- 809 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Andelîbi Gûyânın Yolculuğu Olarak Aşk
Biz güzellersiz olmazız Ahmed
Bülbülüz gülsitânsız olamasız
Ahmet Paşa
Dede Efendi’nin güfte yazarını bilmediğim hicâz yörük semâisinin sözlerinin bir bölümü şöyle:
Yine neş’e-i muhabbet dil-u cânım etti şeydâ
Yine bezm-i ayş-u vuslat edip ehl-i aşkı ihyâ
Aman ey gül-i nihâlim beni eyle vasla şâyân
Sana cân-ü dil fedâdır gönül andelib-i gûyâ
Muhabbet neş’esi, muhabbet gibi çok zor gerçekleşen bir iletişim ve sevgi paylaşımının neş’esidir. Bu sevinç, gönlü, cânın derinliklerindeki bir ateşe yakınlaştırır.
Cânın başını döndürebilir. Muhabbet neş’esi aşk deliliğine yol açar. Demek ki sevinçtir, deliliğe yol açan; kavuşmanın, sevgilinin, paylaşmanın sevinci. Buluşma, kavuşma eğlencesini yaşayanların içinde bulunduğu ortam, kavuşanlar topluluğu, aşk ehline cân veriyor.
Kavuşanların bir meclisi vardır, bir topluluğu: Bezm-i vuslat. Kavuşma bireysel değildir, kavuşan, kavuşanlar topluluğunun üyesidir: Kavuşma topluluğu, aşk yolunda yürüyenlerin bir alt kümesidir, matematiksel dille söylersek. Kavuşanlar, aşk âlemine yürüyenlere can katarlar.
Çünkü aşk, onüçüncü yüzyılla onsekizinci yüzyıla dek, beşyüzyıllık süre içinde İran ve Osmanlı topraklarında, sevenden, sevilenden bağımsız olarak yaşar. En azından bu çalışmanın odaklandığı onbeş şairin divânlarında yaptığım geziden ulaştığım sonuç bu.
Bu şairler saptayabildiğim ölüm tarihlerine göre eskiden yeniye doğru şöyle sıralanabilir. Sâdi (1292), Hâfız (1390), Şeyhî (1431), Nesîmi (1433), Mollâ Câmi (1492), Ahmet Paşa (1497), Necâtî (1509), Usûli (1538), Üsküplü Ishâk (1539), Hayâlî (1557), Yahyâ Bey (1582), Nef’î (1635), Şeyhülislâm Yahyâ (1644), Nâilî (1666), Nedîm (1730).
Bu onbeş şairlik aşkı anlatanlar öbeği, rastgele seçilmiştir. Bu öbeğe bir iki şair eklenmesiyle ya da ondan kimi şairlerin çıkarılmasıyla, yorum, elbette değişebilir.
Aşk, o dönem içinde (onüçünçü ve onsekizinci yüzyıllar arası) bir yaşam biçimi idi. Bu yaşam biçiminin tasavvufî gelenekten beslendiği açık. Bu çalışmada yorumlamaya çabalayacağım aşk, bu gelenekten beslenip, edebiyatın zenginliği içinde, divân şiirinin gözüyle görülen aşktır.
Bu aşk, bir aşk küre olarak kültürü sarar. Bu aşk küre içindeki şairler, bu kürenin ulaşmaya çalıştığı, ötedeki, bu dünyayı aşan ideal bir aşk âleminin yolcularıdır. Ehl-î aşka mensupturlar. Bu âlem, Platon’un idealar dünyasına benzer. Ulaşılması olanaklı değildir. Giderek yaklaşabilirsiniz ancak.
Bu çalışmayı Dede Efendi’nin bir güftesiyle açışımın nedeni, dünyadaki aşk kürede yaşanan vuslatın, kavuşmanın, önemini vurgulayarak varlıklarını göstermeye çalışmaktır. Bu çalışmadaki yorumlarımız konunun uzmanları tarafından pek acemice belki de ukâlaca bulanabilir. Andelîb-i gûyânın yorumlarıdır, yanlışlarından öğrenmeye gafletinden uyanmaya hazırdır.
Aşk kürede, dünyada, yeryüzündeki aşk, Divân şairlerinin deyimiyle ayş-i deh-rûz (sözcük anlamı on günlük yaşam, dünya yaşamı!) içindeki aşk ile aşk âlemindeki yetkin aşk arasındaki uçurum, çalışma boyunca vurgulanmaya çalışılacaktır. Kavuşma, ihyâ eder, can verir, hayat verir, geliştirir, olgunlaştırır, ama ideal anlamıyla yetkinleştirmez. Ayş-î dehrûz içindeki vuslat, hep nâkızdır (eksik!)
Gül fidanına kavuşulacaktır, bu gül-î nihâl, seveni, kavuşmaya yakışır hâle getirecektir. Her türlü kavuşma “vuslat” değildir. Vuslatı haketmiş olmak gerekir. Bundan dolayı, sevgili, “beni eyle vasla şâyân” diyor. Vasla, kavuşmaya değer bir insan yap beni.
Vuslat, aşk âleminden “nasibini almamış”, “vasl”ı haketmemiş insanların işi değildir. Sevgilisine, gül fidanına, gül-i nihâline, beni eyle vasla şâyân” diyen sevgili, âşık, aşk âleminden nasip almış bir âşıktır. Nesine güvenerek yapmaktadır bu önerisini?
