AÇLAR DA GÜLER
Rüzgar sağdan esti, on metre ilerde kaldırım kenarında ki ağacı sola yatırdı. Ağacı yıkmak istercesine bir de soldan vurdu:
- Vuv vuuv… vuuuv!
Ağacı bu kez sağa yatırdı. Zavallı ağaç kaybettiği yapraklarından
sonra, kökten sökülmemek için bütün gücünü harcıyor sımsıkı sarılıyordu torağa. Şiddetli rüzgar sona kalmış kuru yapraklarını da döktü ve yalnızlığı ile bıraktı ağacı başbaşa…
Gök yerden de karmaşıktı. Yağmur damlalarını taşıyan siyah bulutlar, hızla başka bir bultun arkasına geçiyor, gözden kayboluyor ve biraz sonra taa ilerilerde yine ortaya çıkıyordu. Güney –doğudan esen sert rüzgar, bu siyahi bulutları yağmura dönüşmeden taa içerilere taşıyordu durmadan.
Kel bir baştan bir şapka uçtu, azgın rüzgara uyarak körcesine dolaşmaya başladı sokakta . Ayak yetişti, el yakalamaya uzandı:
- Vuv, vuuuv!
Rüzgar vurdu, şapka yine kendisini yakalamak isteyen elden kurtuldu. Adam daha da kızdı:
- Hay aksi şeytan, dedi . Küfürler savurarak rüzgara…
Yuvarlandı gitti ve yol kenarında ki elektrik direğinin çapraz demirlerine takıldı kaldı şapka. Koştu adam, toza bulanmış şapkasını aldı:
- Beni mi buldun koşturacak? Töğbe yarabbi tööğbe !
Kalkık pardesü yakasının içine çekti iyice boynunu, şapkasını
başına takarken yeniden ve sıka sıka.
- Oy anam oy, çok soğuk ! dedi Mustafa.
Yalçın güldü:
- Daha bu ne ki? diye söylendi. Sert bir rüzgar o kadar.
Ne karlar yağar, ne soğuklar olurdu Ürgüp’te de, yine dayanırdı bütün çocuklar, ayaklarında iyi kaysın diye özellikle giydikleri naylon ayakkabılarla dondurucu soğuğa.
Çocukken su taşırdı eve uzak çeşmelerden. Kâh düşe kalka buzlarda , kâh gömüle gömüle karlara. Burnu düşecek, tırnakları sökülecek gibi gibi olduğunda; kızıp bırakırdı testileri yola, boşana beklerdi bir büyüğü gelir de kendinden büyük testilerini götürür diye evlerine kadar. Çoğu kez boşunaydı bu bekleyiş. Kemik arayan bir köpek çıkardı önüne de ağır testileri kaptığı gibi, tırnakları sökülüp burnu düşmeden varırdı evlerine.
Beş yaşındaki erkek kardeşi “ köpekten korktun, pancar gibi oldun! ” diye alay ederken, yaşamında her zaman kendisine destek olmuş olan annesi ise kardeşi Naci’yi susturup övgü dolu sözlerle överdi ağbisini küçüğe.
Hüzün çöktü içine bunları düşündüğünde:
- Demek çok üşüyorsun ha? dedi.
- Üşüyorum, çok soğuk, dedi Mustafa.
O sırada yerleri titreterekten, kapı ağzına kadar tıka basa dolu
belediye otobüsü geçti yanlarından ve köşeden sonra kayboldu gözden.
Tapu kadastro binasından sonra, Ata Kolejine bakan köşeyi dönerlerken bak diye işaret etti eliyle Yalçın :
- Bak şu yemeklere !
- Vay babam, vay. Balık, piliç, çiğ köfte, çengelde asılı taze
kesilmiş kuzu, şişlik et, kırmızı turp, maydonoz, tere, ezmeler. Neler, neleer..! dedi Mustafa, pencere önünde ki kütük tezgahta satırla kıyma kıyan, beyaz önlüklü- göbekli usta kendilerine soran gözlerle hayrola gençler diye bakıncaya kadar.
Daha sayacağından korkarak, çekti kolundan Yalçın:
- Yeter, yeter. Mideme boş olduğunu hatırlatacaksın şimdi.
- Unutmuş mu da?
- Eh unutmamış da sayılmaz hani, kaderine de küsmüş!
- Kaderine küsmüş ha?
- Öyle, dedi Yalçın. Kaderine küsmüş.
Birbirlerinden habersiz, ‘ akşama evde ne var’ diye düşündüler. Saray fırınının önüne gelmişlerdi. Taze ekmek kokusunu alınca dayanamayıp baktılar. Fırıncı uzun kürekle, pişen ekmekleri dışarı çıkarıyordu.
- Bir ekmek alayım, dedi Yalçın. Fırına girdi, içerisi sımsıcacıktı. Ateşten yeni çıkarılan bir pide aldı, elini yakan pideyi gazete parçasına sarıp tekrar verdiler. Dışarı çıktı, bölüştükleri pideyi keyifle yerken içleri ısındı.
