KENDİNE KAHRAMANLAR
“Gece.. gece biraz kadife.. mavi kadife.. dokun.. dokunmak kafiye .. hayata kafiye.
Ben şimdi, seni düşündüğümde, incelmek istiyorum. İncelmek ve kopmak. Çünkü bu kentte balıklar beni tuttu” dedi ..
Gemileri seyretmek bi yere kadardı. Köprü altlarında dolaşmak, içmek, çocuk seyretmek bi yere kadar. İçindeki sesin seni götürmesi de bi yere kadardı. Sonunda olan hep hayatta kalmak oluyorsa intihara teşebbüs de bi yere kadar.
Arabada gidiyorlardı. Kadın kullanıyordu. mor bir ışık yansaydı, bu kadar mor olmazdı arabanın içi. Karşıdan gelen arabaların adamın gözünü alan farları, üst geçitler, dikiz aynasında kalan yol, üst geçitler, trafik lambalarındaki yeşil adam, hatalı sollama, yeni asfalt kokusu, üst geçitler, adamın derin kesik izli suratına çarpan rüzgârla birlikte unuttukları olduğu kadar hatırladıkları, radyodan gelen şarkı, üst geçitler ve kadının sessizliği ve uçuşan saçları ve direksiyonu kırışı hepsi birden çakıyor gözlerinde.. göz, ne görülür ki başka görürken …
Sonra bir eve geldiler. Ev çok az uğranılan bir evdi. Duvarların renginden belliydi ki duvarların anlatacak bir şeyleri olmamasından da belliydi. Suskun, derin bir köşe vardı. Oda değiştirmemiş küçük eşyalar, kitaplar yıllar önce okunup kaldırılmışlardı. Uçuşan tozlar sapsarı hayaletler gibiydi. Geçip gidiyorlardı,, geçip gidişleri gölgelere düşüyordu. Gölgeler hep vardı. Gölgenin ve eskiliğin içinde zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyordu. Oysa evde dört sesi birbirine çarpan, dört sesin içinde çoğalan, dört ayrı zamanın geçtiği, dört tane saat vardı. Saatler zamanı öğretiyordu ama biz anlamıyorduk işte.
“Artık gitmeliyim.. çok geç oldu.. hayat merak eder” dedi kadın. Gitmesi gereken insanların elleri titrer. Dişlerini sıkarlar. Gitmesi gereken insanların yüzünden yol geçer.
“Ben de artık gitmemeliyim. O kadar çok gittim ki, kendime gelemiyorum şimdi” derken adam düşünüyordu;
“Ünsüz harflerini çıkarınca ne kalıyor ki ondan geriye? Gözümde büyüttüğüm aşk ihtimali mi?”
Hikaye burada asılı kalıyor. Kendilerini yazdıracak kadar rahat değiller ve sözlerini söylemekten her daim çekiniyorlar. Adam ve Kadın.. Zamanın bir hile, hilenin hakikat olduğunu düşünüyorlar. Gözleri gerçekten görmüyor. Sanki bir perdenin arkasından hayatta kalmaya çalışıyorlar. Kendilerine gelememişler. Yaşamın akışından içeriye sızamamışlar. Hiçbir güç onların içindeki derin hüznü bertaraf edemeyecek belki de…
Yazar elinden geleni yaptı. Onlara ortak keder ve kader yarattı. Yollarını birleştirdi. Onlara içine düşmeleri için birer ‘şu an’ verdi. Geleceği hissettirdi. Onlara, kesişecekleri bir ikilem sundu. Oysa ikisi de başka hikayelerden geliyorlardı. İkisinin de tamamlanmış bir hayatları vardı geçmişte. Kağıt üzerinde çok yaşlıydılar.
Mesela Adam, aklı çocukluğunda ve çocukluğunun sessizliğinde kalmış biriydi. Taşrada büyümüş, aile kalkanıyla korunmuş, divan altlarında büyümüştü. Neşesiz bir çocuktu. Kimsenin ilgisini çekmezdi. Bir hayalet gibi geçip gidiyordu. Ablası evi temizlerken, babası da akşam sofrasında görürlerdi onu. Bir tek annesi için var gibiydi. Zaten hepimiz bi tek annemizde var gibi değil miyiz?!
Yaşıtlarının çoğu sokakta koştururken o, evde, yüksek tavanlı odalarda hayali arkadaşlarıyla oynardı.
Ama bir gün karanlığı ve içine çekilmişliğini ikiye katlayacak bir şey oldu
Hayali arkadaşlarından birinin peşinden koşarken evlerinin terasa çıkan çok basamaklı merdivenden aşağıya yuvarlandı. Merdiven başına kadar yaralı bereli, boğazında boğuk bir ses ile düştü.
Alnındaki yarık, kol ve bacaklarındaki sıyrıklar geçti birkaç günde ama korkudan geri çekilen dili hala gelmemişti. Bu ağır sessizlik uzun sürdü. Belki de zaten fazla konuşmuyor olması bu sessizliğin insanların pek farkında olmamasına neden oluyordu. Bir tek annesi anlıyordu onu. Aralarında başka bir dil kurmuşlardı. Diğer insanların, hatta babanın, ablanın bile anlayamadığı bir dil… bu ağır sessizlik uzun sürdü. Okula gidemedi. Eve gelen öğretmen, çocuğun boş gözlerinden sıkılıp ‘Benden bu kadar’ deyip bir daha uğramamıştı.