Kendisini sevgilisine feda edebilme cesâretine güvenerek. Bu cesâretle. Ehl-i dil olarak yaptığı yalculuğun çilesi ve cesaretiyle. Kendi gönlünün, söyleyen, konuşan şiir söyleyen bülbül olduğunu bilerek: Gönül, andelîb-i gûyâ, Gönül bülbül olmasaydı aşk küreye giremez, aşkı duyamazdı:
Çünki bülbülsün gönül bir gülistân lâzım sana
Çünki dil koymuşlar adın dil-sitân lâzım sana
Nedîm
Andelîb-i gûyâsın ey gönül, mâdem ki söylüyor, konuşuyor, söz söylüyorsun, elbette bir gül bahçesi gerekecek sana.
İşte, aşkta sözü olanlar, şairler, şuarâ-yi aşk, aşk âlemini duyup, dünyada gülistân yaratanlar, işte onlardır aşk ehli. Onlardır, aşk yolunda gönül taşıyanlar; onlardır, gönül çelenlere, gönül alanlara gerek duyanlar.
Önce aşk âlemi. Sonra bu âlemi tanıyan, sezen, duyan, bülbül. Sonra bülbülün sözleri. Konuşması. Sonra gül bahçesi. Sonra da dilsitân olan, gönül çelen, gönül çeken, sevgili.
Bülbül gönüldür. Gönül aşk âlemine yapılan yolculukta, tadan, acı çeken, duyan, düşünen güçtür:
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkidir gönül
Ehl-i aşkın hâsılı sâhib-mezâkıdır gönül
Nef’î
Gönül, aşk ehlinin, dünyanın mânâ ve lezzetine sahip olduğu yerdir. Ehl-i aşk gönülle zevk sahibi olur, aşk âlemi ile irtibatı kurandır.
Hem aşkı taşır, kadehtir, hem aşk âlemiyle bağlantıdır, şaraptır, hem de diğer gönüllere aşkı sunabilir, sâkidir.
Aşk gönülle yaşanır, gönül vuslatlarla kanmaz. Vuslatlara kanmaz. Aşkın uçsuz bucaksız çöl olduğunu bilir. Hiç bir konuşma doyurmaz onu. Hiç bir vahâda duramaz.
Böyle bî-hâlet değildi gördüğüm sahrâ-yı aşk
Anda mecnûn bîdler divâne cûlar var idi
Nedîm
Aşk küre, âşıka bî-hâlet, niteliksiz görünebilir, oysa o kürede mecnûn bidler (bîd-i mecnûn, ağlayan söğüt, salkım söğüt!) ve deli gibi akan akarsular vardır.
Aşk küre sürekli değişir, bülbül, çölün bî-hâlet hâline de tahammül edebilir, çöl bir gül bahçesi olabilir ona, çölün ıssızlığı dilsitân olabilir. Aşk, bu yazıda bu bülbülün gözüyle anlatılacaktır.
1. AŞK
Aşk bir âlem. Evrenin üstünde durduğu bir anlam ve sırdır. Aşk âlemi âşık ve mâşuktan önce var. Onlar bu âleme doğuyorlar.
Her dilde arasan bulunur aşkdan eser
Her toprağı ki kazsalar elbette mâ çıkar
Necâtî
Her gönülde aşkın izleri vardır. Her topraktan su çabileceği gibi, her kalpte aşk bulunabilir.
Evren aşk küre içindedir. Aşk her gönülde vardır ama onu bulup çıkaracak insana gerek vardır. Aşk bağımsızdır insandan, aşk öncedir insandan Önce aşk, sonra âşık, sonra mâşuk gelir.
Dünyada bir beden ki onun aşkı olmaya
Bir şehre benzer ol şeh-i âlem penâhsız
Yahyâ Bey
Âlemin düzenini koruyan padişahın bulunmadığı bir şehre benzer aşksız beden. Aşksız beden düzen tutmaz. Aşksız beden cansızdır, güçsüzdür. Yaşam biter, insan için, aşk olmayınca.
Aşk, tasavvufun çekirdeğinde büyüyen aşktır. Dünyevî renklere bürünse de, bedene, hazlara yönelse de.
Ey Nesîmî kâ’inâtın varına sen bakma kim
Çünkü cânın dâ’imâ dil-dâra döndürmüş yüzün
Nesîmî
Dünyada, dünyaya ait sevgili bile “ka’inâtın varına” yönelmeyen bir gözle görülür. “Dildâr”, kâ’inat ötesidir. Aşk oradan gelir. Aşk âleminin kaynağı odur.
Her aşığın yüzü, aşk âleminin “menbaına”, sevgiliye, aşkâ dönüktür. İster mutasavvıf olsun ister olmasın. 13. yüzyıldan 18. yüzyıla uzanan zaman dilimi içinde, islâm kültürü, aşkı, tasavvufî bakışın oluşturduğu bir ortam içinde yaşadı.
Sevgiliye dönen yüz, kâ’inat ötesi aşk âleminden gelen ışıkla aydınlanır. Sevgilinin yüzü bu ışıkla görülür. Bu ışığın aydınlattığı aşk âleminde yaşanır aşk. Bu nedenle aşk âleminin etkileri ten toprağı ile gizlenemez. Aşk âleminden gelen okun açtığı yara, dünyevî şifâ ile kapanmaz.
Ahmed’in cânına zahm urdu ezelde tîr-i aşk
Bir avuç ten toprağıyla gizlenir mi yarası
Ahmet Paşa
Cânı olan, aşk yarasına açar kalbini. Aşk okundan korkmaz. “Merdâne” atılır, aşk meydanına.
Baş açuk yalın ayak girmişüz deryûze-i ‘ışka
Cihan dervâzesinde cirmimüz mihr ü muhabbettir.
Üsküplü Ishâk Çelebi
Bu mertlikte aşk ehli dilenciliğe bile râzı olabilir. “deryûze-i ışk” olmak aşk âleminin kapısındaki dilenciliğimiz muhabbet ışığına bürünmüşlüğümüzden gelir.