- Oh be ! dedi Mustafa, dünya varmış.
Bir özel oto geçti yanlarından, çamurlu su dağıttı etrafa. Üzerlerine sıçrayan çamurları silerken:
- Ulan yavaş gitse ne olur? Cehennemden mi kaçıyor! diye
söylendi sinirle Mustafa.
- Yok bilemedin, yatakta bekleyeni var, dedi Yalçın muzipçe
gülerek.
Düşünüyordu Yalçın: ‘Para, para, para. Yalnız para için yaşıyor sanki bu insanlar! Bir elimde olsa kaldıracağım bu parayı ortadan… Bütün bu rezaletler para hırsından doğmuyor muydu? Gerekli ama, bir sınırı olmalı, insanı vurduran, kırdıran birşey olmamalı idi bu kadar.’
Ne kadar doğru söylemiş Bellamy, meşhur ‘Looking Back Ward’ isimli yapıtında diye düşündü Yalçın. “ Çok para çok cinayet doğurur!” diye yazmıştı. Para için işlenen cinayetler az mıydı? Kimi mezara, kimi kodese. Geriye kalan ne? Günahsız, aç yavrular ve çoğu kez de yaşam için kötü yola düşen kadınlar, diye söylendi.
Medeniyet, medeniyet, medeniyet! Bu muydu medeniyet denilen? İlerliyor du insanlar (!) Böyle mi ilerlenir di? İnsanlar açlıktan öldürüle öldürüle ve birbirlerine kırdırlarak mı?
‘ Devlet var, kanun var. Yine eşit değil, yine aç kalıyor kimi insanlar!‘ diye söylendi. ‘Tanrıya isyan.. Ama neye yarar dı?’
Yatağa gireli bir saat kadar olmuş, hala gözüne uyku girmiyordu Yalçın’ın. Yatak biraz ısınmıştı, soğuktan birbirine ketenlediği bacaklarını çözdü, ileri boylu boyunca uzattı. Ayak ucu soğuktu hala yatağın. Gerindi, gerindi ve bıraktı kendini. Gevşeyince bir rahatlık hisseti bacaklarında…
Tam karşısında saat ‘tik – tak ‘ edip duruyordu. Karanlığa rağmen saatin kaç olduğu seçiliyordu; akrep, yelkovan ve rakamlar yeşil yeşil parlıyordu fosfordan. Baktı, saat bir idi. Yeni günün başlangıcıydı bu. ‘İşte yeni günün ilk anları, umutlandığımız yeni gün! Karanlık başlıyor bütün günler, nasıl bekliyoruz aydınlığı, mutluluğu? Karanlık başlayan gün iyilik getirmiyor ki her başlangıcında, dedi kendine. Umut kesilmeden beklenir her yeni günden sevgi ve mutluluk umutla; belki gelirdi özlenen yaşam yeni gelen günle dünyaya,’ diye alaylı alaylı mırıldandı.
- Keşke saat 01,01 de aydınlanarak başlasa gün, aydınlıkta
girselerdi tüm canlılar yeni güne, diye söylendi.
- Ne diyorsun dayı, diye sordu 8 yaşında ki yeğeni Ufuk.
Şaşkın irkildi bu sesle daldığı derin düşüncelerden:
- Uyu len hortlak! diye mırıldandı yeğenine, yorgan altından
dirseğiyle dürterek.
- Pencereden dışarı baktı, camın buğulu haline rağmen
apaydınlık gökyüzünü gördü dışarda. Gök yıldızlarla dolmuş, kutup yıldızı bütün haşmetiyle parlıyordu karşıda. Ay’ı göremedi, arka tarafta olmalıydı.
Annesi, babası geldi aklına. Uzun zamandır para göndermemişlerdi, kimbilir ne haldeler? dedi. Şimdi bu günlerde kara kışta, Ürgüp’te her taraf karla kaplanır, çalışacak iş de olmazdı oralarda. Elma ile kuru üzüm vardı evde, ‘onları sattılar mı aceba? Satsalar ne olacak ki, ellerine doğru dürüst para mı geçecek ! ‘ diye söylendi. Zaten hasatın yarısı ambarda çürürdü; ya tüccarın ucuza alım fırsatı kollamasından, ya da “ vermeyeceğim işte onlara bu fiyattan!” diyen zavallı rençber baba ve dedelerinin inadından. En sonunda rençberler kaybederdi yine. Mecbur satarlardı ürünlerini, “mart, nisan ayı da geçti mi hepsi çürür ambarlarda” deyip, aç kalmamak için. Bütün yıl emek verdiği, muhafaza sonrası ambarlarda yarısını kaybettiği elmayı, kilosu 50-60 kuruştan satardı çiftçi sonunda. Alır dı elmayı, patates’i, kuru üzümü tüccar; götürürdü Kayseri’ye; satardı üç dört katına dört-beş güncük uğraştan sonra.
