Cennet sınavları
Yetmişli yılların son çeyreğinde soğuk ve karlı bir kış günü Almus da dünyaya geldi Yakup. Babası; o henüz annesinin karnındayken ölmüştü. Doğduğunda sevinçle değil, hüzünle birlikte karşılanan, acınan bir bebekti. İnsanlar ne kadar bahtsız bir çocuk olduğunu düşünüyorlardı da haksız değillerdi hani.
Bir bebek masumluğuyla iri ve kara gözlerinden annesine sevgiyle ve mutlulukla bakıyordu. Gözlerinden annesinin yanında olmaktan ne kadar da mutlu olduğu belliydi. Babasını aramıyordu, baba nedir bilmiyordu çünkü. İlerleyen zamanlarda bir babasının olması gerektiğini anlar da annesi öldüğünü söyleyince “ölmek nedir?” diye sorar Yakup. Büyüdükçe ölmek ve yaşamak arasındaki o ince çizginin, o tül perdenin, bir kaldırım gibi duvarın ne olduğunu anlayacaktır. Ama şimdi daha birkaç aylık mis kokulu bir bebektir.
Babasının ismini almıştı Yakup, annesi; Yakup a seslenirken neler hatırlıyordu beklide. Yakup; sevgiyle, mutlulukla ve bir daha ayrılmamak duygularıyla annesine bakarken, annesi dolu dolu gözlerle Yakup a bakıp başına kaldırmakta, içini çeke çeke hıçkırmamak için kendini zorlayarak kaybettiği hayat arkadaşını düşünmekteydi.
Kavuşmaları ne de zor olmuştu aslında. Ne büyük sevgileri vardı. Yakup onu istediğinde babası vermemişti, aylarca dere kenarlarında, ağaç altlarında buluşup hasret gidermişlerdi. Sonunda ayrılığa dayanamamış, kaçmaya karar vermişlerdi. Kaçtıklarında da gidecekleri bir tek evleri vardı. İki göz oda, odalardan biriyle birleşik bir mutfak vardı. Duvarlar ve zemin eğriydi, boyalar dökülmüş, ancak üstüne defalarca tekrar boyanmıştı, yer yer çukurlar oluşmuştu boyaların altında. Şaşkındı ama dayanmak zorundaydı aşkı için.
Aşkı karın doyurmasa da, tarladan bağdan bahçeden kazandıkları parayla geçiniyorlardı. Birbirlerini sevdiklerinden ve daima sahip çıktıklarından paranın neredeyse önemi yok gibiydi. İnsanlar başta onlara “avanak bir çift” gözüyle baksalar da aralarındaki azalmayan aşkı gördüklerinden zamanla onlara imrenmeye ve saygı duymaya başlamışlardı.
Aşklarını meyvesini alacaklarını öğrendiklerinde evlilikleri henüz yedi aylıktır. Sevinçle ve mutlulukla karşılarlar bu haberi. Ancak baba Yakup çocuğunu nasıl büyüteceğini de düşünmektedir bir yandan. Çocuğuna mahcup olmaktan korkmaktadır. Ancak tek hedefi oğlunu en iyi şekilde ve elinden geldiğince okutmaktır. Yapacak başka bir şeyi de yoktur.
Zaman hızlı geçer, çocuk sevinciyle birbirlerini gözlerine bakan mutlu ve sevinçli çift kısa zaman sonra ayrılacaktır da haberleri yoktur. Henüz dünyaya gelmemiş olan bebek oldukça büyümüştür, doğumuna haftalar kalmıştır sadece. Ancak o doğmadan babası evi terk edecektir. Akşam beraber yattıkları yataktan baba Yakup kalkmayacaktır. Anne zahide de şaka yaptığını düşünerek dakikalarca gıdıkladığı ve dürtüklediği hayat arkadaşını kaybettiğini anlayınca şoka girecek ve haykırışlar içinde ağlayarak baba Yakup u yumruklayacaktır. Feryadına komşular yetişecektir ancak.
Eşini kefenleyip toprağa verdiklerinde bu yüke dayanamayıp iflas edecektir. Bayılıp düştüğü yerde karnına sancılar girecek, bebek de erken gelecektir dünyaya. Babasına veda edildiği günün sancılarıyla ertesi gün dünyaya gelir Yakup. Sağlıklıdır ve kendi kendine mutludur aslında nereden bilsin ki başında ne rüzgârlar esmiştir.
Annesi Zahide’yi de henüz affetmemiştir babası, bir ana bir oğul yalnız kalırlar. Yakup büyüyünceye kadar, an azından memeden kesilinceye kadar Zahide‘nin annesi ve komşular yardım ederler…
Yakup un okul çağına gelmesi bile çileli oldu. Ne zorluklarla büyüttü annesi onu. Namusunu, iffetini korudu, çalıştı çırpındı. Yazın çalışıp ektiği domatesi, fasulyesi, soğanı kışın ekmeğe dönüştü. Satıp sakladığı paralarını oğluna bakmak için harcadı ancak. Çalışmaktan ve az yemekten günden güne yıpranan zahide; emekler harcayarak, kendini aç bırakarak büyüttüğü oğlunun geleceğini hazırladığı, eşiyle evlendiği, eşini kaybettiği, oğlunu doğurduğu ve ne çilelere ve hasretlere sahne olduğu sayılamaz evinde yangın şokuyla yıkıldı.
Siyah önlüğüyle lacivert bez çantasıyla annesine sarılıp ağlayarak izlediği, o yangın sahnesinden sonra imtihan sırası artık Yakup tadır. Annesi Zahide, evsiz kalmıştır da onurunu çiğnetmeyip kimseden yardım istemedi. Annesinin zorla verdiği üç beş kuruş para ile Yakup u alıp İstanbul a gitmeye karar verdi.
Hedefinde düzenli bir işe girmek, düzenli aldığı paralarla işe sıfırdan başlamak vardı. Önce bir ev kiralar, sonra birkaç eşya alır, zamanla eşyalarını artırırdı. Bu arada Yakup da okuluna gider okurdu. Kendisi yaşlanınca Yakup büyük bir adam olmuş olacak, annesine bakacaktı. Hayalleriydi bunlar bahtsız zahide nin.