Muhabbetin ışığıyla, aşk âleminden gelerek varırız dünyadaki sevgiliye. Aşk âleminin kapısındaki dilenciliğimiz, muhabbet ışığımız, bu dünyadaki garipliğimizi ortadan kaldırmaz.
Garipliğimiz, aşk yarasıyla kanayan kalbimizden, aşk âlemini derinden duyuyor oluşumuzdandır. Dünyayı merak eder ama fırsatlarını da aç gözlülükle değerlendirmek istemeyiz.
Bu şehrün çok didiler dilberini
Garibüz görmedük biz ekserini
Üsküplü Ishâk Çelebi
üm dilberleri görmek dünyaya gark olmak demek. Aşk yarasıyla kanayanlar elbette aşk âleminden beslenirler, garip olurlar, aşkı yaşamak için tüm dilberleri görmek zorunda değiller.
Adını dîvân-ı aşka yazdıranların ikinci adları “gussa”dır, kaygıdır. Kaygıyla yaşanan aşk büyük bir belâdır.
Gussadan mahlâs dilersen ey gönül
Adını dîvân-ı aşka yazdır
Necâtî
Bir belâdır aşk, yakıp kül eder insanı, bütün belâlerden üstün bir belâdır o:
Bir demûr tağı delüp boynına almak gibidür
Her kişi âşık olurdı eğer âsân olsa
Yahyâ Bey
Şulesine mumun bile güldüğü ateşe ateş demezler. Ateş, pervâneyi yakıp kül eden ateşe derler.
Hâfız, 127.Gazel
Demirdağı delen ateş, ona pervâne olanları yakar, âşk âlemi yakıcı bir alemdir. Bir belâdır. Ama yaşayabilen, belâya bağışıklık kazanan için, bir varoluş biçimidir. Yaşamak yanmak demektir.
Aşk ateşine yanıcı pervâne değilsek
Bîllâhi Usûlî bize de yâ nelerîz biz
Usûlî
Aşk belîsının düşen belâsı yok sanarak düşer aşka:
Aşkın belâsı yoh deyüben aşka düşme var
Kim âşık oldu kim didi aşkın belâsı yoh
Nesîmî
Yanan pervane belâ-yı aşktan beslenir, ateşle yaşar. Aşk belâsı aşığı dünyanın belâlarından korur.
Cân ile şöyle belâ dedin belâ-yı aşka kim
Her taraftan bin belâ gelse belâ gelmez sana
Usûlî
Aşk, yanma, yaralanma ile yaşanan bir belâdır ama sevgilinin elinden bize evrenin yaratılış sırlarını da sunar:
Bûr kâse sundu sâki-i aşkın cihâna kim
Nûş eden anı kevn ü mekândan haber verir
Ahmet Paşa
Aşkın belâsı, aşk âleminden uzak düştükçe yaşanır. Mal-mülk dünyasına gömüldükçe aşk bir belâdır.
Bu dünyada iken bu dünyadan uzak kalabilmek, aşk âlemine yaklaşabilmek, gönlü zenginleştirir, aşkın doruklarından birine ulaştırır insanı. Sevinçlerden ve acılardan uzaklaşır insan, ruh dinginliğine erer.
Ganîdir ışk ile gönlüm ne mâlûm ne menâlüm var
Ne vasl-ı yâre handânâm ne hicrandan melâlüm var
Yahyâ Bey
Aşk, zengini, malı mülkü bir kenara koyar. Aşk âlemine yakınlığından dolayı ne sevgiliye kavuşmak sevinç verir ona ne de ondan uzaklaşmak acılıdır.
Yunus’un “Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim / Aşkın ile avunurum / Bana seni gerek seni” dediği aşk âlemi yaşantısıdır, bu. Aşk âlemi şarapla duyulur şarapla bu âlemden pay alınır.
Mecnun gibi tolu içelim ışk şarâbın
Sohbetde gerek içile peymâne berâber
Üsküplü İshâk Çelebi
“Sohbet”, “muhabbet” aşk âleminin görünüşleridir dünyada. Bu âlemi âşık farklı yaşar, zâhid farklı.
Erbâb-ı aşk ah eder ashâb-ı zühd hû
Lâbüd cihânda her kişinin bir hevâsı var
Necâtî
Âşık din yoluna uzak değildir amâ aşk âlemini duymanın kişinin kendini vermesini gerektiren bir özelliği vardır. Her kişi bu âlemle kendi “hevâsı” ile ilişkiye geçer.
Âlem-i aşk, bir sırdır, bir belâdır, ama rastgele yaşanan, kendi düzeni, “iç yasaları” olmayan bir âlem değildir.
Ey dîde hûsn-i yâr harîminden özgeye
Zinhâr bakma hâkim-i ışkun yasağı var
Üsküplü İshâk Çelebi
“Hâkim-i ışk” aşk bilgesi, yâr güzelliğinin mahremiyeti dışına çıkmamamız gerektiğini söyler: Yâr ile ilişki, kapalı, özel bir ilişkidir.Öte yandan aşk âlemi bilgeleri bile dünyevî aşklara karışır.
Müşkül bu kim muhabbet iki baştan olmadı
Sevdirmedi sana beni illâ bana seni
Necâtî
Aşk âlemi bilgelerinin aşktaki bakışımlılığı (simetriyi) vurgulamaları ilginçtir.
Gerçi, yukarıdaki dizelerde karşılıklılığın gözetilmemesinden duyulan zorluk dile getiriliyorsa da,bu dizeler, aşk ehlinin aşk âleminden pay alarak yaşadıkları dünyevî aşklarda taşıdıkları kaygılardan birini vurgulaması açısından dikkat çekici.
