YETİŞ SÜRGÜNOĞLU YETİŞ
Gün henüz yeni ağarıyordu. Rüzgâr yerdeki birkaç yaprağı iteliyor, yapraklar horon tepiyordu. Güneş dağların arasında yüzünü göstermişti. Sürgünoğlu ve can arkadaşı Temur henüz yola çıkmışlardı. Uzun ve zorlu bir yol onları bekliyordu. Birkaç konak yol aldıktan sonra mola verdiler Hava yine güzelliğini korumaktaydı. Martın ortası sanki yazın endamını gösteren bir gündü. Bu da Sürgünoğlunun hem sevindiriyordu hem de tedirgin ediyordu Çünkü yağmur yağarsa gidecekleri yere biraz daha geç varacaklardı. Sürgünoğlu ve can arkadaşı bir hana girdiler. Han çok sessiz ve kendini çürümeye terk etmiş bir halde idi. İçeride kimseler gözükmüyordu. Biraz seslendikten sonra yaşlı fakat iri yarı bir adam çıkageldi:
“Buyurun yiğitlerim, hoş geldiniz”
“Sağ olasın baba, biz yolcu Türk akıncılarıyız
Bizler için bir tas sıcak çorban var mı?”
“Olmaz olur mu evladım Sen yeter ki emret…”
“Estağfurullah babacım, ne emri, varsa sana zahmet…”
“Ama evladım siz hele oturun ben hemen getiririm”
Aradan biraz zaman geçti, yaşlı hancı elinde tepsisi çorbaları getirdi.
“Buyurun yiğidim çorbalarınızı”
“Sağ ol muhterem hancı, sahi isminiz nedir?”
“Oğlum bana buralarda sadece hancı olarak bilirler, neredeyse bende geçmişimi unutacağım desem inanmayın, biz Türkler geçmişini bilen bir milletiz. Adım Salih uzak bir köyden buralara göçtüm, anlatsam uzun hikâye…
Pekâlâ, ben kendimi az buçuk arz ettim. Şimdi siz anlatın bakalım Türk yiğitleri.”
“Bana Sürgünoğlu derler, arkadaşım da Temur. Duyduk ki üç beş çapulcu sınırdaki köylerimize rahat vermezler bizlerde gereğini yapmaya gidiyoruz.”
“Ne güzel Allah sizleri başımızdan eksik etmesin, sizler olmasanız ne olurdu milletin hali”
“Olur, mu hiç öyle Salih baba, biz olmasak bizim yerimizi dolduracak yiğit bulunur bu millette”
“Haklısın evladım haklısın…
Ya kusuruma bakam ama sormadan edemeyeceğim sana neden Sürgünoğlu demişler”
“Bende ne zaman soracaksın diye bekliyorum. Aslında uzun hikâye ama seni biraz olsun bilgilendireyim, çok merak etmişe benziyorsun.”
“Sorma oğul, düşünüyorum, taşınıyorum çıkamadım işin içinden sürgün… Niye…”
“Muhterem babam, yıllar önce aldığı zor bir görevi yerine getirmek için yola çıkmış ve de en iyi şekilde yerine getirmiş böylece padişahın öz güvenini kazanmış, o ne derse desin misliyle yerine getiriyormuş Derken bir gün bundan rahatsız olanlar olmuş ve garibana acımasız bir iftira atmışlar. Padişah bu durumda her ne kadar inanmasa da başkalarının baslısıyla onun uzak bir eyalete göndermiş. Orada da kahramanlıklarına devam etmiş ve bir gün merhamet ettiği bir kâfir tarafından gafil avlanmış ve hepimizin murat ettiği şehitlik makamına ulaşmış… İşte kısaca böyle
Bundan sonrada bana böyle demişler.”
“Ne acı bir durum, sen yıllar yılı hizmet et, sonra ipe sapa gelmez, densizlerin yüzünden sürgüne razı ol, kader diyelim”
“öyle yaa ne diyebiliriz ki başka”
“Ama gerçekten senin baban da senin gibi mert ve yiğitmiş gayrı”
“Öyle yaa öyleymiş, Allah razı olsun ondan (Âmin)”
“Evlat biraz daha çorba ister misiniz”?