Zaman geçtikçe Yakup büyür ve neyin ne olduğunu anlamaya başlar. Annesine duyduğu saygı, babasına duyduğu özlem her geçen gün artar. Ancak var gücüyle çalışır. Annesinin kendisi için yaptıklarından sonra derslerinde başarılı olmamak annesini üzecektir çünkü. Onu üzmektense kendini alevlere atmayı tercih ederdi. Ve düşündüğü gibi de annesinin hayatı boyunca hiç pişman etmedi ve üzmedi.
Evlerini kaybettiğinde okulda olan Yakup, annesini kaybettiğinde de okuldaydı. Ancak bu kez koskoca lise öğrencisiydi. Dersin ortasında sınıfa baskın yapar gibi giren annesinin patronu, Yakup u kaçırır gibi götürdü. Çalıştığı merdiven altı poşet fabrikasında, tiner bidonunun alev alması sonucu tutuşmuştu zavallı zahide. Zoraki söndürüp hastaneye kaldırmışlardı, ancak çektiği acıdan kaynaklanan travmaya kalbi dayanamamış, durmuştu. Yakup da hastanede öğrenmişti bunu. Daha hayatının baharında on yedi yaşında bir gençken, bir bakire kadar temiz ve güzel otuz beş yaşındaki annesini kaybetti.
Bu şoka dayanamayacağını düşünüyordu ki, ergenlik çağında sesi henüz değişmiş bir gencin bağırarak ağlaması, ağlamaktan nefes dahi almakta zorlanması etrafındakileri de duygulandırmıştı. Boğazı düğümlenen doktor “sakin ol” diyemedi Yakup a. Yakup ağladı, ağladı, ağladı. Hayalleri suya düşmüştü. En acısı da annesinin hayalini kurduğu gibi ona bakma fırsatını elde edememişti. Bu da yetmediği gibi, yanan annesinin bedenine yaklaşamıyordu bile. Onu defnetmeden önce yıkayamadılar. Önce poşete sarıp sonra kefenlediler. Toprağa verirken bile dayanılmaz yanık kokusu burna geliyordu. Annesine son kez sarılamamış ve onu koklayamamıştır Yakup. Ömrünün sonuna kadar ukde kalır içinde.
Dertler sıkıntılar da bundan sonra başlar. Kimsesiz kalan Yakup dedesinin yanına gider. Saf ve temiz ve son derece de meşru bir evlilikten doğan Yakup, dedesi tarafından zina çocuğu olarak görülür. Kimi zaman terslenir ve dayak yer.
Aslında Yakup un ne kadar masum olduğunu iyi biliyordu oda. Fakat yıllar geçmesine rağmen kızını affedemeyen yaşlı huysuz bütün hırsını Yakup tan çıkarıyordu. Bazen de kızının fotoğraflarına bakıyor, ağlıyordu. İçinden ne geçtiğini iyi biliyordu, karısı da bunun farkındaydı ama tükürdüğünü yalamak zor geliyordu. Hatasını kabullenmedikçe Yakup eziliyor, kendisi de içinde dayanılmaz acılar çekiyordu.
Yakup her gün ezilmenin ve aşağılanmanın yoğun duygusu içerisinde yaşamına devam etmeye çalışıyordu. O dönemlerde Yakup a gazetecilik hevesi geldi. Zaten yaşadığı yoğun ve acı tempolu hayatı onu iyi bir okur ve yazar haline getirmişti. Ekonomik özgürlüğüne kavuşunca ve gazetecilik yapmaya başlayınca kısa zamanda çok ünlü bir yazar olacağından emindi. Kendini pek huzura kavuşacak gibi hissediyordu.
Ancak bazen duygularına hâkim olamıyordu. Sabredince başarıya ulaşacağını ve bir gün mutlu olacağını bile bile eline gelebilecek herhangi bir cismi dedesinin kafasında parçalamak istiyordu. Bunu kendi kendine düşündüğü zamanlarda da heyecanlanıyor, kalbi küt küt atıyor ve etrafta hızlıca dolaşıyordu. Bu heyecandan kaynaklanan doğal bir durumdu ancak enerjisini bu yolla boşaltamıyordu sadece. Bazen sopa, taş bazen kazma, kürek bazen de yumrukları duygularına tercüman oluyordu.
Köydeki koyunlara heyecandan sertçe vurduğu olmuştu sopayla. Tarlada çapa yaparken bu heyecanı duyarsa, adeta mezarlık gibi çukurlar açıyordu. Bazen sandalyenin koltuğun tozunu alırdı yumruklarıyla. Ancak nefes nefese kalınca bu öfkesi durulur gibi oluyordu.
Aradan bir yıl geçti. Kasabaya gidip gelip liseyi bitirmişti en nihayetiyle. Diploma notu oldukça yüksek bir puanla mezun oluyordu. Üniversite sınavına girecekti, havalar ısındıkça ısınmıştı. Zira ekim zamanı gelmişti. Üniversite sınavına birkaç ay vardı. Kendine güveniyordu Yakup. Ancak tarlada çalışması gerekiyordu. Zira Yakup a kendisinden başka kimse güvenmiyordu.
Tarlaya tohumları ekmeden önce çapalamak gerekiyordu. Hava sanki ağustos sıcağıydı. Güneş tam tepede kavuruyordu, aksine toprak çapaladıkça uçuşuyor ve Yakup un ağzına, burnuna ve gözlerine doluyordu. O da yetmiyor şıpır şıpır terliyordu ve yüzünde çamurdan bir tabaka oluşuyordu. Ayaklarının içi çamur yığını haline gelmişti adeta. Tek isteği buz gibi suyun altına girmek ve biraz serinlemekti. Ayakları da oldukça rahatsız ediyordu zaten. Yüzü gibi terlemiş ve çamurlaşmış elleri çapayı tutarken kayıyordu. Bu yüzden daha sıkı tutmak zorundaydı ve bu da yoruyordu Yakup u.