Dünyadaki aşklardan çekilen ağır acılar karşısında tahammülden öte bir yol var mıdır?
Gönül, âşıklıkta tahammül gerek, ayağını dire. Bir elem olduysa oldu, bir hatâ yapıldıysa yapıldı.
Hâfız, 78. Gazel
Aşkta yapılan yanlışlar, beceriksizlikler, Başarısızlıklar, aşk âleminden uzaklaştırır bizi. Oysa direnmek, bu âlemle bağlantıyı kesmemek gerekir. Hattâ, tahammül gücü bizi aşk âlemine yolculuğa, sefere, seferlere çıkarır…
Yâ seferdir yâ tahammül anla aşkın çâresi
Nedîm
2. HAYRET DENİZİNDE BÂLÂDAN BELÂYA
Tahammülden sefere geçiş, tahammülü içinde taşıyıp tahammül-sefer zıtlığını, “çelişkisini” Hegelgil bir aufhebung’la aşmayla başarılır. Sefere çıkılacaktır.
Sefer içinde tahammülü taşır. Âşık yolcudur. Âşık, aşk âlemine doğru hayretle yola çıkar. Karşılaşılan sevgililere sorulur:
Taştan yüreği ve gümüşten göğsü olan güzel çocuk! Senden başıma ne garip işler geldi benim. Sen benim sevgilimsin fakat bilmem neden? Ben senin sevgilinim; fakat bilmem niçin?
Mollâ Câmî, 12. Rubâî
Sonra, âşk âlemine yapılan bu hayret yolculuğu, tasavvufî renkler içinde bir makâm olmasının ötesinde, aşkı yaşantısının kaçınılmaz öğesidir. Hâfızı dinleyelim:
Sevgili senin aşkın hayret fidanıdır. Vuslatın da hayretin kemâli. Nice vuslat dünyasına dalanlar, nihayet hayrete vardılar.
Hayret hayâlinin geldiği yerde ne vuslat kalır ne vuslata eren.
Bir gönül göster bana ki, onun yolunda, çehresinde hayret beni hâsıl olmamış olsun.
Ne tarafı dinlediysem kulağıma “Hayret nedir?” suali geldi.
Hayret ululuğuna varan kişi, yüceliğinin kemâlinden mahvolur.
Hâfız’ın vücudu, baştan ayağa kadar aşk içinde bir hayret fidanı olup kaldı.
Hâfız, 149. Gazel
Kimdir hayretzede? Aşk yolundaki bu mütehayyir (hayrette kalmış), mebhût (şaşkın) insan? Hayret, behteye uğramak, şaşkınlıktan dona kalmak değildir. Hayrân, bir hâir-i bâir, aklını kaybederek yolunu şaşırmış biri değildir.
Aşk seferi hayret fidanında çiçek açar! Hayret fidanının meyveleri vuslatı oluşturur. Vuslat hayretle birleşirse vuslattır. Hayret, Aristoteles’in thaumazein’i değildir, o felsefeyi başlatan hayret.
Âşıkın hayreti bir hayaldir. Vuslatı aşan bir hayâl. Aşk âleminin yolcularında, aşk ehlinde, yüzlerinde bir ben olarak bulunur. Hayret, yürüme gücüdür. Hayret olmasa yürüyüş olmazdı. Hayretle bütünleşerek, Hâfız, “hayret” hâline geliyor.
Bir hayret fidânı olarak aşk âlemine yöneliyor. Bahr-i hayret, vâdi-i hayret Hâfız’ın mekânıdır artık. Ukûs-i hayret (hayret akisleri, yansımaları) âşıktan âleme yayılmaktadır.
Dest-i taleb erişmedi dâmân-ı vahdete
Düşdük bu ızdırâb ile vâdî-î hayrete
Nailî
Nailî, hayreti, tanrıya giden yolda bir erken aşama olarak görüyor. Hayret başarısız yolcuların bir ızdırâbıdır.
Nailî’inin küçümsediği hayret ile Hâfız’ın yüceleştirdiği hayret ilişkisini belki şu beyitle anlayabiliriz:
Hayret denizi âlemi gark etdi Şeyhî’yâ
Kanı necât bulmağa hikmet sefînesi
Şeyhî
Hayret denizinde yaşanan aşk muhabbetinin sevincine kapılmak da doğru değildir. Hayret yaşantısında bile bir intibah (uyanıklık), bir dikkat, bir ihtiyat gerekir.
Garîb neşve-i idrâkdır muhabbet-i aşk
Ki hayretinde bile intibâh lâzımdır
Nâ’ilî
Hayret denizi dünyayı kaplamıştır. Hâfız, bu denizin, bir katresi olarak aşk âlemine yürüyebilir.
Nâilî ise bu denizde boğulabilir. Şeyhî, kurtuluş(necât) için bilgelik gemisini (hikmet sefînesini) arar. “Hani, hayret denizinde hikmet gemisi ? ” diye sorar. Hâfız hayret fidânıdır, yalnız bir yolcudur o.
Deniz halindeki hayret ise bilgelik gemisini gerektirir. Hayret denizine varan aşk gemileri, hikmet sefînesiyle yollarına devam ederken başlarına başka neler gelir?
Hikmet sefînesi hayret denizinde, bahr-i hayretle kolay yol alamaz. Aşkın yükü ağırdır çünkü,
Bileli kendim ben gönlümü âşık buldum
Bâr-ı gayrî ten-î bîtâb ü tüvânım çekemez
Nef’î
Nef’i hep hayret denizinde bulmuştur kendini. Âşıktır. Bâr-î gâyrî, bir diğer aşkı bu gücü tükenmiş yorgun beden çekemez. Gemi, aşk yükünü kolay kaldıramaz.