Dün elma almıştı da eve, ikiyüzelli kuruş ödemişti kilosuna. 8 yaşında olan yeğeni Ufuk portakal istemişti. Saçları altın sarısı, 5 yaşındaki kız yeğeni Filiz’cik elma isterim, demişti yeşil gözlerini dayısına çevirip, boynuna sarılarak:
“ Elma almazsan küserim sana, böyle kırmızısından,” diyerek kendi yanağını gösterek.
“ Ne alalım Gönül?” diye sormuştu evin reisi Saffet bey hanımına. “ Ne olsa olur! “ diye cevapladığında soruyu anneleri Gönül hanım, Saffet baba, cebinden çıkardığı kağıt parayı ek olarak verip, “ikisinin istediğini de al, istiyorsan muz da al kendine sevgili kayınçom.” diyerek hepsinin gönlünü alacak yolu seçmişti.
Saffet bey, Ürgüp orta okulunu bitirdikten sonra girdiği sınav sonucu bu branşta Türkiye’de tek olan Devlet Tapu Kadastro Lisesini kazanmış; Ankara’da üç yıl okuyup diplomasını aldıktan sonra da Devlet memuru olup, millete hizmete başlamıştı çok genç yaşta.
Ürgüp’te o yıllarda ortaokulu bitirdikten sonra Lise düzeyinde eğitim gören 5-6 öğrenciden birisi olduğundan; anne babasının ve Ürgüplülerin medarı iftiharlarından idi her lafı geçtiğinde. Babası rahmetli Nadir Ağa ile annesi Adile hanım “ Oğlum devletin adamı oldu, Allah terazisini şaşırtmasın!” diyor, başka birşey demiyorlardı seviçle görevin büyüklüğünden.
Önce Kırşehir Kaman’a, sonra Adana/Karataş’a atanmış, şimdi de Antakya Tapu Fen Amirliği’nin durmak nedir bilmeden çalışan acar memurlarından biri olmuştu. İşi çok yorucu ve zordu doğrusu. Beyaz tenli olan Saffet Bey’in kollarının, kısa kollu gömlekten açıkta kalan kısımları ile yüzü ve ensesi güneşten yanmış, Ürgüptekilere göre kapkara, arap dedikleri kadar esmer olmuştu Saffet Bey. Antakya’nın çekilmez sıcağında, yakan güneşe ve korkunç rutubete sen misin demeden hemen hemen hergün araziye çıkıyor, Samandağ’ın, Yayladağ’ın ve Amik Ovasının kavgalı çiftçi ailelerinin arazilerini ölçüyor; çiftçilerin aralarında ki tarla-toprak anlaşmazlıklarını sona erdirecek sınır taşı ve kazıklarını; vatandaşın, devletin adalet terazisine olan güvenini pekiştirircesine özenle çaktırıyordu tek tek toprağa, kadastro paftalarından …
Her göreve çıkışta harcırahta yazdığından, durumu devletin diğer memurlarına göre de “Eyicene’den hallice “ idi. Ailesine bağlı, akrabalarını kollayan çok iyi bir insandı Saffet eniştesi Yalçın’ın.
Bindokuzyüzaltmışdokuz yılının yaz döneminde ortaokulu pekiyi ile bitirdikten sonra; Öğretmen okulları sınavına girmiş kazanmış, Ankara Kimya Sanat Okulu sınavını da kazanmıştı Yalçın. Ama, son iki üç yıldır kötü giden ekonomiye, sık sık tekrarlanan öğrenci nümayişleri ile zaman zaman parlayan işçi ve memurların kavgalı protestolarının eklendiği 1969 yazı bitip de okulların kayıtları başladığında; o yaz iş bulamayıp hiç çalışamayan ve kurak giden yaz sonunda elma ve üzümden de umduğunu alamayan baba Elmas Usta:
“ Gücümüz yok ! Ne Ankara’ya, ne Nevşehir’e, ne Kayseri’ye gönderip okutamayız biz bu oğlanı, birinin yanına girip çalışsın sanayide. ” demişti, içi kan ağlayarak eşi Kadriye hanıma.
Oğlunun okuyup eniştesi gibi “ adam olmasına “ hayır diyeceği, o güne kadar hiç aklına gelmemişti Elmas Usta’nın. İlkokul birinci sınıf öğretmeni Günay hanımdan, son sınıf öğretmeni Heredot Kamil Hocaya kadar hepsi “ bu çocuk zehir gibi, çok zeki! Okuyup yüzünü ağartır senin Elmas Usta…” demişlerdi, defalarca Ustaya.
Şimdi ise; ülkenin içine girdiği yokluk ortamından ve kendi fıkaralığından ötürü, okulunu pekiyi ile bitiren oğlu için çare arayan anasına “ okumasın, sanata gitsin..” diyordu Elmas Usta.
