ZAMANI DELEN DÜŞLER
boş gözlerle baktı yokuşun aşağısına doğru, donuk gözlerinde beyninde gezen uğultular; İnsanlar kaldırımlarda yanından geçiyorlar, içlerinden bazıları " Merhaba Umut " diyor, birşey söyleyemiyordu öylece bakıyordu. İkindi güneşi yüksek binaların ötelerinde bir yerde ısıtmaya çalışırken gölgelikleri üşüdüğünü hissetti, neden üstüne birşey almadan çıkmıştı evden? ilkyaz başlarıydı henüz, " boşver" diye geçirerek içinden yolun karşısına geçmek için yürümeye başladı araçların arasından; hiçbir şey yok gibi...
Kıyıya inip kayaların en uzak noktasından denizin suyuna dokunmaktan başka birşey düşünmeyerek yürüdü, yürüdü, yürüdü...
Suyun gözlerinde buldu kendini, Adaların yeşil görünümleri adeta " Bak ben koca İstanbul’un tek yeşiliyim. " dercesine sırıtıyordu kocaman maviliğin orta yerinde, Birazdan batardı Güneş Kınalıada’nın Yeşilköy’e bakan tarafından. Bulut yoktu gökyüzünde, böyle zamanlarda portakal gibi bir yuvarlaklık denizin üstünde uzunca bir kırmızılık yaratıp ağır ağır çekerdi kendini akşam alacasının koyu karanlığını doğru...
Suyun üzerine doğru kayalıkların arasında bulduğu taşları atmaya başladı, aklınca sektirecekti ama yapamadı; ölümlerini bırakır gibiydi koyu maviliğin gözlerine doğru...
Küçük burjuva yaşamların eşiğinden girdikleri bir zamanda; otomobili Moda’ya çıkan yola parketmiş,telis bar da yeni bir yıla hazırlanmanın keyfini çıkarmak istemislerdi, Sevcan’la birlikte, sosyalist düşlerinin küresel gelişmeye yenik düştüğü bir zamanda avuntu kaynaklarının barlarda mayalandığı türkü tadında...
Ufak masada tıkış tıkış oturdukları mekanda, kısa boylu, uzun saçlı, sakallı adamın söylediği türküler; zaman zaman çoşkunun, zaman zamanda hüznün iç yolculuklarına doğru bir yolculukta ses uğultalarının arasında dağılıp gidiyordu...
Üç masa ilerisinde oturan gözlüklü kadına takılmıştı gözü o da bakıyordu; " Bu Tülay olmasın!" diye geçirmişti içinden, Altı insanın aynı ev ortamı paylaştığı insanlardan biri! Merakını yenemiyordu ama ket vuruyordu içindeki tanışma sesine, yanındaki eşiydi ve yanlış anlayabilir diye düşünerek yudumluyordu bardağındaki alkolü, aşırı gürültüden başı dönmeye başlamış, temiz hava gereksinimi duymaya başlamıştı; " Ben lavaboya kadar gideceğim." diyerek kalkmış, dışarıdaki havayı içine çekerken derince; " Merhaba," demişti bir ses; " Tülay’dı! " Sarılmak için kollarını açmış ama tepki vermişti: " Uzak dur benden! " diyerek.
- Bu tepki ne böyle Tülay, bunca yıl aradan sonra sarılmalarda mı yasaklandı?
Buruk bir gülümseyi yaydığı yüzündeki öfke nöbetlerini gizlemeye gerek duymadan;
- Sevil öldü biliyor musun?
- Ne!
- Öldü diyorum duymuyor musun? " Öldü! " lanet olası senin yüzünden oldu hepsi...
- Saçmalama; neden ölsün ki en son duyduğumda bir doktorla evlenmişti!
- Sadece onu mu duydun? geçirdiği bunalımları ya onları neden duymadın. ha neden! " pislik herif!" Kaç kere gelecek diye bekledi kapıda gözleri biliyor musun? " O benden vazgeçmez, deli fişeğim benim! " Diye kaç kere avundurdu kendini. Pisliğin tekisin sen, bunu yukarda eşinin yanında söylememek için zor tuttum kendimi...
