- 736 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ISSIZ SIZI
Annene baktın. Namaz kılmaya başlamıştı. Az önce sana elleriyle çorba içiren bu kadın şimdi transa geçmişçesine Tanrı’sıyla konuşuyordu. Onu seyrederken senin de “keşke inanabilseydim” dediğin zamanların olurdu. Ama dünyadaki acılar, savaşlar ve adaletsizlikler seni Tanrı düşüncesinden çok uzaklaştırmıştı ve sonra içinden geçtiğin siyasal süreçler senden tanrıtanımaz bir adam yaratmıştı.
Annen ellerini gökyüzüne kaldırmış duaya başlamıştı. Ellerinin üzerinde beliren yaşlılık lekelerine daldın bir süre. Ne güzel elleri vardı bir zamanlar. Okula seni her uğurlayışta sarılmak isterdi sana, sense onun bu dokunuşlarından hep kaçardın… Çocukça bir acı verme isteğiyle doluydu yüreğin. Annenin sarılan kollarını itip koşup uzaklaşır sonra da dönüp arkandan onun gözlerindeki acıyı görmek için bakardın. Sendeki bu acı verme tutkusu ilerde dostluklarının ve sevgililiklerinin de belirleyicisi oldu. Bu tutkuyla öylesine çevrelenmiştin ki bu senin hapishanendi. Bu tutku yüzünden hayatında ne gerçek bir dostun ne de gerçek bir sevgilin olmuştu. Bir yanın hep eksik kalıyordu. Bu eksiklik yazdıklarına bile sinmişti. Başladığın her tutkulu yazı bir yerinde sığlaşıveriyordu.
Aklına o kadın geldi. Tiyatro eleştirmeni. Rıfat’ın yanında görüyordun onu hep. Rıfat bir gün ona senin yazılarını göstermişti. Yazılarını okuyan kadın bir gün sana sormuştu: “yazılarınızda Shekespeare’den alıntılar var, onun en çok hangi eseri sizi etkiliyor?” Sen bir an heyecanla boş bulunup: “ben sadece ondan birkaç dize tırtıkladım” demiştin. Kadın gülümsemiş ve: “tırtıklamak mı?” demiş ve devam etmişti. “Bir şeyin derinine inememek dilerim kendi derininize inememekten kaynaklanmıyordur” demişti cüretkârca. İçinde bir öfke duydun ona karşı başını kaldırıp yüzüne baktığındaysa gözlerinde derin bir hüzün gördün ve o an kızmaktan vazgeçtin ona.
Sonra uzaktan Rıfat’la konuşmasını duydun:
“Rıfat götür beni buradan… Ülkemin kendi yüreğine bakmaktan aciz, kendi kendinin yabancısı insanlarıyla gündelik sığ muhabbetlerinden yoruldum.” Ve Rıfat’la çıkıp oradan gitmişlerdi. Nedense sen bu sözü kendi üzerine alınmış ve bir kez daha öfkeden sarsılmıştın.
O akşam evine vardığında öfken geçmişti ama yüreğinde ıssız bir sızı vardı. Bir süre oturduğun yerde kalmış ve duvarda sabit bir noktaya gözlerin dalmıştı.
Annen odaya giriyor. Elinde bir bardak portakal suyu var. Ne zaman çıktı hiç fark etmedin. Yataktan doğruluyorsun bardağı elinden alıp içerken onun gözlerine bakıyorsun… İşte sen o gün sarılmadın ya annene, ittin ya sana sarılan kollarını, hiçbir dostuna ve hiçbir sevgiline sarılamadın o andan sonra. Ve bu yazdıklarına da sindi senin. Hep bir gerçeğin peşinden koştun… Gerçek dostluk, gerçek aşk… oysa sen sahici bir şey koyamadın ki hayatında. Sonraysa haykırdın gerçeği itiraf etmek yerine “gerçek aşk yok, yok gerçek dostluk. Gerçek aşk bir ütopya” diye. İşte yazılarındaki belki de hayatındaki çıkışın da buydu senin ya da çıkışsızlığın…
Kendi kendinin yabancısı, kendine dokunmaktan aciz bir yürek gerçekte kime dokunabilirdi ki… Dokunduğu her şeyi yalanlamaz mıydı sonunda? Hangi dostuna gerçekten sarılabilir ya da hangi sevgilisinin gerçekten elini tutabilirdi?. Ve sen bu gerçekten kaçmak için her eylemini kaçışla sonlandırmak zorunda kalacaktın… Derindeki kendinle yüzleşmemek için…
YORUMLAR
belki kendiyle konuşma, ya da kendi durumunu değerlendirme, bir tahlil bir analiz...
Genelde 3. şahıs bir karaktere yöneltilen his tahlili bu öyküde 1. tekil şahısa yönlendirilmiş. "Düşünce akışı" mı deniliyor "stream of consciousness" a Türkçe'de? o türün değişik bir pencereden bakılması olmuş. ve bir yazarın küçük cümlelerden dahi etkilenmesi ve onların düşüncede meydana getirdiği fırtınaya gebe halet başarılı yansıtılmış. en azından benim anlamama yetecek kadar.
tebrik edemiyorum, çünkü o bir büyüklük göstergesidir bence. mesela Shakespeare'i tebrik ettiğinizi düşünün. başarılı yazarlara ancak teşekkür edilir, paylaşımları için...