“Yok, hancı baba sağ ol, biz yeteri kadar oyalandık zaten, kâfire göz açtırmamak lazım, hadi sağlıcakla kal”
“Hancı baba çok sağ ol Hakkını helal et “
“ Sağ ol Temur oğlum Helal olsun ne demek. Siz de helal edin”
“Helal olsun”
Sürgünoğlu ve arkadaşı hemen yola koyuldular. Yolda birkaç aile gördüler, bu kâfirler yüzünden sınır boylarından iç kesimler göç ediyorlarmış.
Sürgünoğlu onlara isterlerse geri dönebileceklerini söyledi ama onlar yola çıkmışlardı bir defa. Sürgünoğlu artık daha da kızmıştır demek ki bunlar hadlerini çoktan aşmışlardı. Yağmur sessiz sedasız, hissettirmeden başlamıştı. Sanki Sürgünoğlunun yana yüreğini biraz olsun rahatlatmak için. Ama Sürgünoğlu sanki bundan habersiz doludizgin at sürüyordu. Temur hatırlatmasa beklide hiç durmayacaklardı, fakat atlarda yorulmuştu
Dinlenmeleri lazımdı. Ormanın içinde yıkık bir viraneye rastladılar ve durdular. Hancı Salih’in yanına uğradıktan sonra hiç duraksamadan ilerlediler, yalnızca atlarına biraz nefes aldırmak ve namazlarını eda etmek için durdular. Acıktıklarının farkına da bu virane evde vardılar. Heybelerindeki katıklarından atıştırdıktan sonra biraz uyudular.
Önceki gün çok sert ve acımasızca yağan yağmurun yerine, güneş hiç bir şey olmamışçasına parlak ve neşeli bir şekilde terini aldı.
Temur sabah erkenden uyandı sanki biri onu dürtmüşçesine. Sürgünoğlunu uyandırdı ve hazırlanıp yola koyuldular. Köye birkaç konak kalmıştı, havada kara bulutlar toplanmaya başlamıştı çok ilginçti şu mart ayı
Köye geldiklerinde acı gerçekle karşılaştılar her yan dağınık harap olmuş…
Manzara içler acısı yerde yatan ölüler, ateşe verilmiş evler. Sürgünoğlu ileride bir inilti duydu ve hemen oraya gitti. Yerde yatan birisi su diye inliyordu, hemen heybesinden suyunu çıkartıp ona içirdi adam sanki yeniden canlanmışçasına gözlerinin içi gülmeye başladı ve bir şeyler mırıldandı
“Yiğidim hepsi şu köyün yüksek konağındalar, bizleri… Bu hallere düş… Düşürenler hepsi oradalar. Gidin bunların… Hesabını sorun. Eşhedüellailahe…”son sözlerini tamamlayamadan o da diğerleri gibi şehitlik makamına yükseldi.
Sürgünoğlu hemen kalktı ve o konağa doğru gitti. İçeriye daldığında hepsi kör kütük sarhoş halde bir kenarıya serilmişlerdi. Temur bir nara attı ve bir kaçı ayıldı, hemen diğerlerinin yanına koştu, kılıçlar çekildi, kızgın dövüş başlamıştı, ikiye sekiz, her ne kadar hepsini toplasan bir Sürgünoğlu kadar etmese de yine de ayaktaydılar. İkisi ilk hamlede yere yığıldı geriye kalanlar hemen panikledi, bu esnada ikisi daha gitmişti. Sonunun geldiğini anlayan biri hemen kapıya yöneldi fakat Temur’un kılıcı daha hızlıydı, ömrü beklediğinden daha kısa sürdü. Diğer üç kişide kaçmaya çalıştılar fakat onları da yiğit Osmanlı aslanları enli palalarıyla bir anda ikiye biçtiler. Artık pis azılı kâfir sürüsü yoktu. Sürgünoğlu ve Temur olacaklardan tedirgindiler belki ama hiç yüreklerindeki aşk ve cesaret eksi olmadı. Belki sarhoş olmasalardı biraz hırpalanacaklardı ama onlar bunu hiç düşünmediler, niye? Çünkü onlar vatan uğruna canlarını ortaya koyan yiğitlerdir…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.