- 760 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Öfke
ÖFKE
Dergideki yazının ilk paragrafını okuyunca beyninden vurulmuşa döndü. Yazıyı şaşkınlık, öfke, utanç duyguları içinde birkaç dakikada okudu. Tıpatıp aynısıydı; noktasına, virgülüne kadar aynısı.
Başı dönüyor, beyni zonkluyor, sinirden bütün vücudu titriyordu.
Öfke ve sinirden gece yarısına kadar uyuyamadı. Azar, tehdit ve bağırıp çağırmayla dolu rüyalardan sonra yorgun vaziyette uyandı.
Okula giderken akşamki düşüncelerini toparlamaya çalışıyor, kullanacağı sıfatları kendi kendine tekrar ediyordu: “Alçak, rezil, şerefsiz, kundakçı, hırsız...” Herkese rezil olacaktı.
Attığı her adımda daha bir öfkeleniyor, sinirleri daha çok geriliyordu. Okula geldiğinde giriş zili çalmak üzereydi. Doğru sınıfa yürüdü. 10 Fen A sınıfına...
İşte bu kötüydü. Heyecanlanıyordu... Sözlü sınava girmek üzere olan bir öğrenci gibi küt küt atıyordu kalbi. Heyecanlanınca etkili konuşamaz, ne diyeceğini şaşırırdı. Kendi kendine: “Sakin ol biraz.” diye mırıldandı. Yüzüne ciddi, hatta öfkeli bir eda verip kapıyı açtı; ayağa kalkan öğrencilere bakmadan kürsüye geçti. El hareketiyle oturmalarını işaret etti.
Çıt yoktu sınıfta. Anlamışlardı... Bugün bir şey vardı öğretmende. Hiç böylesine çatık kaşlı ve ilgisiz girmezdi sınıfa. Günaydın bile dememiş, yüzlerine dahi bakmamıştı.
Defteri ve yoklama fişini imzaladıktan sonra kürsüden indi, sıra aralarında dolaşmaya başladı. Tahta ve duvar; bir, iki, üç, dört...
Çıt yoktu. Anlasınlar istiyordu. Düşünsünler ve anlasınlar edepsizliklerini. Öğretmenleri, okul idaresini ve hatta il milli eğitim müdürlüğünü aldatmanın cezası neymiş az sonra öğreneceklerdi. O edepsize, o sahtekâra, o haine haddini bildirecekti. Bu utanmaz kundakçıyı az sonra teşhir edecek, en ağır ithamlarla yerin dibine sokacaktı. Ve sonra disiplin kuruluna verecekti tabii. Okuldan atılması ve hatta okuma hakkına son verilmesi için elinden ne geliyorsa yapacaktı.
“Çocuklar!” diye başlayacaktı konuşmasına, “On yıldır bu meslekteyim. Bu zaman zarfında her çeşit öğrenci gördüm; şımarık, yalancı, tembel, vefasız, kabadayı... Onların kavga etmelerine, kopya çekmelerine şahit oldum. Ancak, az sonra anlatacağım olay kadar rezilce, şerefsizce bir durumla karşılaşmadım. Sınıfınızda öyle bir öğrenci müsveddesi var ki sadece beni değil, iki öğretmeniyle birlikte okul idaresini ve hatta il millî eğitim müdürlüğünü bile aldatmıştır, dolandırmıştır. Bu hırsız, evet bu hırsız en büyük suçu işlemiş, bir başka öğrencinin eserini gasp ederek, kelimenin tam manasıyla öğretmenlerine yutturmuştur.”
İşte o zaman anlayacaktı kimden bahsettiğimi. 258 Nurcan... Nurcan Öğüt.
“İlk yazılıdan da 70 almış edepsiz. Öğretmenlere sorarsan çalışkan, zeki, terbiyeli bir hanım kız...”
Sonra da şöyle devam edecekti konuşmasına:” Bu öğrenci, il millî eğitim müdürlüğünün üç sene evvel yayımladığı bir dergiden, bir öğrencinin yazısını aynen kopya edip kompozisyon yarışmasına katılmak için bize vermiştir... İşte dergi, işte bize verilen kompozisyon!... Ve maalesef biz de bu kompozisyonu beğenip okul müdürünün imzasıyla okulumuzu temsilen il millî eğitim müdürlüğüne gönderdik. Belki de bu kompozisyon il çapında dereceye girecek ve bakanlığa gönderilecektir.”
Bakalım ne yapacaktı o zaman? Mutlaka utançtan kızarır, başını öne eğerdi. Belki de teşhir edileceği korkusuyla telâşlanır, sıkıntı ve korkudan sağa sola dönmeye başlardı.
Göz ucuyla Nurcan’a baktı. Hırsından çıldıracaktı. Utanmadan muziplik yapıyor, kalemle dürterek sıra arkadaşını rahatsız ediyordu.
