Karanlık Kuyu
Güzel bir gün başlıyor diye düşündüğü bahar sabahında ayrılığın unutulmaz acısı yüreğine yuva kuruverdi. Sevdanın narin ve nazenin yüzüne bakacağını ümit ederken ayrılığın sevimsiz yüzüyle karşılaşmak kadar bedbaht bir şey olmasa gerek.
Gözlerinin içine bakıp, konuşamamak. Ellerini tutup sıcaklığını hissedememek. Ya da gözlerinde eriyip sevdanın kılcal damarlarından okunan o sade ve sevecen kelamları söyleyememek…
Ruhu alabora. Yanıp kavrulurken gönlünün isteğini dışa vuramıyor. Yokluk ile varlık arasında asılı duruyor.
Ruhu bir çırpıda yer değiştirdi. Ne yapması gerektiği konusunda fikirler geliştirirken “Hiç aşık oldun mu?” Sorusuyla yüzleşiyor. Dünyanın en ücra köşelerini dolaşırken bir kavram çıkıyor karşısına: “Platonik aşk” Bu ona en uygunu, evet platonik aşk. Tek taraflı sevginin literatürlerdeki adı.
Ayrılık acısıyla kaplanmış yüreğini ve karşılıksız sevginin ruhunda meydana getirdiği çöküntüyü bir depremin sarılamayacak yarası gibi koynunda saklamalıydı: “Ben hiç âşık olmadım. Olamadım. Ruhu ruhuma huyu huyuma denk gelecek birini daha bulamadım.” deyiverdi. Ama buna kendisi bile inanmamıştı.
Sevgi denen bulunmaz Hint kumaşı kapısına çoktan dayanmıştı. Bir çıkmaz sokağın başındaydı.
Tabulaşan kokuşmuş ilişkileri hatırladığında ne yapması gerektiğini kestiremedi. Yorgun düşmüştü düşünmekten. Gözleri kan çanağına dönüşmüştü. Sevdiğinin elini bırakmak istemiyordu. Ama buna mecburdu. O, bir kuğu gibi elinden kayıvermişti.
Habis bir tümör bütün vücudunu sarmıştı. “Bundan kurtulmam lazım, ama nasıl”. Çözüm için başvurduğu kapılar hep yüzüne çözümsüzlük olarak çarpıyordu.
Ağır depresyonlar geçiriyordu. Kriz üstüne kriz… Ailesinin “Bu iş kesinlikle olmaz” söylemi aşılmaz bir duvar gibi karşısına dikili verdi. “Bu iş kesinlikle olmaz, böyle bir şey düşünürsen bizi defterden silmen gerekecek” diyen ailesinin baskısı ve iki arada bir derede kalmasının verdiği sıkıntıyla gözyaşlarına hakim olamadı. İstem dışı bir tufan koptu içinden. Yuvarlanıverdi yaşlar sağanak sağanak.
Aşk bir kere kalbe düşmeye görsün, kalp bir fitil gibi durmadan yanıp gider. Yazgılar gelişir peşi sıra. Duygular doruğa çıkar. Ve etrafındaki kıskaç her geçen gün artar.
Ellerini bıraktığında fırtınaya yakalanmış gemi gibi fütursuzca sallanmaya başladı. Hayalleri en olmadık yerde kopmuştu.
Elleri elinde gözleri gözlerindeydi ama içindeki baskı konuşmasına fırsat vermiyordu.
Günlerce bunun muhasebesini yaptı. Açıklasa acaba ipler kopacak mıydı? Yoksa tam tersi masumane bir şekilde mi karşılanacaktı? Bu ikilem kafasının içinde cirit atarken düş âleminde geziniyordu.
“Aşk acısı bu, başka şeye benzemez”
Bakıp ta görememek, görülüp de fark edilememek…
Zaman durmadan tik taklarla geçip giderken kalp ritmi de durmadan değişim gösteriyordu.
“Ölürüm de vazgeçemem” mısraları radyodan yankı yaparken odanın tüm eşyalarını ziyaret ederek, kulağına da misafir oluyordu hem de bir daha gitmemek üzere…
Ruhunu azgın lavlara terk etmişti. Bilinmezlik ve net olamama kafasında bir karınca gibi dolaşıyordu.
Çıkış yolu bulmak istiyordu ama nafile. Bir tarafta ailesi diğer tarafta sevdiği insan. Ne yapacağını bilemiyordu. Yol yordam da gösteren yoktu. Hem ne diyeceklerdi ki; “Aileni bırak” deseler; “Nasıl ailemi bırakmamı istersiniz”, diye tepki gösterecekti . Diğer taraftan sevdiğini bırak deseler . “Nasıl bırakırım” diyecekti. Karanlık bir kuyuda ileriyordu.