yürüyordu eşi. “Allah senden razı olsun be hanım, sen olmasan ben nayaparım...” dedi kendi kendine gözyaşları içerisinde...
Eşine seslenmeye hazırlanırken radyo sesini duydu, olanca mekanikliğiyle: “Dıt, dıt, dıt, dııııııt. Saat iki, şimdi haberler.”
___________________________________
* çelen: kırsal yerlerde kerpiçten (toprak tuğla) yapılan duvarların üzerine bir koruma olsun, hırsız vb. girmesin, duvara tırmanamasın diye konulan genellikle dikenli ot yığınları.
YORUMLAR
Çok beğendim dost. Sanırım Omar Dede'nin de Mehmet Akif gibi bir dosta ihtiyacı var, vefalı.
Vefalı dostların eksik olmasın...
SEYFİ BABA M.A.ERSOY
Geçen akşam eve geldim. Dediler:
-Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
-Nesi varmış acaba?
-Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
-Keşki ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!
Bir fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol...
Gecikirsem kalırım beklemeyin... Zîrâ yol
Hem uzun, hem de bataktır...
-Daha a'lâ, kalınız:
Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.
Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur ta belde.
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak,
"Gel!" diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,
Boğuyordum müteveffâyı bütün âferine.
Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!
Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrâfını tektük hisse.
Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun...
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi Çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ'âtı düşer bir mezara;
Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh bir ma'bed-i fersûdenin üstünden aşar;
Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;
Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, üryan,
Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan
Hânüman yoksulu binlerce sefilân-ı beşer;
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı;
O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları;
Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:
Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!
Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!
Serserî, derbeder, âvâre, harâmî, kâtil...
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre... Niçin? Belli değil!
Ya o bîçâre de râhmet suyu nûş eyliyerek,
Hatm-i enfâs edivermez mi hemen "cız!" diyerek?
O zaman sâmi'anın, lâmisenin sevkıyle
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi...
Ne yalan söyliyeyim kalbime haşyet geldi.
Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener
Geçiyor... Sapmıyarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından... Yolu buldum zâten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!
İşte karşımda bizim yâr-ı kadîmin yurdu.
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem... İyi amma kapı zâten aralık...
Gâlibâ bir çıkan olmuş... Neme lâzım, artık
Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.
Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:
- Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabâhat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun...
Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın...
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.
Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun körgözüne!
O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,
Gördü bir sahne-i üryân-ı sefâlet ki nigâh,
Şâir olsam yine tasvîri otur bence muhâl:
O perîşanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!
Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfı Baba.
-Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık, şunu, bir...
-Sen otur, ben ararım...
-Olsa içerdik, iyidir...
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme...
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vemeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.
-Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
-Mehmed Ağa'nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktamıyayım... Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iç yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç
Görüyorsun daha gelmez... Yalınızlık pek güç.
Ba'zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!
-Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.
İhtiyar terliyedursun gömülüp yorganına...
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!
Duymayan kulaklar , görmeyen gözler , ağaran saçlar ve tutmayan ayaklar... Önceleri koşarken şimdi yürüyememek duygusu... Herşeyden önemlisi ; hayat arkadaşının da , hastalıkta senden farkı olmaksızın sana bakma mecburiyeti... Kapı çıngırağının artık çalmaması ya da çalanı da duyamama ... Buna rağmen kendi sıkıntını unutup torunlarının sıkıntılarıyla gözlerinden damlaların boşalıvermesi... Biz buna yaşlılık diyoruz değil mi ? Bazen radyonun dili olsa diye düşünülecek hale gelirken , buna bile üzülememe çünkü yalnızlığa üzülmek uzun zaman alır zannedersem. Biz insanlar niye bu kadar gaddarız ? Niye sürekli kin güderiz. Bir gün gelip o hale düşebileceğimizi aklımızın ucundan geçirmeden neden eski davaları o herşeyi unutan aklımızdan bir türlü silip atamayız? Allah " sen olmasan ben naparım " diyebileceğimiz insanları yanımızdan eksik etmesin inşallah . Bu uzuuunnn yazınızda anlattığınız bu güzel düşünceleri kutlarım sevgili TunçAy. Saygılarımla ...