ÇORAK HAYAT
ÇORAK HAYAT
Horozlar ötmeye başlamıştı. Şafakla birlikte karanlık yırtılmış, gece yarısından beri zifiri olan gökyüzü, yeni yeni aydınlanıyordu…
Epeydir uyanık olan Sultan, acından ağlayan bebeğine memesini vermiş, emziriyordu. Biraz sonra Zeynep’cik doydu ve küçücük dudaklarındaki kıpırdanışlar durdu. Sultan “ şu yemee yapım,” deyip; yavrusunun dudakları arasından memesini çekti, kalkmak istedi. Kocası elini Sultan’ın koltuğunun altına atmıştı, elin ağırlığından kalkamayıp tekrar yatağa düştü. Sallantıdan Zeynep’cik uyandı, ağlanır gibi oldu, Sultan kızdı, kocasının elini kızgınlıkla iteleyip, üzerinden attı.
-“Sustur gız şunu !” diye söylendi kocası sinirle.
Sultan sekiz aylık olan Zeynep’e tekrar meme Verdi. “ Domuz adam, sen sade horla ! ” diye söylendi içinden. Zaten hiç sevmemişti ve zorla evlendirmişlerdi kocası olacak adamla Sultanı.. Gelinliğini giydiğinden beri evlilik ona eziyet olmuş, baba evinde ki günlerini özlüyordu hep. Bir yıl önce babası, üç ay sonra da annesi ölünce kimi kimsesi kalmamıştı.
Kocası kimse tarafından sevilmezdi. İçki içer, kavga eder; eve de hep geç ve kan- revan içinde gelirdi çoğu zaman. Hıncını da evdekilerden alırdı o zaman. Sultan’sa, bütün köylü kadınları gibi kaderine razı olur, sesini çıkarmazdı hiç açıktan. Bir şey vardı Sultan’I çok kızdıran ; kocasının çalışmaması. Hiç çalışmaz, gündüz çarşı, gece kahve der; bir yemekte bir de yatakta evde olurdu . Ne zaman iş lafı etse Sultan, kızar köpürür gözü bir şey görmeden alırdı Sultan’ı altına; döv babam döv..
- “ Sen çalışsana orospu, ne yapacan bütün gün ? Bedavadan beslemek için almadım ya seni !” der, sonra da kendi yaptıklarını sayardı: “ Para – pul isten, y..ak isten, her şey isten! Ama nasıl nerden demen !” Sonra da çeker giderdi.
Aslında hiçbirini getirmezdi ya! Sabah kalkar, bir kavga çıkarır işe gitmemek için. Sonra da doğruca giderdi kafa dengi nalbant Çapanoğlu’nun yanına. “Çapanoğlu’nun Ahmet” le bütün gün domina oynar, geceleri de şarap içerlerdi. Kendine de “Avradınoğlu Ahmet” derlerdi. Kör yatıp, şaşı kalkarlardı birlikte…
Sultan tekrar uyuttu Zeynep’ini. Bu sefer çocuğu uyandırmamak için; kocasının sevgiden yoksun, acımasız, damarları gerili bir pençeyi andıran elini yavaşça indirdi üzerinden. Kalktı, bir çırpıda hayatı süpürdü, eşeğin yem takasına saman atıp altına da kuruluk serpti . Sonra da tarlada kullanacağı çapa ve beli alıp, sapları çıkıp işinde yarı yerde komasın diye suya soktu hepsini. Sabah için tarhanayı kaynatıp, sofrayı da hazırlayınca , kocasını uyandırmak kalmıştı geriye.
Odaya girdiğinde hala horulduyordu kocası.
- “Kalk, sabah oldu,” dedi yavaşça.
- “…………”
Uyanmayınca kızdı Sultan, eliyle salladı. Hınçla beli üzerinde doğrulan kocası:
-“Ne oluyor gız , sabah sabah !” diye söylendi gözlerini oğup gerinirken.
Sultan onun her sabahını bildiğinden, yavaşça:
-“ Sofra hazır.” dedi .
Sofrada hiç konuşmuyorlardı. Kocası sinirli görünmek için:
-“ Tarhana çok sıcak, ağzımın içini haşladı.” dedi başını iki yana sallayarak. Belli ki ayak yoluna giderken, hazırlanmış çapa ve küreği görmüştü. Sultan’ın kendisine bir iş söylemesini istemiyordu.
Komşusu Hatçe Ana dün akşam müjdeyi vermiş: ”Tarlaya ektiğin tohumlar toprağı patlatıp yüze çıkmış. Tarlanın yüzeyi, binlerce koyu- yeşil kanatlı kelebek konmuş gibi yemyeşil !” demişti. Şimdi yine sarmıştı bu sözün heyecanı Sultanı.