Nevşehir Lisesi ile Kırşehir ve Kayseri Öğretmenokulu da kayıtlarını kapatıp, yeni öğretim yılına başladıkları ilk hafta; oğlu gibi annesi Kadriye hanım da tamamen içine kapanmış ve hayata küsmüştü iyice…
Okullar yeni yılın ikinci ders haftasını bitirdiklerin de ; kızları Gönül’ün Kadriye hanıma Antakya’dan açtığı telefon sonrası, başta baba Elmas Usta olmak üzere hepsinin keyfi yerine gelmiş ve sofraya oturup konuşur, şakalaşır olmuşlardı birbirleriyle…
Annesinin acele ve özenle hazırlayıp eline tutşturduğu tahta valiz ile evden çıkarken, kuş gibi heyecanlıydı Yalçın. Gözlerinde iki damla yaş ile “ Allah yolunu da, zihnini de açık etsin oğlum! “ diyerek uğurladığı büyük oğlunun evden bu ilk ayrılışında, hem sevinç ve hem de hüznün doruğunda olan Kadriye hanım, arkasından bir tas su dökmeyi de unutmamıştı…
Eylül’ün ikinci hafta sonu pazar günü, önce Ürgüp’ten Kayseri’ye giden Yalçın, oradan otobüsle Adana’ya geçmişti. Akşama doğru saat beş buçuk sularında da Adana otobüs garajından “ Antekye, Aanteekye ,” diye çığırtkanlık yaparak yolcu toplayan bir minibüse binip, o güne kadar ki en büyük heyecanı da duyarak “okuyup, adam olacağı!” kente; “okuyup, adam olmasını sağlayan yeni yuva”ya gelmişti .
Bu yüzden, aile olarak çok sevdikleri ve saygı duydukları eniştesi ve ablasının büyük insanlığını anlatabilmek için, okulda tüm arkadaşları ve öğretmenlerine hayat hikayesini aynen anlatıyor;
anne ve babasının maddi imkansızlığı nedeniyle Nevşehir’de ki liseye
ve civar iki ildeki öğretmen okullarına gidemediğini, öğretime o yıl açılan ve kontenjanını doldurmak amacıyla Ekim ayının birinci hafta sonuna kadar öğrenci kaydeden Antakya Ticaret Lisesine, Eniştesinin “ sene kaybetme, gel yanımızda oku!” önerisi ve ailesini ikna çabası ile Antakya’ya geldiğini defalarca, tekrar tekrar aktarıyordu arkadaşlarına.
Fosforlu saate baktı tekrar, bir buçuğa gelmişti. Pencereden dışarı baktığında, yıldızların çoğu kaybolmuştu o yanda. Yatak sıcacık olmuş, gözleri de kapanmak istiyordu artık. Sarıldı yeğenine ve gözleri kapandı hemen. Hala hayal kuruyor, kötülüklere lanetler yağdırıyor ve kurtuluş yolları arıyordu rüyasında Yalçın…
Odanın tek penceresi vardı ve bir yanı kaplayacak şekilde büyüktü. Çatlak olan pencere camlarından biri, dışarda rüzgar estikçe “çat, çat” diye ses çıkarıyor; bu ses, rüzgarlı günlerde bütün gün ve gece yüzlerce kez yineleniyordu. Rüzgar vurunca yine “çat, çat” etti. Ses kulağına geldi, uykusu bölündü yarıda. Uyku sersemliği ile kapanmış ve sıkıntıdan çapak dolmuş gözlerini bir türlü açamıyordu. Zili kurulmuş saat “ zaaarr…. Zaarrr” diye çaldığında ancak uykusu tam olarak bölündü ve gözlerini açabildi. Daha erken deyip tekrar yatmak istedi ama, saat yedi buçuktu ve ilk derse girmeye yarım saat kalmıştı, “ kalkmam gerek!” deyip çıktı yataktan. Üstü açılan yeğeninin üstünü örttü iyice. Gerindi, gerindi sonra bıraktı kendini, Gevşeyip rahatlamıştı . Sol gözü fazlaca çapaklanmıştı, “ lanet olsun şu fakirliğe” dedi gözlerini oğuştururken. “ Uykuda bile karabasan gibi eziyor bizi…”
Musluğu açtığında “fııısst “ diye bir ses boşaldı musluktan, sonra iplik gibi akmaya başladı şehir suyu. Giyindi, tarandı ve alel acele evden çıkarken saat yedi kırk olmuştu.
Dış kapıyı açtığında soğuk hava çarptı yüzüne. Bismillah deyip ilk olarak sağ adımını attı kapı dışına ve evden çıktı. Her sabah böyle yapardı. Günün hayırlı geçmesi için inanarak yaptığı ve alışkanlık haline getirdiği bir hareketti bu.
Asi nehrinin doğu kıyısına kurulmuş zenginler mahallesi Sümer’den geçiyordu. Caddenin iki yanında yükselen büyük apartmanların önünde son model arabalar sıralanmış, kimilerini kapıcılar – hizmetçiler temizleyip yıkıyorlardı. Mahalle sakinlerinin çoğu henüz uyuduklarından, durakta otobüs bekleyen öğrenciler dışında kimsecikler yoktu ortalıkta. ‘Ben de otobüse bineyim .’ diye düşündü, cebinde para bulamayınca vazgeçip, hızlı hızlı yürümeye başladı.