Yoruldukça güç sarf ediyor ve terliyordu Yakup. Terledikçe çapa kayıyordu. Bu çalışmayı elbette dedesinin zoruyla yapıyordu. Onu düşündükçe heyecanlanıyor, hareketleri hızlanıyor ve daha bir kuvvetle vurmaya başlıyordu toprağa. Sert darbelerle hızlıca ilerlerken önünü de pek görmüyordu zira. En son baktığında dedesi yüzlerce metre geride karpuz yiyordu. Önüne çıkabilecek engeli pek aldırmadan ilerliyordu.
Ne olduğunu anlayamadan bir haykırış duydu. Tarlayı bir tur atmıştı da dedesinin ağaç altında sefa sürdüğü yere geri dönmüştü fakat farkında değildi.
İhtiyar bunağı katlettiğini hayal ederken oldu bu olay da ilk anda yine hayal sandı. “ne olur rüya olsun” dedi. Sonra rüya olmadığını anlayınca yere çöküp ağlamaya başladı.
Feryada koşan yakın tarladakiler dedenin sırtına saplanmış çapa, yanında ağlayan bir genç ve kızgın güneşin altında pembeleşmiş ve çukurlara doluşmuş kan gölleriyle karşılaştılar.
Dede ölmek üzereydi, çırpınırken çapa sırtından yere düşüverdi ve son bir hamleyle sırt üstü döndü. Ağlayan Yakup a baktı. Yakup çamurlar arasından akan gözyaşlarını sildikten sonra dedesine “özür dilerim” diyebildi.
Adam ağzını açtı, konuşmak ve haykırmak isteyen bir tavırla Yakup a baktı. Af diler gibi bir ifade vardı yüzünde. Affet diyemeden son nefesini verdi. Gelen insanların ona sorduğu sorular kulaklarında yankılanıyordu. Ancak hiçbirine cevap vermedi, veremedi.
Yine gözleri kapalı ağlıyorken jandarmaları kolunda gördü. Araca bindiğinde artık ağlamaması gerektiğini anlamıştı. Jandarmalar onu hızlıca karakola götürdüler. İfadesini verdi. Her üç cümleden biri “farkında olmadan oldu” şeklindeydi. Doğrusu buydu fakat başka biri olarak olaya baktığınızda öyle gözükmüyordu pek.
İki gece nezarette kaldı. Kimsecikler yoktu. Kimse de gelmiyordu yanına zaten. Pek de umursamadı. Şimdilik vicdan azabı çekmiyordu fakat ileride bu duygunun depreşeceği korkusunu yaşadı ve nezarette kaldığı zaman boyunca hep onu düşündü.
Aynı hızla mahkemeye götürüldü. Elleri önden kelepçeli bir halde başı kel ve oldukça yaşlı bir hâkimin karşısına getirildi. Hâkim suçunun ne olduğunu söyledi. Başını salladı sadece.
Sorduğu sorulara başını sallıyordu, konuşmakta zorlanıyordu. Hâkim dayanamadı ve bağırdı Yakup a. “Konuş evladım “dedi. “Dilini mi yuttun?”.
Arka tarafta komşular, akrabalar ve ninesi vardı. Ninesi usulca ağlıyor, beyaz bir mendille gözyaşlarını siliyordu. Yakup dönüp ona baktıktan sonra hâkime olayı anlatmaya başladı. Heyecanlıydı, gergindi. Hâkim Yakup un gözlerine bakarak dinledi. Ona göre de çocuk masumdu. Ancak aklında şüpheleri vardı. Yakup un ninesi ifadesinde, eşinin kışkırtıcı, tahrik edici hareket ve sözlerinden bahsetmişti. Aklına çocuk sonunda dayanamamış düşüncesi geliyordu. Ayrıca dedenin sırtına saplanan çapanın da hızlı ve sert bir şekilde vurulduğu da bariz belliydi. Çapa bu sertlikte toprağa vurulmazdı.
Mahkeme boyunca da mahkemeye gelenlerin hepsini dinledi. Yakup un geçmişini de öğrenmişti. Psikolojik sorunları olabilirdi. Bu da göz önüne alınabilecek unsurlardan biriydi muhakkak.
Hâkim; bütün bu unsurları göz önüne alarak aslında cinayet suçu için az bir ceza olan, üç yıl altı ay hapis cezası vermişti Yakup a. Yakup farklı duygular içerisindeydi. Az bir ceza aldığına sevinse mi, ömründen üç buçuk yılın gideceğine üzülse mi bilemedi. Mahkemeye çıktığında on sekiz yaşını doldurmuş olduğundan kim bilir ne psikopatlarla beraber kalacaktı gerçekçi bir hapishanede.
Girdiği ilk hafta sıkı bir dayak yemişti zaten. O da yetmiyor, gardiyanlardan sık sık dayak yiyordu zavallı Yakup. Bazı gardiyanlar için bu zevkti zaten. Günün stresi atılıyordu bu sayede. O da yetmiyor koğuştaki, hırsız, katil, cani ve tecavüzcünün kana dokunur dalgasıyla karşılaşıyordu. Günler geçmek bilmiyordu sanki.
Gece yattığı pis bir yatağın iğrenç kokusu rahatsız ediyordu da zamanla alışıyordu. Burada kalan insanların ne oldukları da belliydi zaten. Gece onlardan büyük gürültülerle çıkan pis kokulara da zamanla alışıyordu. Ya da en azından alışmaya çalışıyordu.
Bu kadar cefa da yetmiyordu elbette. Zorla yıkadığı pis çamaşırlar, elbiseler ve koğuşun bulaşıkları da vardı.
Bıkmıştı ama zaman gittikçe azalıyordu. Buradaki herkes den önce terk edecekti bu lanet hapishaneyi. Ziyaretine kimse gelmemişti şimdiye kadar. Yalnız din kültürü öğretmeni olan recep bey hapishanede verdiği derslerin yanı sıra, Yakup a ancak bir din adamı merhameti ve anlayışıyla yaklaşıyordu. Ara sıra çamaşır getiriyor ve harçlık veriyordu. Yakup un da dört gözle beklediği kişiydi o. Ona hayranlık duyuyordu ve çok seviyordu. Zaten kimsesiz kalmışlığın çaresizliğiyle gidecek başka bir kapısı yoktu.