Gecenin soğunda ürperdiğini hissetmişti, ilerdeki dolmuş durağında, bağıran deynekçinin sesi kulaklarının içinde patlıyordu. " Hadeee Taksim, hemen kalkıyo! "
Gökyüzüne bakmıştı bir süre, yıldızlar pırıl pırıl ertesi güne güneş salan iletinin muştucusu gibi parlamaktaydılar. Ara sokaklardan şuh kadın kahkaları yayılıyordu gecenin yüzüne. çingeneler zamanıydı. " A be olmaz bu paraya bu gacı be! Daha on sekizine girmedi be! Bi elli kaat tosla hele, çeker sana sabaha kadar muamele! "
Ay’ın aylasında çeliklenmişti zaman, soğuk sularda dans ediyordu, devrim düşüne sarmalanmış bilinesi aşkların dışından bakan karanlığa...
Kanamalı bir hasta gibiydi hayat; " Devrim ve Sönüm " Bütün odaların sevişme tanığı yataklarında tecrit edilmiş, herkesler bir yerlerden gelen seslerin mistik gizeminde kör göz ibadet ediyordu, beton arma kutsanmış tapınaklarında, Uslarında gezinen güncel imgelerin davudi seslerini dinleyip; Kendi seslerini, Kendi yürek çığlıklarını, kendi ideallerini susturmayı tercih ediyorlardı...
Bütün aşklar susuk kentin Arnavut taşlarının, kara beton altlarında ezilmelerine tanık, inadını yitirmiş düşlerin üzerinden geçiyordu silindir gibi. Ürkülen bir oyunun korkak seyircileri gibi: " Yaşıyoruz işte/ yaşıyoruz! Yaşamaktan başka bir sorunumuz yok der gibi... "
Kaldırımlarda ki Arnavut Göçmeni anılarsa; Unutulmaya yüz tutmuş: Kan lekeleri, sloganlar, devrime yakın zamanlardan sıyırıp post modern zamanlarda birey olduğunu anımsatmıştı...
çabuk unutuluyordu belkide ara sıra duyulan özlemlerde nostalji yüklü geçişler... " Boşver be! Bu hayat yaşanmak için, ötesi nedir ki!" serzenişlerinde kaç zaman zamparalık yapıyordu; Baykuşlar gecenin en sönük zamanlarında sinsi bir bekleyişte bakar dururken. Kurtla kuş yan yanaydı. Bilinen hikayenin bilinen sonuydu; " aslının kopyası! "
Her beş yıla biriktirilen ekonomik krizler, enflasyondan beslenen mutlu azınlıklar, umutsuz intiharlar, mutsuz aşklar, cinnet geçirten katliamlar, paranın köleliğinden payına düşeni alan lanetliler...
- Nasıl oldu bu? diyebildi kısık bir sesle, gözlerindeki sulanmaya egemen olamıyordu, sigaradan deyip saklayamacaktı da...
Ağladığını farketmişti Tülay, üçgen şeklinde çevrilmiş çitlerin içindeki yeşil otların üzerinde oturup, tenine dokunan ıslaklığının farkına varmıyordu bile, cebinden sigara çıkarıp titreyen elleriyle yakmaya çalışırken omuzundan tutmuş " Hadi kalk toparla kendini, şimdi eşini al ve git bu şekilde içmeye başlarsan yolu zor bulursun." demişti..
- Burda bekle beni lütfen, bir saate kadar gelcem, eşimi bırakmam gerek!
- Tamam.sen git bırak burdayım ben.
Eşinin yavaş git uyarılarını aldırmadan, dörtlüleri yakıp basmıştı gaza, usunda Sevil’in sürekli gözünün önünden geçen yanılsamaları;Tülay’a:
- Sessiz bir yere gidelim, bildiğim bir yer var Maltepe’de,
- Hadi bize gidelim en sessiz yer orası...
