ŞİŞEDEKİ AŞK
Ahmet, olta kıpırdıyor. Balık takıldı galiba.
Ahmet, heyecanla koştu Oltaya doğru. Coşkulu bir şekilde oltanın ipini sarmaya başladı. Sonunda tutmuşlardı bir balık. Ağır da sayılırdı. Tam üç saatten beri bekliyorlardı.
-Dayıcığım gördün mü? Beklemeye değdi. Sana kalsa boş dönecektik.
Faruk sabırsız bir kişiliğe sahip 40 yaşlarında insandı. Yeğeni Ahmet, bu sıralar onun göbeğine takmış kafayı. Zayıfla deyip duruyordu. Ahmet ise 30 yaşında zayıfcaydı. Bugün balık tutmaya gelmişlerdi sahile. Balık tutmayı severdi Ahmet. Faruk ise daha çok yürüyüşleri…
-Dayıcığım geliyor, balık geliyor. Faruk gözlerini misinaya gözünü dikmiş, bekliyordu. Balığın kafası gözüktü ilk önce. Ama o da ne? Ne biçim balıktı bu. Kafası hiç de balık kafası değildi. Bu bir şişeydi. Anlaşılan oltanın iğnesi bir şişenin mantarına takılmıştı. Ahmet şişeyi aldı eline evirdi çevirdi. İlginçti. İlk defa bir şişe tutmuştu Ahmet.
-Bu da nesi? Dedi Faruk. Açsana. İçinde bir şey var.
Ahmet şişeyi açmaya uğraştı. Açılmıyordu şişe. Sonunda bir kaya parçasına attı ve parçaladı şişeyi. İçinden bir kağıt çıkmıştı. Ahmet kağıdı aldı ve ilk cümleyi okudu.
-Faruk Ilgın’a
-Ne dedin sen? Faruk afallamıştı. Okunan kendi adı mıydı?
-Bak dayı senin adına bir mektup çıktı şişeden.
Ahmet okumaya devam etti:
“Sevgili Faruk,
Biliyorum. Bu mektup sana hiç ulaşmayacak. Ulaşsa bile iş işten geçmiş olacak. Kimbilir? Sadece içimi dökmek isteğidir bu mektubu yazmaktaki amacım.
Sen beni belki de hiç bilmiyorsun. Ama ben seni çok iyi tanıyorum ve hemen her gün senle birlikteydim. Sen doğa gezmelerini çok severdin. Sık sık deniz kenarında gezerdin. Tabii, yanında her zaman O da olurdu. Elele ve göz göze dolaşırdınız. Bazen de ormanda yürürdünüz. Sen onu çok severdin. Ama, O sanki yüreğinin bir köşesinde başka birini saklar gibi şüpheli bir durumda olurdu. Ya da ben öyle anlardım.
Sen çok konuşmazsın. Daha çok dinlemeyi seversin. Romantik şarkılar dinlersin. Biraz da yüksek sesle dinlersin. Onun için ben duyardım. Ve ne kadar duygusal olduğunu o zamanlar anladım. Şiir okurdun bazen de sevgiline. Bilmem kendin yazardın bilmem bilinmeyen bir şairdendi o sevgi dolu mısralar.Dinlerdim seni, sanki bana okuyordun onları.Sen lisede öğretmenlik yapardın ve kardeşimin dersine de girerdin. Belki anımsarsın adı Gürkan. Belli etmeden ona seni sorardım. O da dersleriyle ilgilendiğimi sanır ve anlatırdı. Bense seni onun ağzından dinlerdim.
Sen benim hiç ayrımıma varmadın. Görmedin beni. Ben kaç kere okulun ve evinin önünden geçtim bakarsın diye. Sen bakmazdın ama ben seni gördüm diye göklere uçardım.”
-Dayı, kim bu gizemli kadın? İstersen okumayım. Sen sonra okursun.
-Oku Ahmetciğim, anımsamadım. Hem baksana kendini tanıtmamış ki. Senden gizli saklım mı var?