Günler haftaları, haftalar ayları ve aylar yılları geçirdi. Üç buçuk yıl gelip geçti de çıkmaya az kala dışarıdaki durumu ne olacak düşüncesi sardı Yakup u.
Tek sığınağına başvurdu elbette. Karısıyla beraber yalnız yaşayan recep hocanın çocuğu yoktu. Yakup recep beye derdini anlatmaya başlayınca recep bey derhal müdahale etti ve kendilerinde kalabileceğini söyledi. Hatta bu konuda Yakup a yalvardı resmen. Yakup da kırmadı.
Hapisten çıkınca recep babasına sarıldı. Önce duygulandı, sonra gülümsedi ve beraber evlerine gittiler. Yeni annesi de onu büyük bir sevgi ve şefkatle karşıladı. Çok sevinmiştiler. O gece boyunca Yakup, başına gelenleri anlattı hep beraber ağladılar ve Allah’a şükrettiler.
Zira recep hoca ve Ayşe Hanım yıllar sonra çok güzel ahlaklı bir evlada sahip olduklarını düşünüyorlardı. Birbirlerini tanıdıktan sonra da resmen aile ilişkisi içerisine girdiler. Yakup yeni ailesine sadece anne ve baba unvanlarıyla hitap ediyordu. Onlar da bu hitabetten memnundular. Ancak Yakup a ne olur ne olmaz düşüncesiyle üniversite eğitimi alması gerektiği fikirlerini açtılar.
Yakup da bunu istiyordu zaten. Önceden sağlam temelliydi. Sınava da altı ay gibi bir süre vardı. Gerekli ekipmanlarla iyi bir hazırlık yapar ve yeni ailesinin de endişelerini gidermiş olurdu.
Recep hoca hiçbir şey esirgemedi. Üniversiteye hazırlık kitapları aldı ve bildiklerini de anlatma çabasında bulundu. Yakup da onları mahcup etmedi. Gayretle, istekle ve muhabbetle kitaplarına çalıştı ve lisedeki hayali olan gazetecilik de dâhil birçok bölümün üst sınırını kazandı.
Halinden memnundu. Ailesinin de istediği gibi bir lisans bölümünü bitirmek üzere tercihlerini yaptı. Gazeteciliği istedi ve kazandı. Ancak Ankara da bir üniversiteydi ve ailesinden yine uzaklaşıyordu. Onlar “olsun dediler”. “Önemli olan senin hayatın.” Diye geçiştirdiler.
Yakup hüzünlü bir şekilde ailesinden ayrıldı. Okuluna ve yurtlara kaydını yaptırdı. Her işi başkalarının yaptığı ve sadece ders çalışması gerektiği bir ortamdaydı. İyi arkadaşlar edindi ve mutluydu. Ailesi ona para gönderiyor ve sık sık arıyorlardı. Güzel geçen günlerin ardından yıllar geçiyordu.
Yakup üçüncü sınıftayken babasının İstanbul a tayin haberini aldı. Yeni görev yeri avcılarda bir liseydi. Bunu duyunca sevinmişti Yakup. Hayırlısı diye geçiştirdi. Yazın gidip görürüz edasıyla pek de umursamadı aslında.
Tatil olunca da sevinçle çıkıp ailesine koştu. Otobüsten indi ve İstanbul da ki evine ailesiyle birlikte gitti. Vakit bol, hava sıcak ve huzurluydu. Evinde adeta cennette gibiydi. Mutluydu.
Güzel vakitler de hızlı geçti haliyle. Ağustos un ortası oluvermişti. Sıcaktan uyuyamıyordu. Yatağında ter içinde kıvranıyordu. Sık sık su içiyor ve yıkanıyordu ancak kar etmiyordu.
Gece yarısını çok geçmişti, uyur gibi oldu garip garip şekiller gördü. Hilal gibi kanatları açılmış, bembeyaz nur parçası gibi bir varlık elerinin çatısına işaret koyuyordu. Ardından da Yakup un anlına yavaşça soğuk bir hava üflüyor, serinletiyordu.
Anne ve babasının mutlu olduklarını da görüyordu. Ve aniden gözlerini açıverdi.
Evden inanılmaz şiddetli çatırtılar geliyordu. Yatağı adeta secde ediyordu. Ne yapacağını bilemedi, heyecanlandı fakat donup kaldı. İçerideki bazı eşyaların yıkıldığını fark ediyordu. Karanlığın içinde de tavanın ve duvarların gittikçe çatladığını ve çatlakların her saniye büyüdüğünü fark ediyordu.
Çok şiddetli bir deprem olduğunu fark etti. Kendini bir anda pencerenin önüne atmak ihtiyacında hissetti. Sonra camdan bakmaya bile fırsat bulamadan kendini attı. Dört kat yükseklikten ayakları üstüne sanki süzülerek indi. Ve birkaç adım yürüdükten sonra arkasını döndü ne evinin yerle bir oluşunu şaşkın gözlerle izledi.
Şok! Bu nasıl bir şoktu. Hayatı gözlerinin önünden geçti. Anne baba dede nine hapis çamaşır ve binlerce garip imge vızır vızır hızlıca geçip kayboldu. Ve şimdi recep hoca, Ayşe hanım ve ümitler ile dolu bir yaşam daha geçti ve gitti şoku.
Neden ben, neden? Diye haykırırken gözlerinden boşalan yaşlara hâkim olamadı. Aynı anda da dizlerinin üstüne çöktü ve etraftan yükselen tozların gözyaşlarıyla birlikte çamura bulandığı yüzü, dedesini öldürdüğü andaki haline geri döndü. O anı tekrar yaşadı ve yine bir ürperti dalgasıyla bu kez iki kat şiddetle haykırmaya başladı. Sanki yerde yuvarlanıyor gibiydi. Asıl şimdi hiçbir şeyi kalmamıştı.