Aşkına ulaşa’ldan kevneynden kesildim
bâlâsına dayanan kendi belâsın ister
Şeyhî
Aşkın, aşkla gelen sevgilisinin yüceliğine (bâlâ) dayanan, belânın içine düşmüştür. Belâya yönelmiştir.
Bâlâdan belâya aşk, hayret denizinde. Çünkü aşk, hayret denizine ulaşınca, iki dünyadan da (kevneyn:Cismâni ve ruhâni dünya) eder aşığı. Hayret denizine varma vuslatı, maddi ve mânevi dünyaları aşmak demektir.
Bu aşma, aşığı boşlukta, mûallakta bırakır. Boşluktan akıl yoluyla kurtulmayı çabalamak yanlıştır.
Aşkı koyup akla uymak bir belâdır ey hakîm
Bu belâyı vermesin Hak dini ayruk kâfire
Necâtî
Aşk bir belâdır ya, aşktan akıla kaçış da kurtuluş değildir, o da bir başka belâdır, dini ayrı kâfirlere bile Hakkın vermesini dileyemeyeceğimiz bir belâdır.
Akıl ile aşk ikisi de belâdır ama uyuşmazlar birbirleriyle:
Alışmadı akl ile mizâcı yine ışkun
Sohbetde inen alışımaz mest ile ayık
Üsküplü İshâk Çelebi
Akıl ayık, aşk mesttir, nasıl uyuşsunlar birbirleriyle? (Yoksa, yukarıdaki beyitte anlatış sırasına göre, akıl mest, “ışk” ayık mıdır?)
Ey akıl defterinden aşk âyetini öğrenmeye çalışan!
Korkarım bir ince mes’elenin künhüne eremeyeceksin.
Hâfız, 16. Gazel
Hayret denizindeki hikmet gemisinde akıl defteri açılmaz. Akıl, aşkı öğretemez. Çünkü, aşk aklın terkedilmesiyle yaşanabilir.
Ben ol hayrân-ı ışkam ki yitürdüm akl u idraki
Ne âlemden haberdâram ne kendümden hayâlüm var
Yahyâ Bey
Hayrân-ı aşk, hayret denizinde hikmet sefinesinde, aklını ve idrakını yitirmiştir.
Sevgilinin perişan saçlarının gamı (gam-ı gîsû-yı perişân) zihnimizi paramparça eder, biz de cem’iyyeti hâtır (zihnimizin derli topluluğu) bırakmaz.
Cem’iyyet-i hâtır mı kalır âşık olunca
İllâ gam-ı gîsû-yı perişân ne belâdır
Şeyhülislam Yahyâ
Aşkı anlamak için, hikmet gemisinde aşk ehline gelinir.
Onların kapısına aklı başında gelinir ama akıl yitimi ve hayranlıkla dönülür. Aşk ehline akıllı gelinip, deli ve hayran dönülürse, nâsiplenilmiş olur aşk âleminden
Âşık-ı bî çâre erbâb-ı mahabbet bâbına
Âkıl ü dânâ gelür dîvanê vü hayrân gider
Yahyâ Bey
Akıl ne denli yitirilirse yitirilsin, kalanıyla sevgiliye çalışmalıdır.
Aklın eli, sevgilinin nakşından başka ne nakış yaparsa yapsın, hiçtir.
Hâfız, 230. Gazel
Akıl, aşkta sevgilinin hizmetçisidir. İşçisidir. Hikmet sefînesinin tayfasıdır.
Gülşen-i âlemde ey serv-i revânum bu gerek
Âşık olanlar delü mahbûblar uslu gerek
Yahyâ Bey
Akıl âşıktan ayrıldığı için âşıklar deli, sevgililerin (mahbûbların) yardımcısı olduğu için, sevgililer uslu, akıllıdır.
İkimiz de tıpkı gül gibi, süsen gibi tertemiz bir sevgiyle yaşardık. Duygularımız, düşüncelerimiz birdi, benim dilim senin kalbinden geçenleri söylerdi.
Gönül akıl pirinden mânâler nakleder, müşkil olanlarını, aşk, şerh edip söylerdi.
Hâfız, 140. Gazel
Akıl ve delilik hayret denizini aşınca, dünyadaki alışılmış anlamlarını yitirir. Duygular ve düşünceler birleşir, sevenle sevilenin uyumu artar. Birinin kalbinden geçeni diğerinin yüreği söyler.
Gönül, aklın ve aşkın bağlantısını kurarak, akıl ile aşkı konuşturabilir. Gönlün pîrî akıl, gönüle aşk âlemi hakkında konuşunca, zor olanlarını gönül anlamayınca aşk, akıldan üstün olduğu için şerh ederek açıklar.
Peki nedir bu hayrat denizinin kıyılarına vurmakta olan hikmet sefinesinde akılla aşkı buluşturan gönül?
3. GÖNÜLDEN GÖZE, GÖZDEN SEVGİLİYİ GÖREN GÖNÜLCÜĞE
Gönül, göz penceresine gelendir. Sevgiliyi görmek, sevgilinin gözdeki görüntüsüne dokunmak için.
Yüzünün hayâli göz gülşenine uğrayınca gönül bakmak için göz penceresine gelir.
Hâfız, 349. Gazel
Gönül evinde kapalı kalmamak, evinden çıkıp göz penceresine ulaşmaktır. Sevgiliyi görmek, göz penceresine ulaşmış gönülle gerçekleşir.