“ Aradan günler geçti, sen evlendin o kadınla. Günler aylar geçti aradan. Sen mutluydun ilk günlerde. Fakat sonraları bakışlarında bir hafif bir hüzün okur oldum. Uzaktaydım. Ama, aslında yakındaydım da. Çünkü, sen benim dünyada en çok sevdiğim adamdın. Duyumsuyordum işte. İki yıl sonra boşandın. O kadın gitti başka bir şehre. Sen ise artık yalnız dolaşıyordun sahillerde. Sonunda dayanamadın gittin bir şehre. Ve adada görevine devam ediyormuşsun öğrendim. İşte böyle ben de bu mektubu yazdım. Sana içimi dökemedim ve sevgimi söyleyemedim. Bir kağıt parçasına anlatayım dedim.
Sevgilim, kendine iyi bak olmaz mı? Seni seven insanlar çıksın karşına, dilerim tanrıdan.”
Gülsen
-Gülsen mi? Kimdi bu yaa? Hiç yabancı değil bu ad bana?
-Dayıcığım, sen de ne canlar yakmışsın meğer?
Faruk düşünüyordu. Birden Kafasında bir şimşek çaktı. Ordaydı Gülsen evet. O sahildeki şehirde. Bir kız, o evden çıkıp okula giderken bakardı. Sonra içeri girerdi. Galiba babası da balıkçıydı. Faruk, ara sıra babasından balık alırdı. Kızcağız da bazen babasının yanında olurdu. Bir keresinde babası kızına seslenmişti de adını öyle öğrenmişti. Güzeldi kız. Koyu sarı saçları ve iri yeşil gözleri vardı. Uzun değildi ama hoş bir edası vardı. Evet, Gülsen oydu işte. Demek, kendisini seviyordu Gülsen. Ama neden diyememişti sevgisini. Belki,belli etmeye çalışmıştı, ama Faruk anlamıştı bunu.
…
-Dayıcığım, 20 km sonra Şehirdeyiz. Faruk’u bir heyecan sarıyordu yavaş yavaş. Faruk, Gülsen’i görmeye karar vermişti. Aşkını bir mektuba yazıp denize atacak kadar seven birisine kayıtsız kalamamıştı. Bütün duyguları Gülsen’e doğru akmaya başlamıştı.
Şehir değişmişti. Daha da büyümüş, yollar ve caddeler değişmişti. Ama, şehrin meydanı eskisi gibiydi. Sonunda oturduğu eski mahalleye geldiler. Hiç değişmemiş gibiydi sokaklar, evler. Sanki dün ayrılmış buradan daha. Halbuki aradan 18 yıl geçmişti. İşte, oturduğu evin Faruk’un. Merdiven korkulukları ahşap oyma. Nakışlar biraz yıpranmış.
Balıkçının evi ise karşısında . Eve gidip kapıyı çaldılar. Balıkçı önce tanımadı karşısındakini. Dikkatle bakınca, anladı ve sarıldı ve içeri davet etti. Konuştular. Adamın karısı yemek hazırlamıştı.Yediler.
-Süleyman Abi, iyi gördüm seni. Sanırım bir kızın vardı değil mi? Dedi Faruk .
Adam, gözleri dolu bir halde anlatmaya başladı.
-Evet, adı Gülsen, hassas suskun bir kızdı. Öldü. Kızım öldü. Derdini kimseye söylemezdi. Öylece dalar dalar giderdi. Hiçbir hastalığı yoktu. Öylece öldü gitti. Doktorlar gizli kalp hastalığı varmış dediler. Sonra birgün elime bir dafter geçti. Defterde kızımın günlüğü vardı. Acılarını, dertlerini hep bu deftere yazmış. Bir de bir şişeden bahsediyor, içine bir mektup yazıp denize atmış. İşte bu kadar.
Faruk, Ahmet’e kalkalım anlamında bir işaret yaptı. İzin isteyip kalktılar.
İşte, geç kalınmış bir aşk da böylece bitmişti. Faruk, hüzünlü gözlerle arabanını içinde hızla giderlerken denize doğru bakıyordu.
-Yaa, Ahmetcik işte böyle. Sen git yanlış insanlarla yanlış ilişkiler yaşa, yanıbaşındaki içten sevgiyi görme. Çok geç artık çook…
21 MAYIS 2008
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.