17 ağustos 99 depreminde ailesini kaybetmişti. Ailesini kaybetmeye mahkûmdu. Ancak rüyasında recep hoca ile Ayşe hanımı mutlu ve gülümserken görmüştü. Bu bir işaret olabilirdi. Ancak şimdi daha önemli işler vardı. Kendini toparlayıp ailesini kurtarmak zorundaydı.
Etrafta daha kimse yokken, o henüz tozlar içerisindeki binanın üstünde koşuşturuyor, “anne! Baba!” diye bağırıyordu. Bulduğu birkaç küçük eşya, beton ve kiremidi sağa sola fırlatıyor ve kendince ailesini kurtarmaya çalışıyordu.
Yardım geldiğinde sabah olmak üzereydi. Anne ve babasın birbirine sarılmış ancak tertemiz, cansız bedenleri çıkarıldığında ise güneş batıyordu. Yakup bu şoku atlatamamaktan korkuyordu. Dudakları seğiriyor, bütün tüyleri buz katılığında diken diken oluyordu.
Ne olduğunu anlayamadan gözleri kapandı. Gözelerini açtığında ise bir askeri helikopterin içerisindeydi. Çenesi kaymış, yüz felci geçirmişti. Aynı zamanda da beyninde kanama vardı. Oksijen maskesi yüzüne bantlarla tutturulmuştu. Birkaç subayın sağlık sohbeti arasında Tekirdağ’a indiler ve askeri bir hastanede Yakup tedaviye alındı.
Bir dizi ameliyat ve fizik tedavi neticesinde iki ay sonra ayağa kalkabildi Yakup. Komutanlar seviniyorlardı. Kısa zaman içerisinde daha da sağlıklı olacaktı ve üniversiteye devam edebilecekti.
İçindeki burukluk da anne ve babasından ötürüydü. Yine onlara sarılamamış, yine veda edememişti. Bu kez cenazelerine bile katılamamıştı. En acısı onlardan kalan tek hatıra, hatırladığı birkaç anı olmuştu sadece. Başka hiçbir şeyi yoktu. Hiç kimsesi olmadığını anlayan cerrah yüzbaşı galip bey, Yakup a para verip Ankara ya yolladı. Ona birkaç ay yetecek kadar olan bu parayı, Yakup harcamadı, harcayamadı.
İçindeki burukluk ve uyuşukluk ile son sınıfını da bitirip mezun oldu. Mezuniyet neşesini yaşayamıyordu bile. Şok üstüne yapışmıştı sanki. Bir türlü etkisinden kurtulamıyordu. Yıllar önce suya düşen hayallerinin ardından darbe üstüne darbe yedi.
Şoku atlatıp hayatını düzene sokmaya çalışıyordu. Psikolojik olarak tedavi görmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu arada da Ankara da yerel bir gazetede işe başlamıştı. Bu yüzden sağlık kontrollerini ve tedavisini ikinci plana atmıştı.
Gazetede, önüne konan başlık yazılarını düzenliyor, daha ilgi çekici bir hale getiriyordu. Aynı zamanda manşetin düzenini yapıyordu. Çok sıkıcı ve monotondu. Arkadaşları da uzun zamanlar boyunca aynı işi yaptığından alışmıştı. Pek sohbet etmiyorlar, kendi küçük ve sıkıcı dünyalarında birkaç cümle ve harfin üslerine yüklediği sorumlulukla yavaş bir hayat yaşıyorlardı.
Yakup ara sıra dertleşmek ve sohbet etmek istiyordu ama kendisini dinlemediğini açıkça belli eden arkadaşları, onu huzursuz ediyordu. Dertlerine dert ekleniyordu sanki. Onun istediği gazetecilik zaten bu değildi. Köşesinde her sabah yayınlanan yazılarını şöminesinin karşısında röp dö şambırı ile kahvesini yudumlayarak okumak istiyordu. Ardından röportajlara katılmak, medyada anılmak ve tanınmak istiyordu.
Bazen de bu iş için henüz erken diyordu, çok çalışmak ve yaşlanmak gerektiğini düşünüyordu. Ancak duygularına ve arzularına engel olamıyordu. Aradan birkaç ay böylelikte geçti. Kaldığı evin dış kapısında Almuslu komşularının gönderdiği bir zarf vardı. Zarfın içinde de başka bir zarf. O zarf da askeriyedendi. Merakla açtı ve okudu.
Askere çağrılıyordu. O da beklemedi ve çağrıldığı yere gidip muayenesine katıldı. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra da dağıtımının yapıldığı birliğe iş yerinden istifa ettikten sonra gitti. Gittiği yer Tekirdağ da bir jandarma kışlasıydı. Kışlanın ilk günü her askerin karşılaştığı o meşhur karşılama töreniyle karşılandı. Zehir gibiydi, hayatının en kötü günlerinden biriydi. Daha ilk günden dayak yemiş, çok değil kendinden bir devre üstlerinden de fırça yemişti. Alay konusu olmuş ve aşağılanmıştı. Kendisiyle beraber başlayan arkadaşlarının da ağlama sesleriyle uyanmıştı gece. Daha birkaç saat uyuyamamıştı bile, güneş doğmadan kaldırılmıştı. Güneş doğmadığı halde içtima alanında saatlerce aç karnına ve hazır ol pozisyonunda beklemişlerdi. Güneş doğunca bir subay onları selamlamıştı da kahvaltılarını yapabilmişlerdi. Sonraki günler daha sakin geçti, gittikçe alıştı Yakup asker ocağına.
Günler böyle gelip geçti.
Acemi eğitimini bitirdiğinde, kendini sağlıklı hissediyordu. Gideceği yer de Siirt kırsalıydı. Hiçbir şeyden çekinmeden, en küçük korku dahi duymadan görev yerine gitti. Şunun şurasında üç- beş aylık kısa bir dönem vardı. Yakup un asıl korkusu askerlik sonrasıydı. Siirt de görev yaptığı jandarma karakolundan bir ay sonra Şırnak’a gideceği haberini aldı. Kısa dönem askerlik yapıyordu ancak savaşmaya kararlıydı muhakkak. Birileri onu kullanıyordu sanki. Çatışmanın ortasına sürüklenmiyordu sanki.