“ Bazı domates fidelerin kurumuş! Ya tutmamış, ya da kurt kemirmiş köklerini. Bu Cumartesi Adana’dan son defa çitil getirir pazarcılar, unutma ha !” diye de tembihlemişti Hatçe Ana . Demek elleri ile ektiği kavun-karpuz ve salatalık tohumları canlanıp filizlenmiş, toprağın üstüne çıkmışlardı hepsi de! Geçen hafta 2 gün yağmur yağmıştı dolu dolu. “ Şimdi toprak kurudu, sertleşen toprak sıkıyordur boyunlarını. Kaysayı kırmak gerek büyümeleri için fidelerin .” diye söylendi kendine. Kaşığı yavaşça sofraya bırakıp:
-“Bu gün tarlaya gidelim.” dedi sultan.
-“……….! “
-“ Toprağın kaysasını kırıp, domates sitillerini de yenileyelim.”
Bundan kurtulmak için bahane arayan kocası “Avradınoğlu Ahmet” kızdı, köpürdü:
-“ Ulan kaç kere diyecem ben sana !”
Sultan bir şey demedi, o bağırıyordu sesini yükselterek:
-“ Etme lan, bir gün elimi kana bulayacan.. öldürecem seni kahpe !”
sofradan hışımla kalktı, bir tekme savurdu arkadan Sultan’a. Sofranın üstüne kapaklandı Sultan. Gözleri yaşlı, bir Kaplan gibi sıçradı ayağa:
-“ Git, Çapanoğlu’nun g..ünü bekle sen,” dedi Sultan. “ Belki doyurur seni.”
İyice kızdı Avradınoğlu Ahmet, tokatlarla girişti yine.
-“ Konuşma öldürecem şimdi seni. Kaveye gitme, Amet’e gitme, ya nereye gidecem ulan, Hıı söylesene ? Çalış, çalış diye başımı yiyon ! Oralara gitmeyecem de nerede bulacaam ben işi , kendi mi gelecek ayaama iş, ulan kahbe ? ”
Gözleri yaşlı, kafasını kaldırmadan :
-“ Kendi toprağında çalışsana, tarlamıza baksak yeter bize,” dedi Sultan. Gözünün biri kanlanmış, kan sızan ağzını da eliyle bastırıyordu.
Her şeyden habersiz Zeynep’cik seslere uyanmış, annesinin acısını hisseder gibi ağlıyordu. Zeynep’cik kendince karıştığı için söze, babası olacak Avradınoğlu köpürdü buna:
-“ Sen ne ağlıyon lan it sıpası !” diyerek ona döndü. “ Eşşeoğlu eşşekler ! Sülaleniz bir sizin. Anan, büyük anan, soyu sopu . Hep ağlar, hep istersiniz sadece.” Söylendi durdu, sonra da çekip gitti…
-“ Kaçtı yine devrilesice, “ dedi Sultan. “ İşsizlere parasını saçmaya, Çapanoğlu’nun g..ünü beklemeye.”
Bitişik evden “Avradınoğlu Ahmet” in bağırtılarını duyan komşuları Dudu Ana avlu duvarına ayak uçlarında uzanmış, sadece başı görünerek Sultan’a bakıyor; onun kötü kaderine yanıyordu.
“ Kimsesiz, yalnız, fakir ama hiç olmazsa kadersiz olmayaydı zavallı gelin ! “ diye söylendi içinden.
Semerini bağladığı eşeğine heybesini de yükleyen Sultan, göz göze geldiği Dudu Ana’dan yaşlı gözlerini kaçırmak için hemencecik odaya girdi. Bebeğini alıp avluya çıktığında gözlerinde yaş yoktu. Dudu Ana’ya :
-“ Ben tarlaya gidiyom, ikindi vakti şuraya bıraktığım mısırları tavuklara verin mi ana ? ” dedi. Eski ve çinkoları dökülmüş, yarısı dolu tası göstererek.
- “ Bak ninesi, Zeynebim ellerinden öperim diyor,” diye ekledi.
-“ Ah güzel yavrum, Ah güzel gelin! Kadere karşı gelinmez ki be Can Kuzum. Doymak için tarlaya da gidecez, çift de sürecez, ne yapalım! Sen merak etme ben yemlerim tavukları.” derken Dudu Ana, Sultan Eşeği dış kapıdan sokağa çıkarmış, üstüne binip Zeynep’i de kucağına almıştı bile.
