İnsandı Öbür Yanımız
Saniye geline bu kıtlık yılları hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Eşini kaybettikten sonra hayat onun için anlamından çok şey yitirmişti. Bundan sonraki yaşamını kendisinden çok, üç yavrusu için sürdürmeliydi. Bu üç yavru onun yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide, o hassas noktada tercihini yaşamdan yana koymasını sağlayan tek nedeniydi.
O gece, çocuklarını yine aç yatırmıştı. Daha büyük olan iki kızı tam olarak anlamasalar bile, annelerinin her gün eriyip bittiğini sezinliyor, babalarının bıraktığı acıyı hafifletmek için çırpınıp duruyorlardı. Karınları aç yatıyorlar, mısır koçanı, çavdar ve fındık karışımı bir bulamaçtan oluşan yemeklerini katıksız yiyorlardı. Tadı çok kötü olduğu halde ağızlarını şapırdatarak bitiriyor, annelerinin duyacağı ses tonuyla Tanrı’ya verdiği bu nimetler için dua ediyorlardı. Gene böyle bir akşamdı. İki kız kardeş, mutfak hariç, küçücük bir odası daha bulunan derme çatma evlerinde kendilerine ayrılan odaya çekildiler.
Saniye gelin için yaşam, çile ve gözyaşından ibaret bir hal almıştı. Yalnız kalınca derin bir hüzün içinde oğluna sarıldı. Onun için düşler kurmaya başlamış, her gece yattığında bunu tekrarlar hale gelmişti. O gece de aynısı oldu. Gelecekle ilgili hayalleri içinde kaybolup gitti.
Küçücük Halil İbrahim’i ocaklarını tüttürecek, soylarını devam ettirecekti. Eli iş tutunca kendisine de, kız kardeşlerine de sahip çıkacak, baharda patates tarlalarını ekecekti. Mevsim iyi giderse ihtiyaçlarından fazla gelen patatesleri toprakta açtığı kuyularda muhafaza eder, yiyecek sıkıntısı çekmeden yeni seneye atarlardı kendilerini. Sonra, eğer tohumluk mısır bulabilirlerse düz tarlaya da mısır ekerler ve ekmek ihtiyaçlarını kimselere muhtaç olmadan karşılayabilirlerdi. Bütün bunlar, henüz iki buçuk yaşındaki, şimdi koynunda açlıktan yorgun düşerek uyutabildiği oğlu Halil İbrahim üzerine kurduğu hayallerden ibaretti.
Düşündüklerinin bir düş olduğu gerçeği, dimağında derin bir acı bırakırdı. Oysa gerçek olmasını ne çok isterdi. Ama olsundu. Nasıl olsa bir gün teker teker gerçekleşmeyecek miydi bütün bunlar? Yüzünden tatlı bir tebessüm geçti. Dudaklarını, süt kokusunu duyumsadığı oğlunun yanaklarına götürdü. Tüy hafifliğinde bir öpücük kondurdu yumuşacık tenine. Pencereden içeri sızan ay ışığında onun masum yüzünü seçebilir gibi oldu. Yeniden öptü oğlunun yanaklarını. Kokusunu derin derin içine çekti. Uyanır ve açlığı aklına gelirse, sabaha kadar uyutmak mümkün olmayabilirdi.
Gece nasılsa sabaha ulaşacaktı. Ama bu talihsiz yavrucaklara sabah ne yedirip, ne içirecekti. Gözlerinden süzülen iki damla yaş, arkasında ıslak bir iz bırakarak yanağından kayıp yok oldu. Yatakta bir sağa bir sola, sonra yeniden sağa dönüyor; bir türlü gözüne uyku girmiyordu. Bütün köyü teker teker geçirdi aklından. Hane reislerinin ve akrabalarının adlarını tek tek kafasında sıraladı. Onlardan birine gidip son kez mısır istemeli, hiç değilse son bir defa çocuklarının karınlarını doyurmalıydı. Sabah çocukları uyandırmadan, büyük kızı Zeynep’i uyandırmalı, kendisi değirmendeyken, ondan kardeşlerine göz kulak olmasını istemeliydi. Ateş almaya gidip geliyormuşçasına bir koşu değirmene gider, mısırını öğütür dönerdi.