Sevgilinin resmi, sevgilinin gözünün beyazına çizilmiştir. Göz hep onu görür, ondan görür, ondan geçerek görür, onun aracılığıyla görür:
Değildir gözlerinde sây-i müjgânı uşşâkın
Hattan resmin beyâz-ı dide-i giryâne yazmışlar.
Nef’î
Aşıkların gözlerindeki karalık, kirpiklerinin gölgesinden oluşmuyor. Sevgilinin resmi ağlayan gözlerdeki beyâzlara çizilmiştir. Gönül gözle, gözdeki sevgiliyi görür.
Sevgili uzakta değildir, gözdedir. Göze değmektedir. Pencerenin kendisidir. Gönül pencresinin kendisi. Gönül penceresidir sevgili. Gönlün camı, gönlün gözlüğü, gönlün gözüdür.
Nice nişâne ol gam taşına sırça gönül
Atar gözüm güheri hayırdır nişân ola mı
Şeyhî
Sevgili gönül penceresi ise, taş da, gam taşı da pencereye atılmaz. Pencerenin kendisi “gözün güheri”, gözün cevheri, gözün özü atar taşı. Sırça gönül, gözün özünün attığı taşlara hedef olmuştur.
Gözün özü sevgilidir. Sevgili gözün önünde değildir, ardında da. Gözün kendisidir. Göz gönüle taş atar. Sırça gönülü hedefler.
Gönlüm evi karanuyise gözlerime gel
Nur ile Ruşen eyle ki hoş tâbhânedir
Şeyhî
Gönül evi karanlık olabilir, gönüle giren sevgili, gözlere doğru yürümelidir. Işığı görmek için.
Gözlerime gelen sevgili içinde bende duran sevgili değil, gözün ardında, gönülde duran sevgili değil de gözün önündeki sevgilidir. Sevgili, gözleri ışığı ile aydınlatır, gözlere gelir çünkü gözler bir tâbhânedir.
Sıcak aydınlık bir şifâ evidir, bir nekâhethane, bir hastahane, bir darüşşifâdır. Gözlerime buyur, gönlüm karanlıksa, gözümden gönlüme ışık gitmiyorsa, gözüne gel, gözüm sensin zaten, gözüm ol, ışıkla doldur gözümü, gözümden gönlüme ışık gönder,
Heves gönülde hevâ başta vü belî canda
Gözün kem olmasa bu hâl ile benim nem olur
Şeyhî
Gönül ışıklı, akıl kararlı, arzulu, cânda ise belâ var. Gönül, hikmet sefinesînin yolcusu akılla, belâyla iç içe.
Göz de katılmalı buna. Göz, gönülle, başımla, cânla, hemhâl olmalı, yoksa gözümün ne anlamı kalır?
Söyleyen bülbül, hem gönül, hem akıl, hem candır. Hem de göz. Göz sevgilidir. Bülbül gözünün sevgili olduğunu anlamıştır bu yolculukta. Gönül yine de gözde kalmaz, gözdeki sevgiliden aşk küredeki sevgiliye yönelir, sevgilinin ser-î kûyuna.
Sevgilinin oralarına. Sevgilinin olduğu yerlere. Sevgilinin civârına. Sevgilinin sokak başlarına. Sevgilinin yörelerine. Gönülden göze. Gözden sevgilinin sokağına.
Ânı hoş tut garibindir efendim işte biz gittik
Gönül derler serî kûyunda bir divânemiz kaldı
Hayâlî
Sevgilinin mahallesinde bir divânedir gönül. Biz gitmişiz, gönlümüz o mahallenin başında kalmıştır.
Gariptir gönlümüz, garip gönül, bir divâne olarak kalmıştır sevgilistanda. Gözden, sevgiliden gören gönül, sevgilinin sokağının başında kalakalmıştır. Gariptir, yalnızdır.
Gönül akıldan, bedenden, benlikten de kopmuş, sevgilinin yöresinde bir divâne olarak kalakalmıştır. Sevgiliye teslim olmuş bir gariptir artık gönül.
Gönülün temel özelliklerinden biri de dalgalanmasıdır. Dalgalanır gönül, bir uçtan bir uca. Sevgilinin sokağında bir divânedir ama sevenin gözüdür.
Hârab olmağa yüz dutmuşdur ol ma’mur olan gönlüm
Gamınla mübtelâdur şimdi ol mesrûr olan gönlüm
Hevâya uydı biz kalduk şeb-i tarîk-i fürkatde
Hemişe devletûn şem’i gibi pür-nûr olan gönlüm
Eline bir güzel girse girür meyhâneye çıkmaz
Cihanda ol salâh ve zûhd ile meşhur olan gönlüm
Eğer dünyayı virsen bir güzelsûz ihtiyar etmez
Benûm şol bi-vefâlar sevmede mecbûr olan gönlüm
Açıldı halk-ı âlem cümle bildi n’idûgîn İshâk
Hicab u uzlet ü halvetle ol mestûr olan gönlüm
Üsküplü İshâk Çelebi
Gönül dalgalanmalarını çarpıcı bir biçimde anlatan bu dizeler ma’mur olan sağlam gönlün harab olduğunu, sevinçliyken gamla bağımlılık ilişkisi içine girdiğini gösterirken, bir uçtan diğer bir uca geçişin örneklerini göz önüne seriyor.
Pırıl pırıl olan gönül, ayrılık yolunun gecesini yaşamak zorunda kalmıştır. Sağlam iken harap, sevinçli iken üzüntülü, aydınlık iken karanlık oluveren gönül… Neden dalgalanır? “Hevâya uyar”, gönül azularının ardındadır. Kendini olumlu, uyumlu, zühd içinde yaşarken meyhanede bulabilir.
