Eylülde Hüzün...
İnsanoğlu zamanı bulduktan sonra, onu bölüp ona isimler takmamıştır sadece,
Ona duygular, anlamlar da yüklemişlerdir…
Parkın merdivenlere bakan tarafındaydı küçük çelimsiz yaprak, asılı durduğu dalda bir o kadar inceydi onun gibi. Uzun süredir ordaydı ve her gün aynı şeyi izlemek onu bir anlamda sıkıyordu; yani her sabah uyanıyordu, turuncu şapkalı, turuncu yelekli bir amca geliyor ve onun tutunduğu dala çok benzeyen iki uzun sopanın ucunda bulunan şeyleri yere sürtüyordu. Bunlardan biri yerdeki şeyi ittirirken diğeri yutuyordu. Bunların içinde, kendi gibi olan ve sert bir rüzgârın kurbanı arkadaşları da oluyordu.
Bunu hiçbir zaman anlayamamıştı. Onlar nereye gidiyordu? Ve bir gün onları görebilecek miydi tekrar?
Bunu bilmiyordu…
Biraz vakit geçtikten sonra, sanki anlaşmışlar gibi birkaç benzer kıyafetli kişi belli aralıklarla anlamadığı bazı hızlı hareketleri yaparak geçiyordu. Sonra tekrar geri dönüyorlardı.
Bu ona çok komik geliyordu. Bazense kızdırıyordu. Yani geldikleri yere döneceklerse neden gidiyorlardı ki? Eğer kendisi kurtulabilseydi buradan, hiç geri döner miydi bu sıkıcı yere?
O uzaklara, başka yerlere gitmek, çok merak ettiği denizi görmek istiyordu. Bir kaç kere kurtulmaya çalışmış, bütün gücüyle kendini boşluğa doğru ittirmişti, ama sanki asılı dal onu tutmuyordu da sıkı sıkı sarılıyordu. Bu hoşuna gitmiyor değildi aslında… Yani birileri onun gitmesini istemiyordu. Onu seviyor olsalar herhalde ki bırakmıyorlardı.
Günün ilerleyen saatlerinde yine değişik kişiler oradan geçiyor, bazen birbirleriyle konuşuyorlar, bazen sarılıyorlar, bazen yüksek sesle birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. En sevmediği de bazen birbirlerine hiç acımayarak zarar veriyor olmalarıydı. Bir kere görmüştü de çok korkmuştu… O çocuk nasılda acımadan o yaşlı teyzeye elindeki ucu sivri parlak şeyle saldırmıştı. O an acaba aynısını kendi bulunduğu ağaca yapar mıydı diye düşünmüştü. Çünkü bu çok acıtıyordu canını…
Bir keresinde bir kız bir erkek gülüşerek ağaçlarının yanına gelmiş, çocuk elindeki sivri şeyi çıkarmış değişik şekiller yapmaya başlamıştı. Bu çok kötüydü. O an ağaçtaki bütün dallar, yapraklar anlatılmayacak bir acı duymuştu. Aslında o anı hiç hatırlamak bile istemiyordu. Orada kalan tek şey ise kocaman acı dolu iki büyük harf olmuştu.
Bazen de hiç kimse gelmezdi parka ve çok sessiz olurdu o an orası. Ve küçük yaprakçık kendini olmak istediği yerde, denizin üzerinde hayal ederdi. Yavaş yavaş akşam olurken parkta, sakallı biri elinde bir şişeyle gelir, ağaca yaslanır ve bir süre elindeki şişenin içinde bulunan şeyi içer daha sonra da sabaha kadar uyurdu.
Gece olduğunda parkta sadece o yaşlı adam, diğer ağaçlar ve birkaç köpekten başka kimse olmazdı. Ve yıldızlar çıkardı ortaya. En sevdiği de buydu yaprakçığın; yıldızlar o kadar parlak ve güzeldiler ki, bazı geçeler hiç sıkılmadan onları izleyebiliyordu.
Günler aşağı yukarı hep böyle geçiyordu. Zaman aktıkça kendindeki değişikliği de fark edebiliyordu küçük yaprak. Günden güne üzerindeki sarı renk belli olmaya başlamıştı ve dalla onun arasında olan o sıkı bağ biraz daha zayıflamıştı sanki. Artık istenmiyor gibiydi. Bir an içini bir burukluk kapladı.
Üzüldü…
Bu ne olabilirdi ki?
Artık rüzgâr da şiddetini arttırmıştı. Bir an durdu; hiç kıpırdamadan, olduğu yerde. ‘Şimdi!’ dedi yaprakçık içinden. Ve uzun zamandır yapmayı ertelediği şeyi yaptı. Rüzgârı da arkasına alıp bütün hızıyla kendini boşluğa doğru ittirdi.
Bir acı duydu önce. Çok az bir acı. Sonra bir rahatlık hissi doldu içine, artık üzgün de değildi. İşte olmuştu, orada değildi. Bulunduğu ağaç yavaş yavaş küçülüyordu, neredeyse onu göremeyecekti bile…
İlk defa bu kadar yüksekteydi, kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Olanlara inanamıyordu, haftalardır yapmak istediği şey bir anda gerçekleşmişti. Yukarıda yavaşça süzülürken önünde gördüğüne inanamadı.
Ve o an işte o an!
‘Bu bir düş olmalı.’ diye düşündü. Oradaydı işte o mavi; her zaman görmek istediği şey. Denizdi bu, evet, tam da ağacın en tepesindeki arkadaşlarının anlattığı gibiydi; kocamandı, çok güzeldi; üzerinde küçük küçük kayıklar vardı. Ve bulunduğu parkta olan oturaklara benzeyen bir şey, ters dönmüş şekilde denizin tam ortasında bir kıyıdan bir kıyıya uzuyordu. Üzerindeki şeylerde karınca olmalıydı ya da ona benzer bir şey. Bu kendi parklarında bulunan oturaklarda da vardı. Oradan oraya giderdi karıncalar, hiç de yorulmazlardı. Bu biraz farklı gibi gözüküyor olsa da çok benziyordu.
Çok mutluydu çok.
Havada yavaş yavaş süzülürken ve hep hayalini kurduğu denizi izlerken, birden ters bir şeyler olduğunu hissetti; rüzgâr bir anda yön değiştirmişti. Bu çok sert olmuştu. Nereye gittiğini bilmiyordu. Artık havada dönüyordu sadece. Bu o kadar da güzel bir şey değildi.
Gördüğü şeyleri de tam seçemiyordu. Bir müddet böyle havada savrulduktan sonra, yere düştüğünü hissetti.
Kendisini içinde bulduğu duruma inanamadı. Burayı, burayı tanıyordu. Evet, evet, burası kendi parkıydı ve tam önündeki ağaç da kendi ağacıydı.
İçini garip bir hüzün kapladı. Anlamıştı, ufak kırgın bir tebessüm belirdi yüzünde... Her yaprak ağacının dibine düşüyordu. Kafasını kaldırdığında, biraz ötede birinin ona doğru geldiğini görebiliyordu. Yaklaştıkça daha da iyi seçebildi... Turuncu şapkalı, turuncu yelekli amcaydı bu.
İstanbul Maçka Parkı,
Küçük bir yaprak,
Kocaman bir deniz,
Yarım kalmış bir düş,
Sarı - yeşil bir sonbahar hepsi hepsi…
O kadar…
HOŞGELDİN EYLÜL... HOŞ GELDİN HÜZÜN…
S. utku (tiryaki)