On beşine kadar içinden konuştu, içine konuştu. Rüyada konuştu. Hayalinde uzun cümleler kurdu. Gömülü cümleler. Sonra bir rüyası gerçeğe doğru kırıldı, karşısındaki rüya arkadaşına ‘beni bırakma’ derken, annesi oğlunun sesini duydu,, yabancı sesini,, sevinerek odaya koşup onu uyandırdı. İlk kez uyanmıştı oğlu. Oğlu ilk kez, hayata uyanmıştı sanki.
Önceleri kekeleyerek, hırıltılı sözler söyledi. Sonra annesi ve hayat ona su gibi bir konuşma armağan etti. İnsanı sakinleştiren, kurtaran bir ses.
Adam’ın içe doğru bükülmüş çocukluğu bir hikaye yazarken taşrada. Yakın bir kentte babasız kalmış bir kızın haylaz, maceralı hayatı devam etmekteydi. Zamanı her türlü yaramazlıkla, hilebazlıkla ve koşturmayla geçen bir çocukluk. Geniş mahallelerde erkek çocuğu gibi kavga etmeler, bacak kadar boyuyla annesine çıkışıp sokağa kaçmalar, elinde tarak mikrofonla kanepelerin üstünde eve gelen misafirlere konser vermeler, annesinin rujlarını, allıklarını sürüp sürüştürüp, kolyeleri takıştırıp ayna karşısında kırıtmalar…
Çalışan bir annenin tek kızı, hayatı komşu evlerinde, tanıdığı tanımadığı teyzelerin elinde olan, herkesin hakkında ‘Aman ne cevval kız bu böyle’ dediği, hazır cevaplığını eline almış ve müthiş dikkatli bu kız, hayat acısını, baba acısını içine atmış ve haylazlığıyla, patavatsızlığıyla, şirinliğiyle gerçek yüzünü maskelemişti.
Kimsenin geç kalmadığı, herkesin siyah-beyaz yaşadığı bir zamandı.
Feleğin çemberi denilen ve her hayatta dönebilen çemberden defalarca geçmiş, kallavi bir tokat yemiş ama kısa zamanda toparlanıp ayağa kalkarak, kendi hayatına ve çevresindekilere örnek olmuş orta yaşlı bir kadın gibiydi.
Büyüdükçe cesareti büyüdü kızın. Cesaretini kavrayarak olabildiğince yol aştı, kent aştı, dönüp dolaşıp doğduğu kente gelip bütün kanıtlarını ve yanıtlarını sundu hayata. Büyüdüğü kent onu sevmedi pek.. çocukluğunun neşesine denk düşmedi bu değişmiş, grileşmiş, kurak yer. Olsun, dedi, Olsun- diş geçiren ben olmalıyım, hayatı mı bekleyeceğim beni bir yerlerde bulması için..!! otuzuna geldiğinde kendini yorgun ama ‘güzel’ hissediyordu. Güzel hissetmek ne kadar önemlidir. Bütün karmaşanın içinde, deliliğin, vurdumduymazlığın, ekmek ve nefes davasının ortasında kirlenmemiş, tavırlı ve ‘güzel’ kalabilmek ne kadar da önemli.
İşte buydu hikayeleri. Yazılmışlardı. Ya da yaşanmışlardı. Ve bir karşılaşma. Orada bir yerde, kağıt üzerinde ya da gerçeğin içinde,, olabildiğince gerçeğin içinde. Kadın ve Adam.. farklı hikayelerden çıkıp gelirler ve aynı yola düşer yolları. İkisine de bir şans vermiştir yazar. Birbirlerinin hayatını kurtarmak için belki.. belki de çok fazla kurtarılmış hayatlarını biraz sakinleştirmek için.
Göstermeseler, olmasalar bile kağıt üzerinde çok yaşlıydılar. Ellerinin titrek oluşu bundan değildi,, ya da ezberlerinin kuvvetsizliği, geçmişlerinin haddinden fazla geçmiş olması da bundan değildi.
Tek sebepleri, her şeyi en ince ayrıntısına kadar çok iyi anlayabilmiş olmalarıydı. Anlayabilmiş ve kendine köşelerine çekilmişlerdi.
Elleri tutmadı. Hikayeleri tutmadı. İşten güçten vakit kalmadı belki. Belki yazar yüzündendi her şey, yeterince delirmemişti.
Aşk için çok geçti,, nefret için çok erkendi,, aptal olmak onlara göre değildi…
Şiir olamayacak kadar ayrıntısız, masal olamayacak kadar gerçektiler. Sanki hangi dilde yazılsalar o dilin dostu olacaklardı. İhanet edebilirlerdi. Yoldan çıkabilirler, kendilerini öldürebilirler ya da hikaye içinde hikaye yaşayabilirlerdi.
Yaşanabilecek bu ağır ihtimalleri sırtında taşımanın oldukça zor olacağını anlayan yazar kalktı kağıtların başından, içini ezerek, gözlerini kapayarak dedi ki onlara ‘Çoğaltın kendinizi, ben size söylemeden…’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.