Büyük ıhlamur ağacının tam karşısına bakan bir binanın üçüncü katına çıkmışlardı. Sabırsızlanıyordu Umut; Gözleri kan çanağı, nedenleri bilmek istiyordu, içinde delice bir tutku, ölmek diye bir gereksinimi olamazdı ki, deli dolu, içinde birşey saklamayan asi kız! Arasıra göğsünün orta kafesinden bir hava boşalır; derinden bir " Hııııhhh!" çıkardı dudaklarından, o kadarcıktı işte; bir soluk alıp verecek kadar zaman...
" Bütün aşklarda ürkütücü bir yalnızlık vardır, hele ki insani aşklarda duldalar zaman. Yalnız kalma ürküsü sığınmacılığının adını aşk koyar. Yürekli değildir olamaz da, dayatılana inat yalıtamazda kendini, yaşadığı ortamın içinde kendi gerçeğinden uzak yaşama zorunluluğu olandır. Sisteme koşuttur herşey...
" Ben özgürüm, ben özgürüm! " diye ne kadar bağırırsa bağırsın; çocuk saflığında bir haykırış değildir, gülücükler gülünesi hüzün gerçeğinde donuklaşır ve her zaman yalnızdır aslında... "
Bir konferansta söylevciymiş gibi ciddiyetle konuşur, el dokuması halının nakışlarına takılır giderdi gözleri. Nasıl bir yola bakardı, gözlerinin içine baka kalır, omuzlarına atardı elini Umut, kumral saçlarının arasında parmaklarını dolaştırır, elinden tutardı. Sımsıcak olurdu elleri, avuçlarındaki çizgilere takılır; " Bak görüyor musun? sen halının ilmeklerinde yol alıyorsun, ben senin avuçlarındaki çizgilerde; nerde kesişecek bizim yollarımız?" Elini göğsünün üstüne koyar " Burda!" derdi...
Pencerenin camından dışarıdaki çok yıllık ıhlamur ağacının dalları arasına gizlenmiş sanki dans etmekten utanan salt bu yüzden yapraklarının arasına saklanma gereği duyan ışığın yansımalarına baktı bir süre, rakı dolu bardağı sıkarak; " Nasıl oldu anlatsana Tülay? " dedi kısık bir sesle, anasonun kekremsi tadının genzini yaktığının farkında bile olmadan...
- Sen o kızla çıkmaya başladıktan sonraydı; içine kapanmıştı iyice, hep birşeyler yazıyordu, çoğu zaman kaldığınız oda da kapıyı kapatıp saatlerce kalıyordu, ilk zamanlar üstüne gitmedik, o susuyordu bizde susuyorduk, senden nefret etmeye başlamıştık açıkcası. Neler konuştuğunuzu söylemedi hiç, okulu bitirdi. Sürekli bizden kitap almaya gelen bir adam vardı ya hani; birgün yakasına yapışmış " Siktir git lan burdan, bir daha da kitap almaya gelme bu tezgaha!" deyip kovduğun ona takılmaya başladı sonrada evlendiler. Hep o an’ı anlatır " O benden vazgeçmez, deli fişeğim o benim! " der sanki kapı açılacak da sen gelecekmişsin gibi kapıya bakardı...
İyi ki o zamanın bir yerinde gelmedin eve ki gelseydin; Tuncay olsun, Fırat olsun seni çok kötü benzetirlerdi...
- Keşke orda olsaydım da benzetselerdi...
- Evet, keşke;
- Nasıl ölmüş peki?
- Kalp krizi işte; Hakan’ın demesine göre, Akşam bir kırmızı şarap alıp yemekte içmişler, sonrada yatmışlar, sabaha işe gidecekler ya Hakan kahvaltıyı hazırlamış onu kaldırmaya gitmiş. " Uyanmamış! " ama cenazede çok kötüydü Hakan. Ayakta duramıyordu.
- Siz de ordaydınız de mi?
- Evet Umut.
- Haklısın; " Pisliğin tekiyim ben! "
Sokaklar; sınıf atlamaya çalışan öykünmelerde mal beyanı gereği duymadan sürünerek tadını çıkarıyordu az gelişmiş Kapitalizmin. Müzik setinde bir ses: " Dara doy, dara doy, dara doy!" diye çığırırken değişmeyen tey şey değişimdi. Hergün değişiyordu insan
Birinci bölüm...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.