“’Bu sahtekâr kim?’ diye soracaksınız. İşte şu: Nurcan Öğüt!”
Böyle diyecek ve iğrenir gibi işaret parmağıyla onu gösterecekti.
Kaşlarını çatarak Nurcan’a baktı. Öğretmenin kendisine baktığını anlamış, arkadaşını dürtüklemeyi bırakmıştı. Elini “Bak işte, bir şey yapmıyorum.” dercesine sıranın üstüne çıkardı, kalemi dişleri arasına sokup çevirmeye başladı.
“Çocuk!...” diye düşündü bir ara.
“Ne çocuğu?” diye devam etti düşüncesine. “Hırsızlığı biliyor ya!”... Öğretmenlerini aldatmasını beceriyor ya!... Şuna bak, dudakları da boyandı kalemden. Güya sakin sakin oturuyormuş, güya Zeynep’i kalemle rahatsız etmiyormuş!... Sen göreceksin gününü!...”
Kıpırdanmalar, fısıldaşmalar başlamıştı sınıfta. Daha fazla dolaşması o ciddî havayı bozacaktı. Bir an önce konuya girmeliydi. Bir iki öksürükten sonra:
-Çocuklar, dedi.
Bütün gözler öğretmene çevrilmişti. Nurcan da ışıltılı gözlerle bakıyordu. Fakat kalemle birlikte sıranın altına inen sağ eli yine kıpırdamaya başlamıştı. Zeynep ise bir eliyle yüzünü kapayarak tebessümlerini gizlemeye çalışıyor, öbür eliyle beline dürtülen kalemi yakalamaya uğraşıyordu. Sıra altında gizli bir mücadeledir sürüp gidiyordu.
“Çocuk...” diye geçerdi içinden. Bir gülme hissiyle konuşmasına ara verdi. Olmayacaktı. Şimdi sırası değildi.
-Hangi konuyu işleyecektik? diye sordu. Her kafadan bir ses çıktı:
-Halit Ziya...
-Aşk-ı memnu...
-Aşk-ı memnun...
Biliyordu aslında; fakat söyleyecek başka bir söz bulamamıştı.
-Peki, anlaşıldı, açın bakalım kitapları.
Parça öğrenciler tarafından sesli okunurken nasıl hareket edeceğine karar verebilirdi.
Yok canım, adam olmazdı bu kız. Onun yüzünden herkese rezil olacaktı. Beraberinde iki edebiyat öğretmeni ve okul müdürü de bulaşmıştı bu çirkefe... İl millî eğitim, gönderilen kompozisyonun çalıntı olduğunu anlayınca haklarında kim bilir neler düşünecekti? Ya il millî eğitim de gaflete dalarsa? Yanlış hesap Ankara’dan dönerse neler olurdu? Koca ilin millî eğitim camiası sırf şu sahtekâr rezilin yüzünden bakanlığa karşı küçük düşecekti.
Yarışma konusu da neydi? Öğretmen... “Canım öğretmen, kanım öğretmen; işte seni böyle aldatırım, böyle rezil ederim.”
Kaya gibi sağır ve acımasız olmalıydı konuşurken. Önce sınıfa rezil etmeliydi. Bu şarttı... Sonra disiplin kuruluna… Belgeler hazır, suç sabitti. Cezası ise okuldan atılmaktı
-Evet, bu esere realist diyoruz; niçin? Kim cevap verecek?
Utanmadan bir de parmak kaldırıyordu. Güya biliyormuş, güya çalışıyormuş!
Öğretmen Ali Bey dikkatini bir türlü konu üzerinde teksif edemiyordu. Devamlı Nurcan’ı gözlüyor, ders sonuna ertelediği konuşmasını planlıyordu. Öğrenciler için faydasız bir kırk dakika geçmiş ve zil çalmıştı. Artık konuşması gerekirdi.
-Çocuklar, dinleyin bakalım!.. Meslek hayatımın en üzücü olayını sizin sınıftan birkaç kişi yaşattı bana.
Böyle derken: “Niçin bir kişi diyemiyorum?” diye geçirdi içinden. “Neden sahtekâr, rezil, hırsız sıfatlarını kullanarak teşhir etmiyorum onu?” Tekrar konuşmasına devam etti:
-Bazı öğrenciler sağdan soldan aşırdıkları kompozisyonları ‘Ben yazdım.’ diyerek bize getirdi. Ve biz de bu yazılardan bazılarını beğenip yarışmada derece almasını sağladık. Fakat sonradan gördük ki bu eserler çalıntıymış, kopyaymış. Bu öğrenciler kimlerse gelsinler. Müdür başyardımcısının odasında bekliyorum.
Sınıfta bakışmalar ve fısıldaşmalar oldu.