Sol tarafta Asi nehrine açık bir yol vardı, oraya gelince sert ve soğuk rüzgar çıktı ortaya, üşüdü.. daha hızlandırdı adımlarını. Nehrin karşı tarafında satırla çekilmiş kıymaya maydonoz, acı biber ve çeşitli baharatları katarak dünyanın en lezzetli ezme tavasını yapan, Arap kökenli vatandaşların oturduğu Armutlu mahallesi ve şimdiye kadar gördüğü ve de dünyanın en güzel parkı dediği şehir parkı yeralıyordu. Hürriyet caddesine geldi. Sağda solda dizili manavların, kitapçıların, tuhafiyecilerin, pastaneler ve bir basımevinin yer aldığı bu cadde Antakya’nın en işlek ticaret merkeziydi. Günlük meyva ve sebzeleri tablalara dizen manav, aldıklarını toptancı halinden geç getiren arabacıya kızarken; sabahla birlikte işe koyulup günlük gazeteleri erkenden okuyucusuna ulaştırmaya çalışan bir ses ise, henüz yorulmadığından en gür tonu ile:
- Günaydıın, Cumharriyeet, saklambaaç , ilavii hürriyeet, tercümaaan… diye bağırıyordu.
Hemen hemen her sabah karşılaştığı ve duyduğu, üretim ve satışa dönük günün ilk gür sesiydi bu. Zavallı adama “ üşütüp, sıyırmış..” yakıştırması yapılıyordu ama, gazete bayii patronunun verdiği talimatla, erkenden gazeteleri yüklenip Hürriyet caddesi ve zenginler mahallesi başta olmak üzere şehri sokak sokak dolaşıyor; aydınlık ve güncel haber isteyenlere, ev hanımlarına günlük gazeteleri ulaştırıyordu.
Okula geldiğinde hademe Mustafa efendi elindeki külüstür zili cangur, cungur çalıyor; öğrencilere ders girişini haberliyordu.
İlk ders cebirdi ve sıkıcı geçmişti. Konu limit’ti. Hasan Hoca’nın “ bir sayının pozitif veya negatif, tasavvur edilebilen en yakın sayıdan tasavvur ettiğimizden de daha sonsuz durumda yakını var ve bu onun limit durumudur. Ancak, tasavvur edilemeyecek kadar sonsuz sıfır ve haneden sonra ona yaklaşılmış olur. Bunu bilemeyiz, çünkü sonsuzdur,” sözlerine aldıramıyor, fen derslerini ve özellikle de Hasan Hoca’dan ötürü cebir’i sevmediğinden, bakıp geçiyordu. ‘Bilmem tasavvur edilenden de sonsuzmuş da, her insanın sonsuzluk hakkında ki varsayımı aynı olmadığından, son durumu bilinemezmiş de! Bilinmeyen bir sayı neye yarardı o zaman ? Boş bunlar diye kızdı uygulanan eğitime, öğretime…
Sabah ki bulutlu hava açmış, yerini güneşe bırakmıştı. Minik aralarla geçen dördüncü derse kadar yorulan öğrenciler büyük teneffüsü fırsat bilip bahçeye çıkmışlar; ikişer, üçerli gruplar, sohbet ederekten bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı okul bahçesinde.
Erkek öğrencilerden Sabahattin Kesici:
- Akşama gelicin mi bre ! diye bir laf attı ortaya kızlara bakarak. Rakip gruptan Naim Yakışıklı:
- Ne için, somurucun mu beni! diye cevapladı ortalığa.
Biraz hızlıca giden Mustafa’yı durdurdu Yalçın:
- Mahpuslar gibi aceleci gidiyorsun, biraz yavaş ol dedi.
- Mahpustan farkımız ne ki?
- Biz mahpus, okulda ceza evi öyle mi? diye derinleştirdi Yalçın.
- Tek farkla ki suçlu değiliz, ilim öğrenmek için buraların esiriyiz! Kapılar açık, fakat kaçmıyoruz.
- Desene medeni mahpusuz.
- Evet medeni, cezamız yok. Aksine hayattan ceza yememek için bilgiyle yoğruluyoruz burada.
- Öyle ise okula da cezaevi diyemeyiz bu durumda, dedi Yalçın.
- Ne farkı var, hapishane bir türlü olmaz ki! İnsanların ıslah
edildikleri yer değil mi bu hapishane? Okulda ayrı bir ıslah evi ve hapishanedir öyleyse, diye yanıtladı Mustafa.
- Şu farkla ki, uygulama ayrıdır. Birinde suçlu kaçar, kanun
yakalar ve içeri tıkar; diğerinde medeniyetin esiri olmamak için insan kendisi içeri koşar, bilim uygulanır, dedi Yalçın.
- Çok doğru dedi, Mustafa. Bravo doğrusu, bundan daha iyi bir
tasvir olamaz!