-“ Eve de bakar ol emi Dudu Ana,” diye seslendi eşeği dehleyip, kurtuluş sokağından sağ yana bayır aşağı inerken.
Sinason yolunda ki kasabanın son evlerini ve tekel şarap fabrikasını da geçtikten beş dakika sonra Sinason Çayına da ulaştılar. Bu yıl kışın, otuz yıldır görülmediği kadar çok kar yağmıştı. Eriyen karlardan Damsa Barajı erken dolmuş; yağmur yağdığında savakları aşan su, birkaç kez sel olup çay boyunu ve yayımdan geri dönen Efe Çoban’ın sürüsünden 5-6 koyunu da sürükleyerek Avanos’ta Kızılırmağa karışmıştı. Trafo binasının yanından aşağı dönüp, dingin akan çayı’ da geçtiklerinde; henüz ısınan günün serinliğinden üşüdü. Yolun iki yanı söğüt, iğde ve yer yer çalılarla kaplı olduğundan güneşin kaybolduğu yerde yol kararıyor ve serinliyor, açığa geldiklerinde ise bahar güneşinin sabah huzmeleri ısıtıyordu bedenlerini.
Sulak alan olan Bahçelerin yer aldığı Aşağı karaözü ile kurak olan ve üzüm bağları ile ekin tarlalarının yer aldığı yukarı kara özüne giden yolların ayrıldığı sapağa geldiklerinde; sağ tarafta Eğrim dağının ilk yamaçları göründü iğde ağaçları bittiğinde. “Aşağı yol çamur olur şimdi, yukarıdan gideyim,” dedi Sultan, eşeği yukarı yola sürdü zorla. Eşek yukarı yoldan uzak tarlaya gidecekleri ve daha çok yorulacağı içgüdüsü ile, inatlaştı yukarı gitmemeye. Sağ yola sapıp, Hüso Amcanın tarlasında ki taştan yapılma mekanı döndüklerinde; EğrimDağı’nın yamacında sulama kanalının dibinden yukarıya doğru hızla giden keklik kümesini gördü Sultan. İki-üç kiloluk bir anaç keklik ve 20 den fazla yavru vardı.
-“ Aboov,” dedi Sultan. “ Ne çok yavrusu var, nasıl da hızlı koşuyorlar! ” Keklik sürüsü birkaç saniyede gözden kayboldu gitti, “ Sabahın ilk ışıklarıyla su içmeye indiler heral kanalın dibine ” diye söylendi Sultan.
Tarlaya geldiğinde yükleri indirip, eşeği bağladı ve Yavrusu ile birlikte dolaştı tarlayı; Zeynep’e de fideleri göstererek sevinçle. Tanrısına şükretti Sultan; emekleri boşa gitmemiş, tohumların çoğu yeşil yeşil fışkırmıştı toprak üstüne. Önce toprağın sertleşen en üst tabakasını eğdi ile kırıyor, sonra dipten aldığı yumuşak ve nemli toprakla boyunlarına kadar kapatıyordu fidelerini. Bütün fideleri dolaşıp bitirdiğinde, güneş iyice yükselmişti tepelerinde.
Şarap Fabrikası saat oniki yi duyuran paydos borusunu öttürdüğünde, Zeynep’cik de uykusundan uyandı ve yalnız bırakıldığına yaygarayı bastı. Sultan koştu:
-“ Oy benim yavrum, uyandı mı benim Zeynebim ? ”
Yere bağdaş kurup kucağına aldı, elciklerini öptü. Zeynep yabancısı olduğu bu dünyada tanıdığı ilk dostunun kucağında rahat hissetti kendini ve ağlamayı bıraktı. Dudaklarını ahenkli bir şekilde oynatarak, iştahla emmeye koyuldu annesinin sütünü. Sultan da çıkınını açtı, karnını doyurdu. Üstüne de küçük testiyi başına dikip, kana kana su içti. Yorgunluğunu almıştı bu mola.
Zeynep uyuya kaldı yine annesinin kucağında, yavaşça yere yatırdı kızını Sultan. İnce tülbentini de yüzüne örttü, sinekler konmasın diye. Kalktı kovaları eline aldı, yeni diktiği domates ve biber çitillerine “can suyu” getirmeye gitti aşağıdaki çaya. Birer maşraba can suyu döküyor her birine, etraflarını da iğde çalılarından kestiği uç dallarla kızılderili çadırı gibi kapatıp, gölgede kalıp , yakıcı güneşte kurumalarını önlüyordu.