Asıl sorun öğüteceği mısırı kimden ve nasıl bulacağı idi. Kaynına gitse olmazdı. Daha geçen gün gözlerinin içine baka baka;
- Kardeşim öldü ve onunla birlikte ona ait olan her şey öldü. Sen git kendi başının çaresine bak. Bu tarlalar ne seni, ne de bizi besleyebilir. Çocukları da yetimhaneye ver!
Demiş ve kovarcasına elini boş çevirmişti. Arkasından da sesini daha da yükselterek;
-Bu laf anlamazlığın ve dik başlılığınla bir daha bu kapıya gelme!
Diye bağırmıştı. Açlıktan şuracıkta ölse bile ona gitmeyecekti. O son sözünü söylemişti.
-Kardeşime ait olan her şeyi o gün yüreğimize gömdük.
Kendince haysiyetli sayılacak bir de söz etmişti üstelik. Dişlerini sıktı, “ulan sende yürek mi var ki gömesin itoğlu” diye mırıldandı. Tükürdü, neye ve nereye olduğunu bilmeden.
Aklına az önce düşlediği patates ve mısır tarlası geldi. Şimdilik sahip çıkacak kimseleri yoktu ve kendi hisselerine düşen tarlaları kesinlikle kaynının elinden alamazlardı. Oğlu vardı.
Halil İbrahim’i vardı ve büyüyordu. Elbet zamanı geldiğinde babasına düşen tarlayı bir yolunu bulup amcasından alırdı. Bunca yıldır ekip biçtiği için de ayrıca bir fatura keserdi amcasına.
Öyle de olsa geçmişe bir sünger çekmek, onu yok saymak lazımdı. Hak yerini bulsun yeterdi. Çocuğun kafasını bulandırıp, başını derde sokmamalıyım diye geçirdi içinden. Bunları düşünürken kafasında şimşek çaktı aniden.
Yarın sabah İshak Hoca Efendilere gitmeliydi. Kimse un ekmek bulunmazken, herkes neredeyse açken, ofis kapılarında ellerinde karne buğday sırası beklerken, onların serendileri ağzına kadar mısırla doluydu. “Bir batman mısır alır öğütürüm değirmende” diye düşündü. Evet, bu iyi bir fikirdi. Hoca Efendi’ye söyleyeceklerini kafasında kurmaya çalıştı. “İshak Hoca Efendi, bu zamana kadar kapına hiçbir maslahat için gelmedim. Belki beni tanımazsın ama anlatınca şıp diye tanıyacaksın” diyecek, kocasının ölümünden başlayarak anlatacaktı bütün hikâyeyi. Üç öksüz ve aç çocuğa bakmak durumunda olduğunu ve kaynının bu kıtlık günlerinde Allahtan korkmadan tarlalarına el koyduğunu da eklerse adam yumuşar;
“Ne demek gelinim, bir batman mısırın lafı mı olur, yarın öbür gün ne yer ne içersiniz. Size tam elli okka mısır veririm bununla bir süre idare edersiniz. Sonrasında da Allah kerim düşünürüz bir şeyler” derdi.
Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. İçini çekti, omuzlarından ağır bir yükün daha kalkmış olduğunu düşünüp çok sevindi. Yoksulluğun ve bunca acının eritmeye başladığı bedeni yorgunluğa ve uykuya yenik düştü. Alıp götürdü rüyaların içine onu. Hayalleriyle birlikte kaybolup gitti gecenin karanlığında.
Uzaklardan bir horoz sesi geliyordu sanki kulağına. Önce rüyada olduğunu sandı. Daha sonra tam arkasında bulunan pencereye aceleyle yüzünü döndü. Günün aydınlanmamış olduğuna şükretti. Oğlunu uyandırmamaya özen göstererek, bir kedi ürkekliğiyle yatağından hafifçe kaydı aşağıya. Yavaşça diğer odanın kapısını araladı. Her yan karanlıkmış gibi geldi birden. Önce hiçbir şeyi seçip ayıramadı. Pencereye yönelip el yordamıyla perde yerine kullandıkları çuval bezini yana doğru çekiştirip, ışığın içeri sızmasını sağladı. Kızlarına baktı alacakaranlıkta. Ne kadar masum göründüklerini düşündü. Aç olduklarını unutup, neredeyse Allaha şükürler edecekti, onları kendisine bahşettiği için. Değil şükür dünyaya getirdiği ve aç bıraktığı, açık bıraktığı için hesap bile verecekti Allah katında. İçi daraldı, sağ elini Zeynep’ e doğru uzattı. Dokunmadan önce uyandırıp uyandırmamakta bir an tereddüt etti. Hiç değilse uykudayken açlıklarının üstesinden geliyor, duyumsamıyorlar yoksulluklarını diye düşündü. Öyle de olsa birazdan uyanacaklardı. Kaderlerinin başladığı yere, onlar için yazılan yazgıya geri döneceklerdi.