Mektubu bitirdiğinde kin – öfke karışımı ifrit bir insan olmuştu. Gerçekle hayal ortası bir yerde yaşıyor gibiydi Yalçın. Bir taksinin geçtiğini,havlayan köpekten kaçan bir çocuğun koştuğunu, rüzgarın saçlarını dağıttığını görüp hissediyor, fakat bunların beynine ulaşması ile onları unutması bir oluyordu. İç dünyasının dışındaki bu hareket ve olaylar ile ilgili hiçbir algılama ulaşmıyordu beynine. Yaşamıyor gibiydi o anları. Geçen taksinin düz mü, ters mi gittiğini farkedemiyor, çocuğun neden koştuğunu düşünmüyor, bozulan saçlarını düzeltmeyi akıl edemiyordu.
Neden sonra bu durumdan sıyrıldı ve gerçeklere döndü. Bir kağıt ve zarf alıp kütüphaneye gitti. Elini tarak gibi kullanıp saçlarını düzelttikten sonra, okuma salonunda en sakin köşede boş bir masaya oturdu. Kardeşinin mektubunu cebinden çıkardı ve tekrar okumaya başladı. Mektup aynen şöyleydi:
“ Ağbiciğim,
Önce selâm eder ellerinden öperim. Bizi sorarsan hepimiz iyiz, fakat ablam aynı. Ablama büyü yapmışlar! Bir hoca getirttik, bizim evde çöp tenekesini koyduğumuz taşın altına toprağa gömülmüş muskaları buldu. Büyü yapılalı çok olduğu için çabuk iyileşmiyormuş ablam. Üç tane muskayı üst üste gömmüşler, en altında ablamın saçı vardı. Ölü lifi ile sarmışlar, ablamın ölmesi için yapmışlar dedi hoca. Annem çok perişan, eştikleri kuyuya kendileri düşer inşallah diyor. Başka büyüler de vardır diye evi değiştirdik, anneannemin evine yerleştik ablam iyileşene kadar..
Benim derslerim iyi. Hep sekiz, dokuz. Bütün öğretmenler beni çok seviyor. Burada kış olalı dört kere kar yağdı, bu yıl kış çok soğuk geçiyor. Bağlardan getirdiğimiz odunlar da bitti, yeniden odun aldık, borca.
Annem, babam, Neriman ablam, Günay kardeşim, yeğenimiz Dilek ve ben, hepimiz hepinize ayrı ayrı selam ederiz.
Annem, eniştenin fen memurları arkadaşları el halısı isterler mi diyor? İsteyen varsa dokuyacaklar.
Ellerinizden öperim, çok çok selâm…
Kardeşin Naci. “
Mektubu bitirdiğinde kin öfke karışımı bir halde cevap yazmaya koyuldu. Gelen mektuptan, hocanın buldukları ve söyledikleri ile ilgili kısmı 3-4 klez daha okuyup, yazmayı sürdürdü. Öfke akla galip gelmiş, kağıda dökülen kelimeleri kin oluşturuyor, kalemini kin yönetiyordu. Bu öfke ile yazdığı bölümlerden biri şöyleydi:
“ Baba, buradan size sesleniyorum. Belki dünyaya geliş sırası yönünden size bunları söyleme hakkım yok ama, bir insan olarak tanrının insanlarını koruma sorumluluğumdan hareketle, bu sözleri söylemeye hak buluyorum kendimde ben!
Şimdiye kadar söylediğim ve yaptıklarımla size yaranamadım. Allahı tanımayan biri gibi gördünüz beni. İki senedir köy köy, şehir şehir dolaştınız hocaları tek, tek. Ne kazandınız pekii? Sizi soymaktan başka ne yaptılar?” Son cümleyi yazarken geçen akşamki sohbetlerinde ablasının eniştesine “ Ankara!da ki hastanede de birşey bulamamışlar doktorlar Neriman’da yaa.! Bütün tahliller tertemiz, siz bunu artık hastalığı olmadığını söylediğinde inanacağı bir hocaya götürün. Yapacak başka şeyiniz kalmadı, demiş Doktor!” söylediği geldi aklına.
- Allah belanızı versin! Para yedirmedin mi ayrıca, insan yerine koyup, bakmıyorlar ki yüzüzüne senin… diye söylendi doktorlara kızgınlığından yüksek sesle. Salonun diğer köşesindeki masada çalışan kız baktı ters ters, kendisine laf atıldığını sanarak. Mektubuna devam etti sonra:
“ Düşünmediniz mi hiç! Evreni yaratan yüce tanrı, bir yalancı hocaya insanların kaderiyle oynama hakkı ve kudretini nasıl verir! Niçin versin bu gücü onlara?
Tekrar söylüyorum: Ablamı en kısa zamanda psikiyatri bölümü olan bir hastaneye yatırın. Ankara’da en son gittiğiniz doktorun söylemek istediği de zaten o size! Psikolojik olarak ikna edilip, inanması lazım bedeninde bir hastalığı olmadığına.