Gönül bu, ferman dinlemez. Vefâsız sevgilileri sevmeye zorunlu iken, sevgiyi zincirler içinde yaşarken, artık güzeller arasında seçimini yapma, kararını verme durumuna girivermiştir. Kapalı, utangaç, yalnız gönül birden bire cümle âleme açılıverir. Gönül gidiş gelişleri çırpınışları ile meşhurdur.
Garipliğinin yanında içinde tüm evreni taşıyabildiği için ulu bir yurttur gönül:
Ey gönül sana sığdı kevn-ü mekân
Ne ulu bârîgâh imişsin sen
Hayâlî
Gönül aşk aleminde, aşk âlemi gönüldedir. Elbette gönül aşk alemine hiçbir zaman erişemez, dünyada aşk kürede yaşar, ama içinde aşk âlemini duyar. Ona aşk âlemi sığabilir.
Çün senindir her ne kim var ey gönül
Kimden umarsan atâ var ey gönül
Çunkü yetersin sen sana yâr ey gönül
Yârını bil olma ağyâr ey gönül
Nesîmî
Bu tuğuyunda Nesîmî, gönülün yetkinliğe doğru gittikçe ne denli güçlü olabilceğini îma ederek, bu güçlenmenin yârini bilmekle gerçekleşebilceğini belirtiyor. Gönül yârini bilirse, gözünü, kendini, gözünün önündeki sevgilistanı; kendine yabancılaşmadan kurtulur, güçlenir.
Ey nasihât eyleyen ben bî-dile dildâr için
Hey ne derdin var senin gönülcüğün yanındadır
Necatî
Sevgili hakkında bize yol göstermeye çalışanlar olabilir.
Oysa bî-dîl olmuş, gönülsüz olmuş, gönlünü gönülsüzlükle bulmuş, âşık olmuş biri için, aşk derdinin çekilmesinde en güvenilir dayanağımız gönlümüzdür. Gönülcüğümüzdür.
Gönülcüğümüz varsa aşkta, bize yakışan gönlümüz; işte bu gönülcüğümüz acımızı azaltır, sıkıntılara direncimizi güçlendirir.
Gönülcüğümüz, gönlümüzce yaşayabildiğimiz gönlümüz, dalgalanan savrulan gönüldür ama öz saygısı olan, onurlu bir varlıktır.
Ne mutlu her gördüğünün ardına düşmeyen, her çağrıldığı kapıya habersizce varmayan gönüle.
Hâfız, 163. Gazel
Bu öz saygıyı, dalgalanmaları olanaklı kılan, sürekli yenilenmesi, tazelenmesidir. Gönül hep tazedir. Gönülün bayatı köhnesi olmaz.
Gönlüm ki anda bir güzelûn tâze dağı var
Bir köhne hânedir yenilenmiş ocağı var
Üsküplü İshâk Çelebi
Gönlü yine de dalgalanmaları içinde, gönülcüğünü yaşayarak bilebilen, yaşayabilenler gönül ehlidir. Gönül ehli, gönülden konuşur, söyledikleri olgulardan uzak ve bağımsız olduğu için yanlış olmaz.
Gönül ehlinin sözünü duyunca yanlış deme. Söz anlamıyorsun cânım efendim … yanlış burada.
Hâfız, 87. Gazel
4. BERZÂH ÂLEMİNDE BİR ÂYİNE-DÂR OLARAK GÖNÜL
Aşk âlemi, kültürümüzün kökenlerinden besleniyor. Divân şairlerinin günlük yaşamdaki sevgiliyle ilgili anlattığı aşk, tasavvuf açısından mecâzi aşktır. Hakiki aşk tanrıya duyulan aşktır. Bu yazıdaki andelib-i gûyânın aşkı, bir anlamıyla berzâhi bir aşktır.
Berzâhın farklı anlamları vardır. İki şey arasındaki aralık ya da engel (örneğin, iki deniz arasındaki kara parçası), ölüm ile tekrar dirilme arsında geçen zaman, çok sıkıntılı yer… bu anlamlardan bir kaçıdır.
Berzâh arada olandır. İnsan berzâhtır, bu anlamıyla. Yaratanla yaratılmış arasında. Ölümlülük ile ölümsüzlük arasında.
Göz-gönül ilişkisi, islâmi gelenekteki yoğun anlamlarının çerçevesi içinde görülmeden anlaşılmaz. Örneğin, Aynu’llâh, Allahın gözü, âlemde olan her şeyi Allahla gören demektir. “Ben kulumun gören gözü olurum da, o kul benimle görür ” anlamını taşıyan bir kudsî hadisten söz edebiliriz.
Gönül-göz ilişkisi “ayna” kavramı olmadan anlaşılmaz.
“Gönül acayib bir aynadır” dediler; onda hodbin güzellerin yüzleri akseder. Garibi şu ki o aynada güzellerin yüzü yoktur. O hem güzel hem aynadır.
İşte asıl acayib olan şey budur!
Molla Câmi, 9. Rübâî
Tasavvufta, Allahın insanı ayna olarak yarattığı savı vardır. İnsan, diğer yaratılmışlarla birlikte Tanrının aynasıdır. İnsanın bağımsız bir varlığı yoktur. O, yansıtandır.
Bir gözgü, bir mir’attır. İnsan-ı kâmilin kalbi bir aynadır. Cilâlı, parlak, sâf bir ayna. Gönlü temiz olmayanın aynası da tozludur.
Berzâhî bakışta sevgilinin aynasıdır seven. Gönül hem kendine bakan güzelleri yansıtır hem de güzelleri görebildiği, kendisi zâten güzel olduğu için görebildiğinden dolayı,güzelin kendisidir. Câmi buna şaşıyor, şaşmış görünüyor.