Parmak uçlarıyla hafifçe dokundu kızının simsiyah gür saçlarına. Zeynep kıpardandı önce. Uyumaya devam edecekti ki, iyice sokuldu kızına. Kulağına eğilip fısıltı şeklinde;
-Zeynep kızım aman ses çıkarma, uyan!
Önce boş boş bakınmasını izledi kızının ve tam “ne var anne” diyeceği sırada işaret parmağını dudaklarına götürerek, sessiz olmasını işaret etti. Annesi ilerde, Zeynep peşinde zemindeki eski döşek tahtalarını gıcırdatmamaya özen göstererek dış kapıya kadar yürüdüler.
-Zeynep, sen Halil İbrahim’in yanına gir ve orada yat, gözünü seveyim kızım aman kardeşini uyandırma, sonra bir daha susturamazsın. Ben birazdan geleceğim. Güneş daha kel tepeye çıkmadan evde olurum!
Kızının bir şey sormasına fırsat vermeden omzundaki şalını sıkıca örtünüp hızlı adımlarla uzaklaşıp gözden kayboldu.
Bir yandan yürüyor diğer yandan düşünüyordu, acaba İshak Hoca Efendi onu nasıl karşılayacaktı. İstediği mısırı kendisine verecek miydi? Ya vermezse diye geçirdi aklından. Sendeledi. Bir an nefesi kesiliyormuş gibi oldu. Durup, üzerindeki bu halin geçmesini bekledi. Bir tas su olsa, içebilseydi, daha çabuk kendisine gelebilirdi.
Patika yolun, sağına soluna bir göz gezdirdi. Su filan görünmüyordu ortalarda. Gün ışımıştı. Güneş bir saat içinde doğar diye geçirdi aklından. Ve yeniden yola koyuldu.
Neredeyse iki saate yakın hızlı adımlarla yürümüştü. İshak Hoca Efendilerin, sırtın üstündeki iki katlı ahşap dolma evi uzaktan göründü. Gülümsedi umutla. Aradığı şey orada, evin hemen yanı başında bulunan serentinin içinde duruyordu. Kafasından bu serentinin kaç hey ya da kaç çuval mısır alabileceğini düşündü. Çok olmalı dedi. Hiç görmemiş ama duymuştu ağzına kadar mısır koçanlarıyla dolu olduğunu. Hem onun isteyeceği mısır, orada bulunanların binde biri kadar bile değildi. Kendisinin böyle bir varsıllığı olsa sözü ikiletmez; “ne kadar istersen o kadarını alabilirsin gelinim, insanlık öldü mü?” derdi. Ya vermezse? Bunu düşündüğü zaman tüyleri diken diken oldu.
Aklına Pala Yusuf geldi birden. O pislik adama gidip, bütün yıl yiyecekleri mısır ununu alabilirdi ama bunu yapmak istemiyordu. Kocaman pala bıyıkları vardı. Güçlü, kuvvetliydi. Kalıbına bakan adam sanırdı. Oysa insanlık namına hiç bir şey yoktu sinsi yüreğinde. Kocası ölür ölmez dayanmış kapıya, imalı sözler etmişti. “Zamanında evlenmekle aptallık ettin o sümsükle. Şimdi aldı başını gitti. Oysa sen daha kız gibisin. Tek başına üç çocukla kaldın. Ben hepinize yiyecek içecek verir gül gibi bakarım. Yeter ki sen gönlümü hoş tut benim!” dememiş miydi?
Bir an midesinin bulandığını gözlerinin karardığını hissetti, başı dönmeye başladı. Nefesi tıkanacakmış gibi oldu. Kalbi kütlemeye başladı. Çarçabuk toparladı kendini. Oğlan uyandıysa yiyecek içecek bir şey isterse nasıl baş ederdi Zeynep onunla. Yola koyuldu tekrardan, ama ayakları başlangıçtaki hızıyla taşımıyordu onu artık. İkircim içindeydi. Şu İshak Hoca Efendi ile ilgili kafasında düşledikleri onu alıp, o pis yılışık adamla olan anılarına götürmüştü.