-Kimmiş onlar?
-Kimler çalmış?
-Vay sahtekarlar!
Uzun bir nefes alıp sert bir sesle bağırdı:
-Kes!.. O edepsizler kendilerini bilirler. Bekliyorum.
Ne derece öfkeli olduğunu kapıyı çarparak çıkmasıyla da belli etmişti.
Başyardımcının odasına giderken: “İstediğim gibi olmadı ama, yine de fena sayılmazdı.” diye düşünüyordu.
Oda boştu. Bir sigara yakıp oturdu. Bakalım gelecek miydi? Gelirse odaya nasıl girecekti?
Sigarası yarılanmamıştı ki ürkek bir elin kapıyı tıkladığını fark etti. Sesine ciddî ve sert bir ton verip:
-Geel, dedi.
Kapı açıldı; Nurcan... Eşikte, başı önde bekliyor.
-Gir, kapıyı da kapa!
Söylenilen yapıldı. Kızın başı yine öndeydi. Az önce sınıfta konuşan kendisi değilmiş gibi, kopyacıyı orada beklemiyormuş gibi sordu:
-Evet kızım, söyle, ne istiyorsun?
Belli belirsiz bir “hocam” kelimesi çıktı Nurcan’ın ağzından. Tıkandı kaldı kız.
-Evet, söyle...
İtiraf etmeye yeni karar vermiş gibi aniden başını kaldırıp:
-O işi ben yaptım hocam, dedi. Fakat inanın ki bilmi...
Cümlesini bitirmesine fırsat vermeden tüm hiddetini kusarcasına bağırdı:
-Yazıklar olsun sana!.. Rezil ettin bizi!. Tüh senin yüzüne!..
Her şey ne kadar hızlı, ne kadar aniydi. Nurcan’ın odaya girmesi, titrek bir sesle “hocam” demesi ve sonra kendini rahatsız eden bir sırdan kurtulurcasına rahat ve kararlı bir sesle itiraf etmesi... Ardından odayı çınlatan kendi sesi; gecenin getirdiği öfkeyle öğrenciye bağırması...
Her şey ne kadar canlı, ne kadar tabiiydi! Ve işte o gözyaşları... Nereden, hangi kaynaktan geliyordu bu gözyaşları? O yeşil, o masum, o çocuksu gözlerde bunca gözyaşı birikebilir miydi? Bu mümkün olsa dahi ne zaman, ne çabuk akıvermişlerdi?
Kendi öfkesinden daha zorluydu, daha çetindi gözyaşları. Ancak iki cümle söyleyebilmişti Ali Bey... Bu sefer “Kes, konuşma!” diyen Nurcan’dı; Nurcan’ın gözyaşlarıydı...
Oysa daha neler neler diyecekti! Bütün tasarladıklarını unutmuş; hakaret ve suçlamaları eriyip gitmişti gözyaşlarında.
“Değmezdi.” diye geçirdi içinden. “O saf, o bahar rengi gözleri ağlatmaya değmezdi.”
Şaşkındı. Söyleyecek bir söz bulamıyordu. Bir kelime daha söylese çocuğun hıçkırmaya başlayacağını da biliyordu. Fakat bu şıp şıp akan gözyaşlarına bir çare bulamadı, teskin etmeliydi Nurcan’ı.
-Tamam kızım, diyebildi sonunda. En güzel cevabı verdin, anlaşıldı...
Tahmin ettiği gibi olmuştu. Şimdi gözyaşlarına bir o kadar içten, bir o kadar etkili hıçkırıklar da karışmıştı.
“Ağlasın biraz, açılır.” diye düşünerek odadan çıktı. Son sınıflardan bir kız öğrenciyi çağırıp:
-Nurcan’ı al, elini yüzünü yıkamasına yardım et, sonra da sınıfına götür, talimatını vererek öğretmenler odasına gitti.
-Ali Ali, diye mırıldandı kendi kendine. Öğretmenlik bu değil oğlum, eğitimcilik böyle olmaz.
Şaşkındı, üzgündü, öfkeliydi. Kendisineydi öfkesi. Neler, ne saçma şeyler düşünmüştü. O masum, o pırıl pırıl öğrenciye hırsız mı dememişti, kundakçı mı dememişti!.. Sanki idamlık bir suç işlemişti çocukcağız.
Utanıyordu kendisinden. “Bunca yıllık öğretmenim,” diye düşünüyordu. “Yazıklar olsun bana! Sahi neyim ben, kimim? Savcı mı, polis mi, çoban mı, öğretmen mi? Neyim ben? Kibir küpü; gururunun esiri bir cahil... Fakat diplomalı bir cahil… Bu kutsal çatının altında işim ne benim? Benim gibi öğretmen müsveddelerini kulağından tutup atmalılar.”