“ Üç – beş gün korundular mı, hepsi tutunur toprağa..” diye söylendi kendine. Su yetmedi, yavrusuna göz atıp yeniden gitti çaya…
Süt kokusunu almış bir yılan sürüne sürüne dolanıyor, henüz süt kokan Zeynepcik ise hiçbir şey den habersiz kiraz ağacının gölgesinde mışıl mışıl uyuyordu. Yılan döndü dolaştı, tekrar geldi geriye. Yemeni ile örtülü kundağın içinden gelen körpe kokuyu aldı ki, üstünde dolanmaya başladı. Zeynep yılanın varlığını bilmeden uyandı; kundak dışındaki minik ellerini oynatıp, sallıyordu sağa sola. Boyun kısmından eline gelen yılanı yakalamış, soğuk yaratıktan habersiz sıkıyordu yılanı Zeynep’cik. Kirli boz renkli yılan ise kırbaçlayıp duruyordu kundağı.
Sultan gelmişti, Zeynep’in ağladığını duyup hızlandı. Birden bir çığlık atıp, kovaları attı elinden:
- “Zeyneep, yavruum ..!”
Koştu, yeryüzünde ki tüm analara özgü bir özveri ile yılanı kaptığı gibi kuyruğundan; daireler çizerek koşmaya ve yılanı taşlara, ağaçlara çarpmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu :
-“ Yılaan, yılaaan. Yavruma göz koydu, yavrumu alacaktı yılan!”
Yılan, dala taşa çarpa çarpa ölmüştü bile. Neden sonra durdu Sultan, attı yılanı yere. Zeynep seslerden korkmuş ağlıyordu. Ama Sultan delirmiş gibiydi, duymuyordu onu…
Sağa sola koşuyor; ot, çör çöp, odun, dal ne bulursa toplayıp yığıyordu orta yere. Sonra yettiğine kanaat edip durdu, yılanı üstüne attı yığının ve kibriti çakıp tutuşturdu yığını.
-“ Yavruma, Zeynebime göz koydun ha !” diye söyleniyordu seslice.
Ateş küçüktü önce. Sonra büyüdü, büyüdü ve etraftaki elma ağaçlarının tepelerini buldu alevler kıvılcımlar saçarak. Alevler büyürken, yılan dans eder gibi kıvrandı, kıvrıldı ve bitti; kayboldu küllerin arasında.
Nihayet ateş de sönmeye yüz tutu. Ve Sultan gerçeğe döndü, hatırladı Zeynep’ini. Zeynep çırpınmaktan kundağını çözmüştü. Koşup kucakladı yavrusunu. Hem gözyaşı döküyor, hem öpüp kokluyordu Zeynepciği durmadan.
Kundağını yeniden sardı. Kucağına aldığı Zeynep’i sıkıca sardı Sultan, yılanı kavuran kül yığınına bakarak. Sanki yılan yeniden canlanıp gelecekmiş gibi ateşin içine bakıyor; ömür boyu dökeceği gözyaşlarını bir kerede dökmek ister gibi akıtıyordu gözyaşlarını toprağa Sultan.
Göz pınarları kuruyup, göz yaşları akmaz olduğunda:
-“ Allah belanı versin senin Avradın oğlu. Çapanoğlu yesin bitirsin seni, bir daha dönme emi!”
“Avradın oğlu Ahmet” yapılan bedduayı duymuş gibi,
- “ Ah, aah. Gine gitti lan oyun ! Bu sefer de üttün lan çapanoğlu beni; bu gaveler de benden,” dedi ve cebindeki son yüz kuruşu da her gün birkaç kez tekrarlandığı gibi, çok iyi öğrendiği görevini kalenderce tekrarladı bir kez daha ve karısı ile çocuğuna çok gördüğü rızkı, harcadı yine Çapanoğlu’na...
Ürgüplü Şair Yalçın Öner
07.Mayıs. 1972, Pazar
YORUMLAR
Çok sade bir dille yazıldığı için bir çırpıda okudum öyküyü.
1972 mayısında yazılmış. Fakat her dönem güncel kalacak
gibi... Ne yazık ki...
Zira hayat çok benzer öyküleri sürekli içinde taşıyor. Çok benzerlerini, çok daha acılarını...
Kadın ne yazık ki hem ülkemizde hem de dünyanın diğer
ülkelerinde genellikle eziliyor, horlanıyor.
Üstelik bu sadece kırsal kesimle de sınırlı kalmıyor.
Kentte de başka ezilişler var.
Öykü hem bu ezilişi çok canlı anlatıyor, hem de bir annenin
bebeğine olan sevgisini...
Çok güzeldi.Hissettirdi.
Kutluyorum değerli yazarı.
Saygılar...