Karşıdan köpek havlamaları duyuldu. Bir an dar patikanın ortasında korkuyla çakılıp kaldı. Sağına soluna bakındı. Eli farkında olmadan bahçenin altında bulunan kalınca bir fındık çubuğuna gitti. Köpeklerin saldırması halinde, karşı koyamayacağını bile bile yinede çubuğu eline aldı. Avuçlarının içinde sıkıca tutup yoluna devam etti. Kuru dereyi geçer geçmez köpek sesleri daha bir yakından gelmeye başladı. Korkusu bir kat daha arttı. Ama hiçbir şey onu durdurmaya yetmiyor, hem korkuyor, hem de hızlı adımlarla yürüyordu.
Kapıya vardığında hiçbir şey düşünecek durumda değildi. İshak Hoca Efendi’nin karısı Kerime yenge, çoktan bir gelen olduğunu anlamış, harman başına kadar çıkıp kısık gözlerle gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. O’nu görünce rahatladığını hissetti ve duraksamadan “selamünaleyküm” dedi. Vakit çok erkendi. Bu zamana kadar evlerinin kapısında hiç görmediği Saniye gelini uzaktan bilirdi. Eşinin öldüğünü ve başına gelenleri komşu kadından duymuştu. Kerime Hatun, meraklandı. “Aleykümselâm Saniye gelin, hayırdır sabahın bu saatinde kötü bir şey mi oldu?” diye soracak oldu, sonra bundan vazgeçti.
-Hoş geldin kızım, köpekler bir şeye saldırır gibi oldu da çıktım dışarıya. İyi ki de çıkmışım, ısırmasalar bile saldırıyor korkutuyorlar insanları. Hele bir otur şuraya, soluklan!
Parmağıyla tahtadan yaptıkları, üzerine eski kilim serili derme çatma sediri gösterdi.
-Yok, oturmayayım yengem, çocuklar evde yalnız. Bir maslahatım vardır ve gidecek başka kapım da yok.
Kerime yenge, söyleyeceklerini dikkatle dinleyeceğini belirten bir ifade takınarak kaşlarını hafifçe yukarı kaldırdı.
-Söyle gelinim, nedir maslahatın?
- Yenge açız, çoluk çocuk perişanız, dün en son elimizdeki mısır koçanlarını, çavdar ve fındığı karıştırıp ezdim. Ekmek yapıp yedirdim bebelere. Doydular mı dersen, doymadılar. Ama yine de gözleri ışıldadı hepsinin. Son lokmasını ağzında kendiliğinden eriyip bitinceye kadar yutmadan çiğneyip durdu benim ufaklık!
Kerime yengenin gözlerine umutla baktı. Yaşlı kadının gözlerinin dumanlanıp kirpiklerinin yaşardığını gördü.
-Az bekle kızım, deyip içeri girdi. Elinde çencikli bakır tas ile geri döndü.
-İki saatlik yoldan geldin, acıkmışsındır, şimdi al bunu, hemen atıştır burada!
Saniye gelin utandı ama elinin tasa uzanmasını da önleyemedi bir türlü.
-Ah Kerime yenge tok muyuz ki acıkalım, aylardır açlığı tokluğu birbirinden ayıramaz hale geldik.
İlk kaşığı aceleyle ağzına koydu. Peşinden bir daha, bir daha. Mısır ekmeği ile doğranmış yoğurt öğmecini oracıkta bitiriverdi.
Nefes alamıyordu. Midesi çatlayacak gibi olmuştu. Uzun süredir hiç bu kadar çok yememişti. Bir an, gün başka türlü ışıdı gözlerine. Aldığı nefes daha bir başka doldu ciğerlerine. Dudaklarındaki kıpırtının farkına varan Kerime yenge, dua ettiğini anladı. Kendisine yönelik bir dua ettiğini düşünüp iyilik yapmanın verdiği hazzı yaşadı. Saniye gelin, o anda “Ey ulu Allah’ım sen kullarını açlıkla sınayıp açlıkla terbiye etme!” diye dua edip, bunu da dil ile sessizce ikrar etmişti.
