- 815 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MOLA
Hiç kesişme olasılığı bulunmayan yolların çizdiği portede, her notası zümrüt bir yalnızlık olan şarkıları armağan almayı ne de çok istiyordum. Yolculuğun başı... Daha ilk molada uyku sersemliğini alt etmeye çalışan bir sesle uyanmıştım. Lili Marlen’in ellerinin izi olan mikrofondaki ses, şarapnel yaralı miğfer ve babası meçhul çocuklara yönelmiş bakışlara boyanmıştı. Veya galibi olmayan bir meydan kapışmasının çok hoyrat sonuydu beni dürtükleyen.
Çığlıklarca işgal edilmiş bir kentti gördüğüm: Tüm kuğular ölmüştü, bilinç spreyi püskürtülmüştü onlara.Sağ kalabilenler ise, üç adım karelik odalarda “Gök kuşağına selam verilmeyecek! ” komutunun kesin belirleyiciliği ile zapturapt altına alınmıştı.
Baba, çocuklarının kokusunun vazgeçilmezliğine karşın çekip gitme zorunluluğunu duyandı. Hatta ananın doğurganlığını “Bir at izi gibi” ardında bırakıp giden. Tutuşturulmuştu gidilecek kent ve bir çobanın dağ başındaki bahar uykusu kadar bir başınaydı. Kuşlar nasıl ki, seçmekten uzaktı ama oradaydılar, işte öylesine de terk ediyorlardı... Tıpkı insanların adlarını seçemedikleri gibi...
Kentin girişindeki kurşun delikleriyle dolu tabelada, bir seyyar satıcının yarım kalan avazı asılıydı.Yıkık duvarların sıcaklığı, sendelerken ona dokunmuş insanların ellerinden geçmeydi mutlak. Ve ona dokunan tüm köylü kadınların kaş arası terliydi. Bir baykuş viraneye yan gözle bakıp “Cık cık cık...” çekti, “Ben bile konmam” diye söylenerek tellere takılı uçurtma kuyrukları arasından uzaklaşıp gitti. Yarasa, kemirecek türkü bulamadığı için bitkin düşmüş farelerle milyarlarca yıl önce ayrıldığı söylenen soy sop yoluna şükretti; ve onlar için bir yerlerden buluşturup elinde taşıdığı beyaz bayrakları farelere atmaktan vazgeçti.
Kentin- Moda deyimiyle- varoşlarının birinde her nasılsa barınağı yıkılmamış, evrenin fethi yüzüne yapışık ak sakallıya, kırlarda uzun eşek oynamanın eş zamanlılığı ile kurtulmuş sıfır numara saçlı birkaç çocuk, “Dede...dede! ” diyerek “Değişmeyen tek şey her şeyin değişeceği” tekerlemesini durmaksızın yineliyorlardı. En görkemli tepede kıs kıs gülen ve ayaklarının altına koymak için yanındaki meleklerden asma yaprakları ve erguvanlarla bezenmiş bir tabure isteyen de kadim bir Tanrı idi. “Yaşıyorsun ve biliyorsun bunu, devamını yine de anlatacağım. Ancak aldığın armağanı bana göstermelisin”dedi.
Bulamadım armağanı,vazgeçtim herhalde.
Şimdi içime doğan çok bildik bir güzergahtı ve dönüp dolaşıp –isteksiz de olsa- kent merkezine çıkıyordu. Yolculuğa çıkarken kızımın ısrarla koltuk altıma tıkıştırdığı, ağzı saç teliyle bağlı çıkının içinden bana garda el sallayan karanfiller çıktı. Bir de... İrice bir kauçuk yaprağına küpe teliyle işlenmiş küçücük bir not: “Dünyaya küskün büyük çınar var ya ömrümüzün ortasında... İşte onun yanındaki posta kutusunda, ben küçükken ellerimi iki yana açıp tanımladığım sevgim kadar büyük yürek atışlarım gizli. Sakın almadan dönme! ”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.