Oysa gönül aynası güzel olmasa, güzeller kendilerini göremezler. Aynanın saflığı, güzelliği, bakanlardan önce gelir:
Gönül âyinesi safidir ammâ
Temâşâ bu ki sahib-nazar yok
Üsküplü İshâk Çelebi
Gönülün ayna oluşu gözle ilişkisindendir:
Gönül onun muhabbetinin haremidir, göz, yüzüne ayna tutmaktadır.
Hâfız, 16. Gazel
Gönül sevgilinin gizlerini içinde taşır, örter. Göz ise sevgilinin aynasıdır. Göz berzâhtır: dış dünya ile gönülü ayıran.
Göz yansıtır, sevgiliyi taşır, sevgili olur, ama gönül göze, ya da göz gönüle ulaşamazsa aralarında boşluk kalır.
Eğer sevgilinin yüzünü görmek istiyorsan gönül aynasını cilâla. Yoksa demirden, taştan asla ne gül biter ne nesrin.
Hâfız, 478. Gazel
Aynayı cilâlamak güzelleşmek demektir.
Eski zaman aynaları “demirden, tunçtan” yapılır, üzerleri cilâlanırmış. Cilâlanmayan, gönül sevgiliyi yansıtamaz. Güzelleşmeyen gönül sevgiliyi göremez.
Sanemâ gün yüzün âyine-i cândır bilirim
Dü cihân nakşı kamu anda âyandır bilirim
Şeyhî
Sevgilinin yüzü cân aynasıdır. Cân aynasından görülendir. Sevgili kendini cânımda, cânım kendini sevgilide görmektedir.
Berzâh aleminde, aşk âlemi ile aşk küre arasındaki uzun yolculuğun yer aldığı âlemde, sevenle sevilen aynalaşır, karşılıklı ayna olurlar birbirlerine.
Berzâh âleminde “Dü cihânın nakşı” görünür: aşk âlemi ile aşk kürenin! Berzâh âleminde sevgilinin zulmü, aşkın belâsı yaşanır. Sevgilinin anlayışsızlığı gözümün aynasını da, gönlümün aynasını da kırar.
Gözüm âyinesine bas kademin
Ki gönül sırçası şikeste yatar
Şeyhî
Sevgili gözümün aynasına ayağıyla basınca, gönlümün aynası, gönül camım, gönül sırçam kırılıverir. Kırık bir aynada sevgili kendini göremez.
Kendini görecek ağyar arar. Gönül sırçam kırıldığı için gönlümle gözüm aynasına, penceresine ulaşamam. (Göz hem ayna hem câmdır. Gözlem odalarındaki aynalar gibi!) Sevgiliyi göremem. Oysa sokaklara, dükkanlara asılan aynalar sevgiliyi görmek için. Sevgilinin kendini, bizim sevgiliyi görmemiz için.
Sen olasın deyû yer yer asılıp âyineler
Gelen gider eyler nazarı dâne dâne
Necatî
Eski dönemlerde sokaklarda, çarşı pazarlarda asılan aynalar sevgilinin görüntüsünü yakalamak için döner dururlar. Ayna sevgiliden önce vardır. Sevgiliyi arar.
Tasavvuftaki bağımlılık, berzâh âleminde tam işlemiyor gibidir. Ayna sevgiliden öncedir. Göz ve gönül, öncedir. Ayna sevgiliyi yansıtmasa da vardır. Önce ayna vardır ve sevgiliyi aramaktadır. Sevgilinin görüntüsünün ardına düşmüş aynalar.
Bu aynalar yok olup gidecektir bir gün. Ayna eski dönemlerde parlasın diye külle oğulur, cilâlanırmış. Gönül aynası da cilâlı, saf, temiz, güzel olmalıdır ki, güzeli yansıtabilsin. Oysa ayna gün gelir yokluk külü (hâkister-i fenâ) ile cilâlanır. O zaman ne gönül aynasının pası (jeng) ne de kırığı (inkisâr) kalır.
Olur musaykal-ı hâkister-i fenâ bir gün
Ne jeng-i âyine-î dil ne inkisâr kalır
Nâilî
Ayna bir anlamıyla iki yüzlüdür. Arkası karanlık, önü aydınlıktır. Tasavvufî anlamıyla “tecelli mahalli”dir.
Aşk ehlinin gücü ne denli fazlaysa, aynanın saflığı o denli korunabilir. Ama, aynalar, insanın yazgısını taşırlar, ölümlüdür.
Bu ölümlü aynalar, ölüm döşeğinde yatanların sağ olup olmadığını anlamak için ağızlarına tutulurdu. Ayna buharlanırsa, bu, hastanın hâlâ yaşadığının işaretiydi. Bir ayna olarak sevgili, ruhunu, ölmekte olan sevenin ağzına tutabilirdi:
Hasretle çıktı cânım inanmazsa sözûme
Kosun dehânıma ruh-u âyînesine yâr
Ahmet Paşa
Sevgili ruhunun aynasını ölmekte olan seveninin ağzına koyarak ondaki özlemi görebilirdi. Seven olarak ben aynaydım. Sevgiliye, sevgili ölümüne tanıklık için bile olsa aynaydım ona. O, bende kendisini görebiliyordu.
Ben onda kendimi göremiyordum. Bu, asimetrik durum, bu, karşılıksızlık, berzâh âlemini bir berzâh-ı belâya, içinden çıkılmaz belâya dönüştürüyordu!
Bizlere böylesi derinlikli açılımlar sağlayarak, düşünce ufkumuzu genişlettiği için Prof.Dr.Ahmet İnam hocama ne kadar teşekkür etsek muhakkak ki azdır.