Siirt de askerlik hapishaneden daha beterdi. Sürekli hareket ve çatışma ortamıydı. Ancak burada olanları veya olabilecekleri pek umursamıyordu. Başında kavak yelleri esiyordu. Terörist lafı pek de korkunç gelmiyordu. Gazetede yazdığı haber başlıkları arasında teröristlerin iğrenç katliamları da vardı. O dönemde tedirgin olmuştu, fakat şimdi ortama girdiği anda şehitlerin duygularını hissedebiliyordu. Herkes ölmeden önce hiç ölmeyecekmiş gibi güven duygularına kapılır, vurulduklarında da şaşkın bir halde şehit olurlardı. Fakat Yakup bunu nerden bilebilirdi ki.
O ise o dönemde nedense öleceğine ihtimal bile vermiyordu. Kaldı ki çatışmalara giriliyordu da muhtemelen özel kuvvetlerin müdahalesiyle olay bitiriliyordu. Çatışma anında da kimse kendi canını pek düşünmüyordu. Komutanlar askerlerini, askerler ise koyun koyuna can verecekleri arkadaşlarını, ailelerini, sevdiklerini ve kimileri de arkadaşlarının ve insanların canlarının acıyacağını düşünüyordu.
Gece yarısı gelen, telsiz haberi ile karakoldaki takım arkadaşlarıyla birlikte yakındaki bir köye gitme emri aldılar. Gelen habere göre köy baskına uğramış, insanlar katledilmiş köye giden askerlerle de çatışmaya girilmişti. Yani şimdi çatışma zamanıydı. Kim bilir köye gittiklerinde nelerle karşılaşacaklardı. Ön karakollardaki askerler köye, arkadakiler ise önde boşalan karakola naklediliyor, olası baskınlar önlenmeye çalışılıyordu. Yakup un takımı karakoldan çıkarken bir takım bulundukları karakola geldi. Gidecekleri yer muhtemelen sadece köydü. Ancak helikopterlerin sürekli sesleri, çatışmanın birkaç kişilik bir grubun işi olmadığını gösteriyordu.
Zira bölgedeki bütün askeri birlikler teyakkuz halindeydi, sürekli bir intikal durumu vardı. Yakup ise jandarma eri olmasına rağmen oldukça iyi bir savaşçı gibi kendini donatmıştı. Takımındaki arkadaşları ve arkasından gelenler de aynıydılar.
Çatışma büyüktü fakat Yakup yine soğukkanlılığını korudu. Ağır yükleri silahları ve mühimmatlarıyla yürüyerek köye gidiyorlardı. Asıl amaçları köye girmek değildi aslında. Köyden kaçan bu yöne doğru gelebilecek gruplara karşı set oluşturmaktı. Takımıyla birlikte ilerliyorlardı yavaş yavaş. Yaklaşık bir saat boyunca ilerlemişlerdi, köye girmelerinde bir tepecik kalmıştı.
Tepenin hemen yanında başka bir tepe vardı ve aradan küçük bir dere akıyordu. Muhtemelen kaçabilecek unsurlar buradan geçecekti, fakat takım oraya giderse olası bir pusu ile karşılaşabilirdi. Bu büyük bir göreve dönüştü bir anda. Hem çok riskli hem de çok önemliydi.
Komutanları da dereye inmeden tepenin yamaçlarından geçmeyi ve çift tarafı da dağılarak sıkıca kontrol etmeyi uygun gördü. Emirler de bu yöndeydi. Tepenin yamacında takım dağılmıştı ve Yakup da tek başına kalmıştı.
Asıl zor görev de zaten buydu. Orada tek başına kalmak, karanlıkta olası saldırılara karşı tetikte olmak, etrafı teftiş etmekti. Uzaktan gelen silah ve helikopter sesleri arasında sadece arkadaşlarının çıkardığı çıtırtılar vardı. Sessizce ve gergin bir halde yamacı geçtiler ve yamacın bittiği yerde takım tekrar bir araya toplandı. En korkulanı, en risklisi olmamış, kimseye zarar gelmeden takım yamacı geçmişti. Köyün başladığı yer de burasıydı.
İleride yanan evler ve gökyüzünden yere, yerden de gökyüzünde doğru hareket eden mermiler gözleniyordu. Işıldayarak bütün ihtişamıyla patlayan mermiler yerde toz bulutları oluşturuyordu. Köy adeta aydınlanıyordu. Gece yanan sokak lambaları gibi, ortalık çok net olmasa da seçiliyordu.
Telsizlerden gelen bilgilere göre hareket eden komutanlar, köye girmeme emri verdi. Zira teröristler evlerde saklanıyor, olası bir pusunun da planlarını kurguluyor olabilirlerdi. Evlere yaklaşmak bile oldukça tehlikeli gözüküyordu bu vaziyette.
Takım komutanları ise, yüzünü ekşiterek küfrediyordu. Takımındaki askerlere öndeki üç evi teftiş etme emrini verdi. Üçe ayrılan takım evlerin etrafını sardı ve bir anda içeri hücum etti. Evlerin hiçbirinde hiç kimse yoktu. İçlerinin boş olması aslında büyük imalara giden yollara açılan kapılardı. Bu evler boşsa ya tuzak vardı, ya da köy olduğu gibi tuzaktı. O anda Yakup dışarıya çıkan takım komutanının yanına gidip aklına gelenleri söyleme ihtiyacı duydu.
Komutan ne var diye karşıladı ancak Yakup hızını kesmeden aklındakileri söyledi. O anda kaşları kalkan ve Yakup un ne kadar haklı olduğunu anlayan komutan derhal dışarı emrini verdi. Takım hızla evleri boşalttı.
Aynı anda da telsize bildiriyordu teğmen. Anlaşıldı yanıtı geldi ve yaklaşık otuz saniye geçtikten sonra tamamen dışarıda olan takıma evlerden ve köyden olabildiğinde uzaklaşma emri geliyordu. Koşarak uzaklaşan askerlerin ardından baskınlar yapan kobralar, köyü alevler içinde bırakıyordu. Öyle bir durum oldu ki yüzlerce metre öteden bile sıcaklık hissediliyordu. Yakup durdukları yerde arkasına dönünce alevler içerisinde korkunç büyüklükte bir alan gördü. Her yer alev alev yanıyordu, dumanlar gökyüzüne yükselirken köyün bulunduğu ova tamamen aydınlık bir hale bürünüyordu.