-Gelinim İshak Hoca Efendi’ye sorulmadan bundan ötesi bizim evde yapılmaz. Anlayacağın istediğin şeyi kendi kararımızla yapmamıza izin yoktur. Zahire işlerine Hoca Efendi kendisi bakar. Serentinin anahtarı dolabında kilit altındadır. Hoca birazdan namaza kalkar. Bu sırada dileğini ona iletirsin. Şimdi ben ahıra inip sığırları sağacağım. Bu en az iki saatimi alır. Kolay değil elbet on baş sığırı bir çırpıda sağmak. Eğer burada sıkılırsan sende gel benimle!
Saniye orada tek başına kalmayacağına sevindi. Döşeme başında duran süt bakraçlarından ikisini alarak birlikte ahıra indiler.
Zaman sonra İshak Hoca Efendi’nin boğazını gürültüyle temizlediğini, döşek tahtalarını gıcırdatarak yürüdüğünü duydular. Kerime Hatun, bir yandan sağım işini sürdürürken diğer yandan da Saniye ile konuşuyordu. Kafasını Saniye’den yana çevirip;
- Kızım işte bizimki kalktı. O abdestini alıp namaza duruncaya kadar işimiz biter. Bir münasip dille isteğini ben anlatırım Hoca Efendi’ye!
Bu sözler Saniye’yi çok rahatlamış ve memnun etmişti. Bir an bu yaşlı kadına oracıkta sarılmak başını koyup omzuna, öylece beklemek geldi içinden.
Çok geçmeden birlikte ahırdan çıktılar ahırdan. Sağılan süt bakraçlarını mutfak girişine kadar birlikte taşıdılar. İshak Hoca Efendi sesleri duymuş olmalı ki üst kattaki odadan seslendi.
-Hatun kimdir o? Oğlan mı döndü yayladan!
Cevap vermedi Kerime Hatun. “Hadi gelinim, çıkıp maslahatını bildirelim!” diye fısıldadı usulca. Birlikte yukarı çıktılar. Kerime Hatun, Hoca Efendi’ye birkaç adım mesafede durdu. Saniye, daha geride ve sol yanında başı önüne eğik bekliyordu. İshak Hoca Efendi yüzündeki sakalına götürüp elini, öylesine üstün körü bir karıştırdıktan sonra, “evet Hatun” dedi. Kerime Hatun, yüzünün bütün sevimliliği ve sesinin olanca yumuşaklığı ile
-Hoca Efendi bu Saniye gelin. Hani şu üç yıl önce asker dönüşü ince hastalığa yakalanan ve daha iyileşmeden ölen Ali’nin karısı Saniye.
- Eee, ne istiyormuş gelin kızımız?
- Vallahi nasıl söylesem, evde hiç yiyecek bir şeyleri kalmamış. Gidebileceği buradan başka bir kapı da yokmuş. Ya da gittiği her yer aynı dert. Bilmez misin herkesin durumu üç aşağı beş yukarı aynı. Bir biz halliceyiz şükür onlardan. Aklına nereden geldiyse gelmiş. Bizden çocukları için bir batman kadar mısır ya da mısır unu istiyor!
Kaşları çatıldı Hoca Efendi’nin. Bir an ne söyleyeceğini toparlamaya çalıştı. Elini önce saçına oradan da sakalına indirip sol yanağında sabitledikten sonra;
-Peki, Hatun, neden savmadın, beklettin elin garibini?
Saniye’nin yüzünde bir aydınlanma gelip geçti. Tam ne güzel insanlar var bu dünyada diyeceği sırada sözünü sürdürdü İshak Hoca Efendi.
- Kıtlık yıllarıdır. Kocası yaşayanlar daha mı varsıl? Sofralarında fazladan bir tabak daha var. Yoksulluğu birlikte bölüşüp dururlar. Bizim mısırımız bize bile yetmezken nasıl verelim kızım!
Hafifçe dudaklarını araladı Saniye. Çoluk çocuk açız diyecekti. İlk seferinde sesi çıkmadı. Konuşamadı. Sadece ağzını açtı ve kapattı. Kararlıydı, umutla geldiği bu kapıdan eli boş dönmeyecekti. Hoca Efendi’ye yalvarıp yakaracak istediği mısırı alacaktı. Gâvur olsa bu kadarını verirdi. Bu duygularla Hoca Efendi’yle konuşmayı yeniden denedi.