Asıl hastalığı, Almanya’dan onbir aydır ne bir mektup ne bir haber alamaması eniştem olacak o adamdan. “Kız Neriman, Alaman kızı bulup vazgeçti heral senden. Evlenmiştir belki de Almanya’da Muzaffer, bıyıklı Nazif gibi… Yazın da takar koluna getirir Ürgüp’e taze karıyı…” diyen arkadaşı ve akrabamız olacak şırfıntılar varken, beyni iyileştirilip kafası rahatlatılmalı önce onun.. Yazın bir mektup enişteme; ya gel al yanına çocuğunla karını, ya da biz biliriz yapacağımızı sonra! deyin, nasıl yazdıysa allah öyle bitsin bu iş.
Cin, şeytan, büyü derken o hale gelmiş ki ablam ve hatta siz; hastalık hastası olmuş, hiçbirşey yok dendiğinde bile doktora inanmıyor; illa bir hastalık bulup, kafası kesilmiş ölü bir horoz gibi önünüze koyulmasını bekliyorsunuz hastalığın, doktora inanmanız için…Aylardır devamlı evham ve yatmaktan kasları hamlamış, sonra da en küçük bir zorlama hareket ve üşütme de ağrıyor her tarafı doğal olarak onun. Ve siz o zaman; cinler, şeytanlar sırtına çıkmış, elini kolunu bağlamışlar diye köy, köy dolaşıyorsunuz hocaları yeniden.
Bu hurafelere inanış Büyük Atatürk’le bitmedi mi baba. Atatürk’e tapacak kadar seven sen, nasıl inanıyorsun bu ortaçağ insanlarına hala? Tekrar söylüyorum bırakın bunları artık! Neden Türkiye’de veya Avrupa’da bir şehirde kimseyi çarpmıyor bu şeytan ve cin! Bütün cin ve şeytanlar hep sizin gibi okumamışların oturduğu köy ve kasabalarda mı oturuyorlar da, yalnızca sizleri çarmakla geçiyor günleri ?
Kendi kendinizi hasta edip, sonra da suçu cinlerle şeytanlara atıyorsunuz. Bırakında onlar da rahat yaşasınlar artık bu dünyada…!”
Mektubu bitirip, zarfı yapıştırdı ve çıktı şehir kütüphanesinden. P.T.T ye doğru yürümeye koyuldu. Mektubu teslim edip ana giriş kapısından çıktı ve merdiven basamaklarını inmeden once, etrafı seyretti bir sure yüksekten. Otuz basamak altta, Antakya’nın merkezi olan dönel kavşak ve ortasında Atatürk Heykeli vardı. Göbeğin solunda tarihi yapı içinde hizmet veren Gündüz Sineması ve alttaki büfesi, sağ tarafta yine tarihi yapı içinde Türkiye’nin en zengin etnoğrafya müzesi olan Antakya Müzesi yeralıyordu. Heykelin bulunduğu göbekten sonra tam karşısında ise, şehri doğu ve batı yaka olarak ikiye bölen Asi Nehri ve üzerindeki en büyük ve eski köprü vardı. Köprüden sonra sola giden cadde Antakya’nın ağaç işleri ve diğer el sanatları ile meşhur eski çarşıya, sağa giden cadde ise ticaretin merkezi olan Hürriyet caddesiydi. Bu caddenin devamı Ata Koleji ve zenginler mahallesine gidiyordu.
Köprünün üstünde, nehrin sağ ve sol tarafında martılar uçuyordu. Daireler çizerek kovalamaca oynuyorlar, eşini yakalayan martı bir kanat sürtüşü ile “eşim sende” deyip tekrar kaçıyor; arada bir sevgi busesini sevgilisine sunmayı ihmal etmiyordu… Aşağıda, okumayı bırakıp küçük yaşta ekmek kavgasına atılmış, yüzü gözü kalaycı dükkanının emekçi siyah terine bulaşmış bir çocuk, kendisine kızan bakışlara aldırmadan top oynama özlemini gidermek için bir teneke kutuyu tekmeleyerek köprüden Armutlu mahallesi yoluna doğru gidiyor; bir genç kız, yeni diktirdiği belli olan maksi’sinin uzun yırtmacının altından bacaklarını gösterebilmek için adımlarını elliye yüz pergel gibi açarak yürüyor, rüzgarın vuruşuyla havalanan giysinin altına bir anda onlarca çift göz çevriliyor, rüzgar kuvvetlenince seviniliyor, durunca da rüzgara kızılıyordu…
Her basamakta dura dura basamakları inmeye başladı. Son iki basamağı birden atlayıp köprüden karşıya yürümeye koyuldu. Köprü başında Mustafa ile karşılaştı, durdular:
- Nerden böyle? dedi Mustafa .
- Hiiç, diye cevapladı Yalçın.
- Nasıl hiç! Nereden geldiğini sorduk?
Yalçın isteksiz ve bıkkın bir sesle:
- Geziyordum, dedi.
- Peki, nereye gidiyorsun şimdi?
- Bilmiyorum, dedi Yalçın.
- Anladık be yahu, konuşmaya niyetin yok senin! Bir tavla atalım mı ne dersin?
