- 801 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Silinemeyen...
Altmışlık adam, özenle düzenlenmiş vitrinin karşısında kasketini kaçıncı kez düzelttiğini bilmiyordu. Pardösüsünün düğmeleri baştan sona iliklenmiş, kemerinin uçları kurdele şeklinde bağlanmıştı. Kolundaki siyah şemsiye, kahverengi pardösüye pek uymasa da ciyakladığı söylenemezdi. Siyah, bağcıklı ayakkabılarına dökülen pantolon paçaları ona ayrı bir hava vermişti. Gözlerinde derin denizlerin rengi ve gizemi vardı. Kemerli burnuna uyum gösteren pos bıyığı da kasketinin kenarından sarkan saçları gibi kurşuniydi. Alnındaki kalın çizgiler, yaşamla ve kendisiyle kavgalı insanlara aitti. Yeni traşlı yüzü çok kazımaktan olsa gerek, kızarmıştı. Gözleri kuşkuyla bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Huzursuzlaşmıştı. Şemsiyesinin işlemeli sapından sıkıca kavradı ve baston niyetine kaldırım taşlarına vurarak mırıldandı, " gel mi ye cek... gel mi ye cek..."
Kalp atışları hızlandı. Bedeni şimdi başkentin kalabalık bulvarında olsa da, hafızası ve yüreğiyle İstanbul’a, Kadıköy İskelesi’ne uçmuştu. Hiç anımsamak istemediği günler gözlerinde akmaya başlamıştı bile. Yine sonbahar, yine pazardı. Rüzgâr gazellerle birlikte etekleri de uçuşturuyordu denize doğru. Vapurlar gelip gidiyordu; o hariç, yüzlerce, binlerce insan gelip gidiyordu. Gelen her vapurun boşalışında gözleri onu aramıştı. Sarışın, esmer, bakımlı, bakımsız; arlı, arsız birçok kadın çıktı vapurdan; ama o yoktu! Umudunu bitirince, en yakın meyhaneye düşmeden, martılara bakarak ilk şiirinin ilk mısralarını mırıldanmıştı.
Ne yâr geldi
ne yâri getiren vapur.
Sığmıyor yüreğim bu daralmış güne.
Keşke uzak denizlerde martı olsaydım.
Beklediğim olmadan
dalgalarda sallan dur.
Bu pazar Ankara’da da aynı rüzgâr var. Saçları düz ve alev rengine boyanmıştı, yüksek topuklu ayakkabılarına uygun yürüyen elli yaşlarındaki kadın, hızlı adımlarla yolun karşı tarafına geçti. Uzun ve bol olan eteğinin uçları kaldırıma değmesin diye, çıkarken birazcık yukarı doğru çekti. İnce ayak bilekleri göründü. Siyah kazağının üzerine deri ceket giyinmişti. Çantasını koltuğunun altına sıkıştırmış, adımlarını daha da hızlandırmıştı. Attığı her adım da saçları kalkıp iniyor, uçları çenesine ve biçimli dudaklarına dokunuyordu. Kalemle desteklenmiş kaşlarının altında iki ela ve telaşlı göz saatini okudu. Koşması mümkün olsa kesin koşacaktı. İnce belini sıkan kemeri biraz gevşetti. Buluşma alanına girdiğini fark etti ve yavaşladı. Şimdi pazar yürüyüşüne çıkmış biriydi; ama kalkıp inen göğüsleri onu ele verebilecek kadar belirgindi. Durdu, saatine yine baktı. Omzuna dokunan el için dönecekti, dönmedi.
" Bu kez de gelmeseydin bir otuz yıl daha beklemeyi kafama koymuştum," sitem dolu, titrek ve kırgın bir sesti.
Kadın, omzundaki ele dokundu, tuttu; yavaş yavaş döndü, adamın gözlerine bakmaya korkuyordu. Adam, iri elleriyle kadının yüzünü avuçlarına aldı. "Biliyorsun beklerdim," diye mırıldanırken, bu kez sesine fedakârlığı da koymuştu.
Birkaç kelime kadının dudaklarından zorla sıyrıldı.
"Biliyorum beklerdin," inançla ilave etti, " sen beklerdin Münir, sen beklerdin!"
Kadın ağlamamak için bütün gücünü harcıyordu. Gözlerin otuz yıl önce bıraktığı gözlere verdi. Münir’in gözlerinde, büyük bir felaketten artakalan harabelerin sessizliği ve ıssızlığı vardı. Dayanamadı, kimseye aldırış etmeden adamın boynuna sarıldı ve hıçkırdı.
"Beni bağışlayacak mısın?"
Adam, kadının sırtına teselli dokunuşlarıyla birkaç kez vurdu.
"İşin aslı, sana ne kızabildim ne de kırıldım." Kadının alnına dökülen saçlarını parmaklarıyla tarayarak düzeltti. " Eee, hadi bakalım, burası senin şehrin, ne tarafa gidiyoruz?"
Kadın, Münir’in elini sıkıca kavradı.
"Elbette evimin olduğu tarafa…"
Elini en son otuz yıl önce tutmuştu. Evet, tam otuz yıl önce son kez dokunmuştu ona. Aylardan eylüldü. Beyazıt’tan Sirkeci’ye kadar el ele yürümüşlerdi. Cağaloğlu Yokuşu’ndan inerken gönüllü yakalanmışlardı ince ince yağan yağmura; aptalca ve âşıkça ıslanmışlardı. Şimdi ekimin sonu; demek ki, otuz yılı bir ay geçmiş. İkisinin de konuşacakları çok şey olmalıydı. Dile kolay, koca otuz yıl. Bu memlekette otuz yıl yaşamadan ölen, öldürülen çok insan tanımıştı ikisi de.
( ÖYKÜ DÖRT BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR, SERİ HALDE VERİLECEKTİR.)