- Hoca Efendi, başımıza geleni burada bilmeyen duymayan kalmamıştır. Kocamın ölümünden sonra kaynım olacak o dinsiz, o rızık düşmanının yaptıklarını herkes bilir. Şimdi ben Allah rızası için sizden bir batman mısır unu ya da mısır isterim. Çocuklarıma yedireyim. Biliyorum bu mısırlar da iki gün içinde bitecek ve onlar da açlıktan ölüp gidecekler. Ama bir sefer adamakıllı doyurayım karınlarını. Hiç değilse tok ölsünler. Gözleri açık gitmesin yavrularımın!
Bunu söylerken bir yandan sesi titriyor diğer yandan ağzından kelimeler ardı ardına dökülüyordu. Konuşması bitince Hoca Efendi’nin gözlerine baktı. Yanağını ateş bastığını yüzünün kızardığını duyumsadı. Sonra Kerime yengeye döndürdü bakışlarını. Kerime yengenin gözlerinden yaş yağmur gibi dökülmesine karşın, İshak Hoca Efendi’nin kılı kıpırdamamıştı.
- Rızkı Allah verir kızım, benim kapımdaki aç sayısı seninkinden daha fazla, istediğin mısır ya da unu sana veremem. Allahtan iste, o merhametlidir!
Dedikten sonra, Kerime Hatun’a eliyle çekilebileceklerini işaret etti. Yüreği burkulmuştu kadının. Saniye için yapacak bir şeyi olmadığını bildiğinden üstelemedi.
-Hadi kızım inelim aşağıya.
Dedi ve merdivenleri hızla indiler. Saniye, bu iyi yürekli kadının boynuna sarılıp, oradan gözyaşları içinde ayrıldı. Kerime yengenin sözcükler boğazına düğümlenmişti. Hiçbir şey söyleyememiş, sadece her iki omzunu belirgin bir şekilde elleriyle sıkıp yolcu etmişti, bu muhtaç ve yoksul anneyi.
Son ümidini de yitiren Saniye, dönüş yolunda ağlayarak ilerliyor, artık hiçbir şey duymuyor hiçbir şey düşünemiyordu. Bedeni sanki ayaklarının güçlükle taşıyabildiği bir ağırlığa dönüşmüştü. Her adımda ağlaması ve hıçkırıkları daha da artıyordu.
Bu arada Pala Yusuf’ların evine dönen sapağa gelmiş olduğunun farkına vardı. Patikanın ortasında ayakları çakılıp kaldı. Bir kaç adım attı o yöne doğru. Birden o çirkin teklifi anımsadı. Gözünün önüne yağlı bıyıklı, çirkin suratlı, iriyarı, yılışık adam geldi. Ona gitmeli miydi? Gitmezse açlıktan ölecekler, aksi halde de iffetini kaybedecek, Yusuf’un istediği her şeyi midesi bulanarak yerine getirecekti.
Bu düşünceler içerisinde orada ne kadar kaldı bilinmez ama sanki ona aradan aylar hatta yıllar geçmiş gibi geldi. Aklına Halil İbrahim’i düştü. Çoktan uyanmış olmalı ya da birazdan uyanırdı. Ya ekmek isterse, Zeynep onu nasıl teskin ederdi? Kendisi evde olsa boş memesini ağzına verir hiç değilse bir ara ağlamasını önleyebilirdi. Ne bulup, yiyip içiyordu ki ona verecek sütü olsundu? Bu düşünceler içinde pala Yusuf’ların yola doğru birkaç adım daha attı. Bilincini yitiriyor gibiydi. Olanca gücüyle düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Nereye gittiğini hangi dönülmez yolu adımladığını fark eder etmez, sanki çok zehirli bir yılana basmışçasına ayağını yukarıya doğru kaldırdı. Ani bir çığlık atıp, toprağın üzerine bıraktı yorgun bedenini. Ömründe hiç ağlamadığı kadar ağladı. Şalının kenarıyla sızılı gözlerini silerken artık gözyaşlarının kuruduğunu, akmadığını fark etti.