Asi kıyısına bakan bir kahveye girip üzerlerinde tavla bulunan küçük bir masaya oturup tavlaya başladılar:
- Şeytanın bol olsun, dedi Mustafa.
- Senin ki az olsun, diye tersledi Yalçın.
Mektupta yazdıklarını düşünüyordu. Yoksa iyi yapmamış mıydı? ‘Ne olursa olsun yaa ...’ dedi kendi kendine.
-“ Allah, allah” dedi Mustafa içinden, “niye böyle bozuk oynuyor
ki!” Biraz sonra hep yek attı Yalçın. Dışarıda bir vurdu, fazla oynayamadı. İçerdeki kapalı kapılarını bozup iki açık verdi.
Mustafa hayretle:
- Yalçın sen ne biçim oynuyorsun? dedi.
- Devam et sen…
Biraz sonra mars olmuştu Yalçın. İkinci oyunda daha bozuktu, oyuna hiç bakmıyor gibiydi. Ablasının hastalığını, yoksul halkın çağ dışı ve dine uymayan batıl inançlarını, bunları sömürenleri düşünüyor, “bir şey yapamazsam no olacak ablamın hali!” diye sordukça kendine, çıldıracak gibi oluyordu.
Bu sefer dayanamadı Mustafa:
- Ne yapıyorsun babam sen, şeşü-dü oynayacaksın, dü-şeş değil!
Kapattı tavlayı:
- Anlaşıldı, oynamayı da istemiyorsun. Aşık mısın yoksa oğlum sen?
- …………..!
- Kalk gidelim öyleyse.
Çıktılar, yürürken söze başladı Mustafa:
- Bak sana ne anlatacağım, hani biz hergün mezelere bakıyoruz ya vitrinden?
- Eee, ne olmuş?
- Dinle işte, diye tersledi sertçe Mustafa. Nevin gitmiş,
Selviye’ye, anama hepsini anlatmış bunları! Lokantanın önünden geçerken yemeklere bakıyoruz, diye gülüyorlar bize. Boşuna gidip yalanıyorsunuz camın önünde siz, diye alay ediyorlar bizimle.
- Kim söylemiş bunları peki onlara? Tabii ki sen! Şimdi de alay ediliyoruz diyorsun birde!
- Güzel yemeklergördüğümüzü söyledim sadece yaa …
- Gülerlerse gülsünler, dövecek değiliz ya! diye söylendi Yalçın umursamazca.
- Tamam, tamam. dedi Mustafa. Sana da birşey söylenmiyor bugün! deyip ayrıldı Yalçın’dan.
Yalçın ise bir gönül kırdığının farkında olmadan yazdığı mektubu düşünüyordu halâ. ‘Gencecik kadın evhamla ölecek bu gidişle yaa!’ diye söylendi kendine.
Ertesi gün öğle üzeri okuldan eve gelirken, saray lokantasının önünde ingilizce dersi öğretmeni Ali Y. öğretmeninii gördü Yalçın, içeri bakarken. Ali Yüce hoca, giriş kapısının önünde ki lokanta tezgahının her bir bölümüne pişirilip konmuş sulu yemeklere baktı tek tek, sanki çoğundan sipariş listesi verecek gibi. Sonra kaldırıma çevrili büyük buzdolabının içinde ki parça etlere, şişlere geçirilip köze konmaya hazırlanmış kebaplara ve tabak tabak soğuk ezme ile mezelere de baktı, yutkundu ve yürümeye devam etti cebinde ki tek kağıt parayı karıştırırken…
Acı acı gülümsedi Yalçın:
‘ Bir Öğretmen Ali Bey ve her ay düzenli alınan maaşı var! Diğer tarafta gelmeyen harçlıklar, yalnızlık çeken gurbette ki öğrenciler, biz! Ve bizlere gülenler…’ diye düşündü.
Lokantanın önüne geldiğinde herzaman ki gibi durup, içerde ki yemeklere baktı yine karnı zil çalarken:
‘Eğer bir ülke de milli gelirin yüzde seksenini yüzde on seçkinler yiyip, kalan yüzde yirmiyi atarsan bir leş parçası gibi yüzde doksanın önüne…İş başında ki akbabalar ve sırtlanlar gibi gücü gücüne yeten alsın deyip, kırdırarak yine birbirlerine… O ülkeler de bir gün mutlaka ya başkaldırır vurup dökerek millet, ya da bizim gibi boynunu büküp, kör talihini sürdürür bir ömür boyu yalanıp, yutkunarak.’ diye söylendi içinden.
Sonra da:
- Karın doyurmak bir haktır, özgürlük değil! İnsanlar için değil, bütün canlılar için bile bu böyle! diye bağırdı yüksek sesle avaz, avaz.
Herkes dönüp, dönüp ona bakıyordu şaşkın şaşkın, ve“ Üşüttü herhalde!”
diye, ellerini başları üstüne kaldırıp, burgu gibi yapıp sallayarak gülerek geçip gidiyordu
diğer insancıklar...
Ürgüplü Şair
20.Kasım.1969, Antakya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.