Gece bekçisi yapmalıydılar öylelerini. Öyle ya, sesi gür... Bir bağırdı mı koridorlar inliyordu. Sinirli olduğunu anlayan öğrenciler çil yavrusu gibi dağılıyorlardı. Hele bir dağılmasınlar, hele bir gürültü çıkarsınlar!...
Lâyık değildi bu çatıya. Gece yarıları sokaklarda dolaşmalıydı o. Sarhoşlara bağırmalı, köpekleri korkutmalıydı.
Giriş zilinin çaldığını, öğretmenler odasının boşaldığını fark etmemişti bile. Kendi kendine:
-Yazıklar olsun, yazıklar olsun!.. diye mırıldanıyordu.
Öğrenciydi bu. Hata yapardı, yapacaktı, yapması gerekirdi. Ne için geliyordu okula? Öğrenmek için, eğitilmek için, hatalarını azaltmak için. Böyle mi eğitilecekti? Bugüne kadar bir defacık olsun “telif” nedir, “telif hakkı” ne demektir bahsetmiş miydi öğrencilerine?
Amirlerinden korkmuştu. Üstlerinin, yarışmaya gönderilen eserin çalıntı olduğunu anlayınca kendisi hakkında menfi düşünmelerinden, kendisini ayıplamalarından çekinmişti. “Ayıp,” diyeceklerdi. “O dergiyi okumadın mı? Ayıp ayıp! Sen nasıl edebiyat öğretmenisin?” Bütün mesele buydu işte. Bu kadar basit, bu kadar çirkin...
-Ali Bey, 5 Fen A sınıfı sizi bekliyor hocam!
Nöbetçi öğretmenin sesiydi.
-Ha, evet, dalmışım da... Neyse.
Kalktı, aynı sınıfa gidiyordu. Mütereddit adımlarla yürüdü. Gitmemeyi düşündü bir an. O sınıfa nasıl girecekti? Hangi yüzle? O kızcağızın yüzüne nasıl bakacaktı?
İstifa etmek... Bu kutsal mesleği ehil ellere bırakmak...
“Sağlıklı düşünmüyorsun Ali.” diye geçirdi içinden. “Öfkeyle kalkan zararla oturur. Tıpkı az evvel olduğu gibi... Hele sakin ol, salim kafayla düşün.”
Ağır adımlarla sınıfa yürüdü. Sahte bir tebessümle içeri girdi.
-Parçayı sessizce okuyun, diyerek dolaşmaya başladı. Nurcan yerindeydi. Küçük bir mendille ikide bir gözlerini siliyordu.
Nurcan Öğüt... Taze, fidan, çiçek, söğüt... Bir şey yapmalıydı; bir şey söylemeliydi, gönlünü almalıydı çocuğun... Bu psikolojiyle ders işlemesine imkân yoktu. Bir fıkra, bir şiir, bir mani, bir iltifat... Öğüt ve söğüt... Kafiyeler hazırdı. Birkaç dakika düşündükten sonra kürsüye geçti.
-Bahçedeki söğüttür, dedi ortaya.
Dikkat ve sükûnet sağlanınca bahçeyi göstererek tekrar etti:
-Bahçedeki söğüttür.
Parmağıyla Nurcan’ı işaret etti.
-İsmin Nurcan Öğüt’tür.
Derslerine çok çalış,
Benden sana öğüttür.
Gülüşmeler, fısıldaşmalar... Bütün öğrencilerin hoşuna gitmişti bu mani. Sadece Nurcan somurtuyordu, gözlerini silmekte devam ediyordu.
-Hocam bize de söyle.
-Benim için de oku hocam.
-Hocam bir mani de benim için uydur.
Curcuna halinde bir istek faslı başlamıştı.
–Size de söylerim, hele sabredin, biraz düşüneyim, gibi cevaplar vererek kürsüden indi. Sıra aralarında dolaşırken, Nurcan’ın arkadaşının kulağına eğilip: “Nasıl söyledi, nasıl?” diye sorduğunu ve sonra defterine gizlice bir şeyler yazdığını fark etti. Ne kadar gizlemeye çalışsa da bir memnuniyet dalgası tebessüm halinde yüzüne yayılıyordu Nurcan’ın.
“Çocuk...” diye düşündü.
Şimdi artık rahatlamıştı. Gece bekçiliğini de, istifayı da, ayıpları da unutmuştu.
-Tamam, diye bağırdı. Espri bitti. Metin üzerinde çalışmalara devam ediyoruz. Kalk bakalım Taner, sana bir soru...
“Tanrım,” diye geçirdi içinden. “Şu çocuklar ne kadar saf, ne kadar hayat dolu; bu meslek ne kadar güzel, ne kadar doyurucu!...
Yazar : Erturan Elmas