Tam doğruluyordu ki nal sesleri duydu. Kafasını sesin geldiği yöne çevirdiğinde gelenlerle arasında bir urgan uzunluğu mesafe ya kalmış ya kalmamıştı. Atlılar kendisinden tarafa geliyordu. Aceleyle başındaki yaşmağı, omzundaki şalı düzeltti. Gümüş eğerli gösterişli atlara binmiş altı kadar atlı iyice yaklaşmışlardı. En yaşlısı kırk sekiz elli yaşlarında, dolgun yüzlü babacan görünümlü, güleç bir adamdı. Onun atı daha bir bakımlı daha çok göz alıcıydı. Önde yürüyor diğerleri de beş altı metre aralıklarla takip ediyorlardı.
Adam tam yanına geldiğinde atının dizginlerine asılıp kısrağa “duuuurrrr!” diye seslendi. Sanki dilinden anlamışçasına kısrak durdu. Yüzünü Saniye’ye çevirip,
- Kızım buralarda İshak Hoca Efendi’nin evi varmış. Ben geldiğimde babasıyla birlikte Medrese mahallesinde otururdu. Yeni evini bilmem, buraları tarif ettiler. Sen biliyor musun?
Saniye gelin başını yukarı kaldırdığında yeniden gözlerinden yaş yağmur gibi dökülmeye başladı. Hüsem Efendi bu duruma çok şaşırdı.
-Ne oldu kızım şimdi, ne yaptık ki sana böyle ağlarsın?
- Siz bir şey yapmadınız, ağladığım yazgımdır. Şimdi bende İshak Hoca Efendilerden geliyorum. Evleri yarım saat mesafededir, ama siz atlarla beş on dakika içinde orada olursunuz.
Dedikten sonra sustu. Başını öne eğip bakışlarını ayakucunda sabitleştirdi. Hüsem Efendi daha yumuşak bir sesle,
- Peki, sen neden ağlıyorsun kötü bir şey mi oldu, bir yakınını filan mı kaybettin?
- Ah amca ne sorarsın, benim derdime kimse bir çare olamadı ki sen olasın?
- Orası pek belli olmaz kızım. Sen beni tanımazsın, bana Ablayır’lı Hüsem derler. Adımız kötüye çıkmıştır bu dağlarda, ama gördüğün gibi senin ve herkes gibi etten ve kemikten yaratılmışım ben de.
Saniye Hüsam Efendi’nin adını duyar duymaz oracıkta donup kaldı. Bir an neye uğradığını şaşırdı. Az kalsın olduğu yere yığılıp kalacaktı. Başına neler gelebileceğini düşündü. Bu eşkıya grubunun kadınları dağlara kaldırıp günlerce âlem yaptıklarını dinlemişti yıllarca. İçinden, “Allah’ım ben sana ne yaptın ki bu gün hep başıma kötü şeyler geliyor” diye geçirdi.
Hüsem Efendi’yle ilgili çok şey işitmişti. Adını bilmeyen yoktu bu ünlü eşkıyanın. Duydukları aklına geldikçe korkusu ve titremesi daha da artıyordu. Bacaklarının arasından ılık bir ıslaklığın dizlerine doğru indiğini fark etti. Dili tutuldu. Adam az çok olanları anlamıştı. Saniye’yi teskin etmek için aceleyle başladı söze.
- Korkma kızım anlaşılan ünümüz sana kadar gelmiş, sen yine de derdini bana anlat. Ne benden ne de arkadaşlarımdan sana bir kötülük gelmez. Derdini söylemeyen derman bulamaz!
Saniye biraz rahatlamış göründü. Adam üzengiye yaşından beklenmeyen bir çeviklikle atından indi.
- Hele sen anlatırken doru atta biraz dinleniversin, terledi hayvan.
Saniye, İshak hoca Efendi’nin evine neden gittiğini ve orada yaşadıklarını bir çırpıda gözyaşları içinde anlattı
- Peki, senin kimin kimsen yok mu buralarda?
- Yok, Hüsem Efendi amca, varsa bile ben artık yok sayıyorum onları. Gerisi uzun hikâye anlatmanın kimseye bir faydası olmaz.
Hüsem Efendi’nin Saniye gelinin anlattıkları karşısında saçları diken diken olmuş gözleri dolmuştu.
- Tamam, kızım şimdi bizimle geliyorsun. Hem bize evi göster, hem de istediğin zahireyi alıp dönersin.
Saniye kulaklarına inanamadı. Hüsem Efendi bu söylediklerini öyle samimi, öyle içten söylüyordu ki yeniden umutlandı oracıkta. Gün, bir başka aydınlık geldi gözlerine.