Bombardıman kısa zamanda bitmişti ki yanan köy evleri kısa zamanda kendiliğinden yıkılıyor ve alevlerini de tozlar arasında söndürüyordu. Çıkan dumanlar azalmaya başlamıştı. Sabaha daha birkaç saat vardı. Alevler sönünce de köye inip durum kontrol edilecekti. Bu esnada da yeni gelen birliklerle birlikte dağlar, karış karış aranacak, tuzaklar ve pusular önlenecekti. Asıl iş belki de günlerce sürecekti.
Köy halkının da nerede olduğu muammaydı. “Meğer kampmış burası” dedi teğmen. Aklında kopan fırtınalar göz hareketleriyle mimiksi bir üsluba bürünüyor, yanındaki diğer komutanların da öfkesiyle birleşince atom bombası kıvamına geliyordu. Komutanlar topluluğunun baktığı yerlere sanki yıldırımlar yağıyor, ışıl ışıl alevlere girip tarif edilemez bir kıyafete bürünüyorlardı. O kıyafet ve içerisindeki varlık, yorulmaz bir azimle, muhabbetle ve sonu gelmeyen bir kuvvetle Türk milliyetçiliği kılıfına bürünüyordu. Orada sadece bir üniforma yoktu. Binlerce fikir, tonlarca kan ve bağımsızlık ateşi yatıyordu. O anda gözler; bakmaktan daha çok başka şeyler anlatıyordu. O anda ordu, yıllarca yetiştirdiği bir neferiyle dahi olsa bütün duygularını açığa vuruyor, aslında gönlünden neler geçtiğini haykırıyordu. Fakat sabrediyordu, susmuyor, direniyordu. Sonuna kadar haklıydı aslında.
Yakup da bu yıldırım yağmurunu yarı şaşkınlık, yarı gerginlikle izliyordu. Komutanından o anda beklediği hareket; silahını çekip bütün korkusuzluğu, ihtişamı ve savaşçılığı ile saldırmasıydı.
Ancak öyle olmadı, sabredip zamanında dersini verecekti o. Öfkesini bir ana bekletiyor, o anda da kıyametleri koparmamak için, öfkesini dizginlemek için kendini terbiye etmeye çalışıyordu. İçinden geçenler kafiyeler halinde yüzünden okunuyordu.
Alevler dinince, takım köye yavaşça inmeye başladı. İnilen yamaçlar sevdaya kavuşmak kadar, hasretle bekleniyordu. Köyün bulunduğu tabana indiklerinde, henüz tamamen dumanlar dinmemiş, tütmeye devam ediyordu. Güneş de doğmak üzere olduğunun sinyalini veriyordu.
O anda Yakup un aklına sabah ezanı geldi. Bu savaştan sonra; bu köyde imam olsa bile ezan okumasını beklemiyordu. Ancak gözleri bir minare aradı. Minare de yoktu bu köyde. Tamamen minyatür bir köydü burası. Belli ki köy, içerisinde yaşayan ve baskınla öldürülen birkaç masumdan ibaretti. Gerisi ya teröristti ya da sıkı bir yandaşıydı.
Yine böyle bir ortamda kulağının dibinden geçen birkaç vızıltı duydu fakat ne olduğunu anlayamadı. Aynı anda da bir el sırtından onu yere bastırdı ve “siper al!” diye güçlüce haykırdı. Yakup o anda çatışmaya girdiklerini anladı. Karşı dağdan, muhtemelen keskin nişancı Yakup u nişan alarak ateş etmişti. Fakat başaramadığı aşikârdı. Aynı anda yanındaki diğer teröristler de ateşe başlamışlardı, siper al komutu da takımın hayatını kurtarmıştı. Arkalarındaki kayalara çarpıp vırıldayarak seken mermilerin sayısına bakıldığında ateş edenler oldukça kalabalıktı.
Bu ateşle birlikte yerde yatan askerlerden de karşı ateş başladı. Aynı anda bir üst takım, diğer yerlerden köye inen askerler ve helikopterler de terörist gruba ateş etmeye başladı. Karşı dağda silahların ateşlendiği yerden bu kes toz bulutları da yükselmeye başladı. Her taraftan dağa doğru rastgele sıkılan mermilerin sayısı zaman geçtikçe artıyor, bazen de roket atarlar ile yoklanıyordu.
Aynı şekilde karşı taraf da davranıyordu. Tek tek atış yapan herkes, seriden ateş etmeye başlıyor ve çatışmanın şiddeti dakikalar geçtikçe artıyordu.
Yakup da ateş edildiğini düşündüğü ışık yanıp sönen bir noktaya nişan almış, sakince ateş ediyordu. Onun ateş ettiği yerde bir ışık sönüyor, yerini başka bir silahın ışığına bırakıyordu. Sonunda o ışık da söndü ve yeni gelen takviye helikopterler ve özel kuvvetlerin de desteği ile silah sesleri yavaşça duruluyordu. Tek tük gelen silah seslerine misliyle karşılık veriliyor, hemen susturuluyordu.
Bordo bereliler ise işe el koymuştu çoktan. Gördüklerini adeta sağ bırakmıyorlardı. Biraz önceki takım komutanının ifadesi tam olarak işte buydu. Başka bir şekilde ifade edilemezdi. Tam olarak işte bu!
Bir saat sonra da çatışma sesleri tamamen kesilmişti. Herkes ayaklanmış karşı dağa çıkıp leşleri teftiş etmek için bekliyordu. Nihayet emir geldi. Ön taraftan giden daha deneyimli özel kuvvetler, leşleri kontrol ediyor, sağ kalan varsa da durumunun ne olacağına bakıyorlardı.
Yakup bir özel kuvvet astsubayının yirmi metre gerisindeydi. Astsubay, bir teröristin cansız bedenini ayağıyla yokladıktan sonra sırt üstü döndürmek için omzundan tutup çekti.
