- 640 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YİRMİ DÖRT SAAT
Yirmi dört saat
Koskoca yirmi dört saat... An gibi geçen günlerden değildi o gün. O gün, bir ömrün hesabının derlenip toparlanıp sırtlanıp gitmek, gitmekle kalmak arasındaki gündü. Çok çabuk geçmedi, hiç çabuk geçmedi. Yaşanılması istenmeyecek kadardı. Takvimlerden yırtılıp yaşanmamış sayılması istenecek kadar güçtü.
Hastane duvarları; üzerine yürüyen, yürüdükçe devleşen, devleştikçe buz dağları... Tonlarca ağırlığın altında zemin katta yoğun bakım ünitesi. Yatanların birçoğu ağır, birçoğu umut gemisinin kaptanları...
Soğuktu oda. Giriş kapısının üzerinde küçük cam bölmeden kıpırdamadan yatan bedenleri görebiliyor, aradaki duvarı aşamamanın, elimizden gelemeyenin hayıflığıyla duadan başka bir şey yapamayacağımızı biliyorduk. Hasta yakınları ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini takatsiz elleriyle silmiyordu bile. Günlerdir aç susuz ki nasıl lokma düşerdi boğazlardan, nasıl? Canları küçücük bir camın ardında hayata tutunmaya çalışırken nasıl?
Koridorun beyaz duvarlarında sevgi sözcükleri yazılıydı. Kimi ’’Gitme aşkım, Ne olur gitme! ’’ diyordu. Kimi ’’Gözümün nuru, beni sensizliğinle bırakma! Yavrum ciğer parem! Dön artık! Beklemek ölümden güç...’’ Neler neler...
Biliyor musun? İnsan beklerken binlerce ölüyor. Dakikalar öyle cimri, öyle alay ediyor ki, acı acı gülüyor. ’’Hadi! ’’ diyesi geliyor insanın. ’’Aç gözlerini hiç bir şey olmadı. Tut elimi gidelim! ’’
Sırayla dizilmiş yataklarda çarşaflarla örtülü bedenlerden görünen ayaklar; yalın, beyaz, doğduğu gibi. Kıpırtısız... Işıklar beyaz, duvarlar beyaz...
Kalp atışlarının sesleri makinelerin onayından geçip koridora geliyordu. İşte en güzel sesti bu. Ümidin şarkısı gibi. ’’Durmasın’’ diyor, dualar ediyordu koridorda bekleyen çökmüş omuzlu insanlar.
Odadan her çıkışta, ya doktoru ya hemşireyi çepeçevre sarıp bilmediğimiz cümlelerini kurarlarken anlamış görünmek, içinden’’İyiye gidiyor.’’ cümlesini arayıp, yakaran gözlerle söylemesini beklemek, beklemek ne zordu bilsen.
Yirmi dört saatin göbeğindeydi zaman. Acımış, üzülmüş olmalıydı doktor bey;
___Gel! dedi.
Korkmuştum. Kötü haber olmasın, olmasın diye yalvarırken adımlarımın birini küçük, iyi bir gelişme olmalı diye düşünürken büyük atarak yanına gittiğimde:
___Bir dakika gör, çık! dedi.
’’Allah’ım şükürler olsun. Dualarım huzurunda kabul gördüğü,bana bağışladığın için şükürler olsun... Demek ki iyi, demek ki uyandı. Uyanmasa neden içeri alsınlar ki beni? Hem ben, hem ben...’’
Hemşire hanımın gösterdiği şekilde üzerimi giyinip usulca girdim ve beni senin yanına götürdü. Burası büyük, burası soğuk, burası ölüm kokuyor... Anne ben geldim! Hayat bıraktığın gibi duruyor.
Gözlerini araladığında kısık sesinle söylediğin ilk söz:
___Yüzün neden beyaz kızım?
___Işıklar beyaz. Yüzüme yansıyordur, demişim.
Işıklar beyazdı. Çarşaflar, duvarlar, sen... bembeyaz. Umut beyazdı.
Yirmi dört saat kaç gün gibi geldi bilseydin. Kaç yıl gibi geldi... Kaç ünite kan bulmayı başarabildiğimi...Yumruğumu sıkıp kanımı boca ederken küçük plastik torbaya ’’Alın, hepsini alın! ’’ demeyi ne çok istediğimi. Koridorları, merdivenleri saniyelerle, geçmeyen saniyelerle nasıl kat ettiğimi bilseydin... Duvarlara sabitleyip gözlerimi, okuduğum her cümlede ölüp ölüp dirildiğimi... Bilseydin, neden beyaz olduğunu anlardın yüzümün. İşte annem, en uzun geçen günüydü o gün ömrümün. Belki de yirmi dört saat değil, yirmi dört yılının bittiği gün.
Şimdi seni sevdiğimi her dakikaya sığdırıp, yeniden söylemek istiyorum. Her saniyeyi sana doldurup, sana yazıp, sen okuyup yarınları beyaza boyamak, en renkli hayallerle süslemek istiyorum.
Hayata geç kalmamak, paçasından da olsa yakalamak ya da ne bileyim pembe gözlük takmanı istemek ağır gelmesin ne olur! Bütün zorluklara rağmen yine de beyaz papatyalar tak çizgili yanaklarına. En azından durdurduğun yirmi dört saat hatırına...
Seni seviyorum annem... Seni seviyorum.
Özlem Pala