- Nasıl istiyorsan öyle yapalım, Hüsem Efendi amca.
Hüsem Efendi atına binmedi, dizginleri yedekleyip geri kalan yolu yaya olarak devam etmeye karar verdi. Duyduklarını dikkatle dinleyen ama hiç söze karışmayan diğer atlılar da atlarından inip, sırasıyla yedeklediler atlarını.
Çok geçmeden hoca Efendi’nin evine yaklaştılar. Hüsem gür sesiyle İshak Hoca Efendi’ye ismiyle uzaktan bağırdı. Hoca Efendi başını evin çantusundan çıkarıp onları
- Kimdir o?
Diye yanıtladı. Gelenlerin tamamını görmemişti. Ama Hüsem Efendi’yi görmek ona yetmişti. Onları gördüğüne çok memnun olmuşçasına bir tavır takınıp,
- Ooo, Hüsem beyimiz gelmiş. Hangi rüzgâr attı seni buralara, hoş geldiniz!
- Hoş bulduk Hoca Efendi, ama önce bir maslahatımız vardır, onu görelim anlatırım hele.
- Emrin olur Hüsem beyimiz, nedir bizden isteğin?
- Bir elli okka kadar zahire isterim. Hemen isterim bunu, var mıdır?
Hoca Efendi,
- Sen emredersin de bizde yok olur mu?
Deyip, hızla eve yöneldi. Atlılar birbirine bakışıp gülümsediler.
Çok geçmeden Hoca Efendi’nin sesi duyuldu.
- Hüsem beyimiz istediklerin hazır!
Hüsem Efendi yanında bulunan en genç atlıya göz ucuyla bir işaret yaptı.
- Atına mısır çuvallarını yükle ve gelin kızımın evine kadar emniyetli bir şekilde ulaştır, sonra dönüp bize katılırsın!
Mısırlar ata yüklenirken merakını yenemeyen İshak hoca Efendi,
- Hayırdır Hüsem beyimiz, naparsın bu kadarcık mısırı. İhtiyaç hâsıl olmazdı sende, nereden icap etti bu zahire işi
- Haklısın dostum, benim yeteri kadar yiyecek içeceğim vardır. Hem olmasa da evellallah buluruz. Bunları senden şu garip gelin için istedim.
O ana kadar Saniye gelinin gelenlerin arasında olduğunun ayrımına varamayan Hoca Efendi’yle Saniye’nin bakışları bir anlık çakıştı. Saniye başını dağlara döndü. Güneş alnına başka bir güzel vuruyordu şimdi.
Hoca Efendi bu çaresiz gelinin sabah ki yakarışlarını anımsadı. Bir batman mısırı çok görmüştü ona. Oysa şimdi elli okkayı birden hiç itiraz etmeksizin veriyordu. Biliyordu ki Ablayırlı Hüsem Efendi’ye itiraz edilemez. Ama son bir şeyi kurtarmak istercesine dönüp;
- Hüsem beyimiz, gel bu mısırların Allah katındaki hayrını bari paylaşalım.
Hüsem alaylı bir biçimde güldü. Sonra birden ciddileşti yüzü. İshak hoca Efendi’nin gözlerinin içine bakarak;
- Bak İshak Hoca Efendi, Allah bazen insana o kadar çok mısır verir ki koyacak yer bulamazsın. O istemezse değil bir koçanını, bir tenesini bile hayra nasip etmez. Bu gelini sabah vakti eli boş çevirip, ondan merhametini esirgemekle, zaten hayırdan kurtulmuşsun. Sana olan budur. Ben paylaşsam ne olur paylaşmasam ne olur?
Üzengiye sağ ayağını özenle yerleştirip ani bir hareketle gümüş eyer üzerine oturdu. Yüzünü kar çalığı tepelere çevirip, derin bir nefes çekti ciğerlerine. Ayaklarını atın karnına doğru tepip, sürdü dik yamaçlı dağlara doğru. Diğer atlılar da sırasıyla takip ettiler onu.
Hoca Efendi, derin bir suçluluk duygusu içinde kalakaldı olduğu yerde. Gözleri bulandı. Bakışları utanç içinde düştü toprağa. Saniye gelininkinden başka bir yere.
Rıfat Gürsoy ‘2008
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.