Terörist kalçasından vurulmuştu. Ölmemiş de olabilirdi. Sırt üstü döner dönmez de silahı bordo bereliye yöneldi. Bu görüntü karşısında Yakup silahıyla teröriste nişan alırken bir silah sesi duydu. Gözünü nişangâhtan derhal çekti ve yerdeki teröristin başından sıçrayan kanı gördü.
Kan en az beş metre öteye kadar gitmişti. Teröristin beyni yere yapışmış ve parçalanmış olmalıydı. Yakup şaşırmıştı. Cesedin yanına gitmekten çekiniyordu açıkçası. Ancak bordo bereli “gel şunun üstünü ara” dedi ve uzaklaştı. Yakup yaklaşıyor, aynı zamanda da kendini motive etmeye çalışıyordu.
Altı üstü biraz kan diye geçiştirmek istedi. Ancak kan; bir koyundan değil, bir insandan akıyordu. Bu arada da gittikçe yaklaşıyordu. Teröristin yanına geldiğinde ona bakmak istemedi ancak, bakınca da aslında çok da korkunç olmayan bir görüntüyle karşılaştı. En azından kendine göre öyleydi. O an dedesinin sırtındaki çapa aklına geldi fakat bu; daha çok kafası kırılmış bir yaramaz çocuğun baygınlık numarasını andırıyordu.
Alnının sol üst köşesinden itibaren kafatası orda yoktu ancak sadece kan vardı. Küçük parçalar halinde ve mor bir renkte beyin parçaları vardı. Sadece o kadar.
Yavaşça eğildi, adamın üstünü yoklamaya başladı. Tam elini cebine soktu ki teröristten minik bir kımıldama hareketi geldi, birkaç el silah sesini duymanın şokuyla her taraf karanlığa büründü.
Yakup farkında değildi fakat terörist son bir hamleyle üzerindeki bombayı patlatmıştı. Hareketi görenler de ateş etmişlerdi. Bu teröristin yaptığı son nefesindeki parmak hareketiydi. Parmaklarıyla ateşlemiş ve kendisiyle birlikte bombayı patlatmıştı.
Yakup bulanık bir görüntüde gözlerini açtı. Helikopterin içinde, kanlar içerisinde ve kolları göğsünde götürülüyordu. Kollarının göğsünde olmasının sebebi onların kopmuş olmasıydı. Hiçbir şey hissetmiyordu. Ne acı ne haz. Sadece ve sadece biraz sonra öleceğini düşünüyor ve bu halde dahi şaşkınlığını açığa vurmak istiyordu. Helikopterin içinde takım komutanı, bir sağlıkçı ve birkaç subay daha vardı.
Ölmemesi için dua ediyorlar, aynı zamanda da kopan yerlerinde buldukları bütün bezleri bastırıyorlardı. Yakup da o anda üşüdüğünü hissetti. Bir anda bütün vücudundaki tüyler ürperdi. O anda etrafında bulunanlar da kanamanın arttığını, askerin canının çıktığını söylediler.
Yakup sadece ürperiyordu. Gözleri yavaşça uyuşuyor ve kapanıyordu. Ancak ayık kalmak ve yaşamak istiyordu Yakup. Hayatı da gözlerinin önünden geçmeye başlıyordu. Yaşadığı her anı birer saniyelik vetireler halinde görüyordu. Gözleri kamaşmaya ve etraf aydınlanmaya başlıyordu.
Ve Yakup ölüyordu. Yıllar boyunca yaşadığı onca çile, hasret ve zorluktan sonra böyle acımasız, yersiz bir ölüm. En azından ağladığım kadar gülebilirdim diyebildi düşüncesine. Biraz mutlu olsaydım bari diye düşündü.
Sonra aydınlık gittikçe arttı. Karşısında duran nur yüzlü ve beyaz kıyafetli biri vardı. Hemen yanında annesi, babası, recep babası ve Ayşe annesi vardı. Nur yüzlü adam ise onun hayatı boyunca görmediği güzellikte ve çekicilikte biriydi. Onu görünce hemen sevdi. Kanı kaynadı adeta. Karşısındakiler hiç ses çıkarmadan bekliyorlardı anca gülümsüyorlardı.
Yattığı yemyeşil çimenlerin üstünden o nur yüzlü adam kaldırdı Yakup u. Yakup kalkınca o adamın Hazreti Muhammed olduğunu anladı ve gözleri yaşardı. Eli ayağına dolandı bir anda. Etraf ve o çok güzeldi. Mis kokuları yayılıyordu etrafa ve yüce peygamber, ona gülümsüyordu.
- “Ey! Firdevs cenneti ehli!” dedi. “Allah’ın yüce kudreti ve sonsuz ilmi ile yarattığı âlemin, senin gibi kullara tahsis edilen sonsuz nimet diyarı cennetindesin. Sana sonsuz nimet ve huzur vardır burada. Ancak henüz vazifeni tamamlayamadın. Allah’ın izniyle tekrar yurduna dönüp imtihanını tamamlayacaksın ve tekrar aramıza döneceksin.”
- “Anam, babam ve canım sana feda olsun efendim. Allahın izni ile vazifemi tamamlamaya hazırım.” Dedi. Ve gözlerini kapadı.
Gözlerini açtığında damla damla delinmiş bir tavan görüyordu Yakup. Başında sevinç çığlıkları atan takımının komutanı ve doktorlar.
Genç teğmen kahkahalar atıyordu ve “kurtuldun aslanım” diye bağırıyordu Yakup a. O ise gördüklerini düşünüp hüngür hüngür ağlıyordu. Allah’ım ne büyüksün diyordu içinden. Ve başındaki doktor yaşayacak ancak, hiçbir zaman sol kolu ve sağ bacağı olmayacak diyordu.
Yakup hastaneden çıkıyor, üst rütbeli generallerin alnından öperek teslim ettiği evine giriyor, yıllarca ünlü bir gazetenin köşesinde yazılarını yayınlıyor, akşam da şöminesinin karşısında kahvesini yudumluyor ve orada gözlerini kapıyordu.