Sahte Gerçek
Karanlık sokakta dev aydınlatma lambasının görünür kıldığı bir bölgeyi es geçerek koyu gecede vardiyaların yorgunluğuyla yürüyordum. Asfalta çarpınca boş mideme göre tok sesler çıkaran ayakkabılarım hafif bir su birikintisinde susmayı tercih ediyorlardı. Birkaç adım sonrasında, yine aynı ritmle,yolculuğa devam ediyordum.
Karşımda beni bekleyen bir yol ayrımı;üç ayrı yöne...
Tercih benim.
Direk karşı yolu gözüme kestiriyorum. Nispeten daha dar bir yol öncekine kıyasla.
Bir yandan yürürken bir yandan da düşünceler dolanıyor kafamın içinde. Islıkla mırıldandığım melodiler olanca hızıyla etrafa yayılıyor. Sonra başka bir ıslık duyduğumu sanıp sesin geldiğini düşündüğüm yöne doğru dönüyorum.
Bir rüzgar esiyor kulaklarımın üşüten. Burnumun ucunun hissizleştiğini anladığım bir burun çekme...Ve ellerin ıslak uyuşukluğu buluşuyor dar sokağın bu kuytu noktasında.
Şehrin epeyce dışında olduğumun ayırtına varıyorum. Yollar biraz bozuk,evler eski ve az katlılar.
Köşede bir gecekondu görüyorum. Cılız bir ışık ve yaklaştıkça fakirliğin emaresi lastik ayakkabılar...Adımlar uzadıkça kapıya ,üzerine sinen açlık kokusu ve içeriden gelen büyülü ninni sesleri...İçeriden gelen seslerden bir annenin beşik sallayışı istem dışı hayalimde canlanıyor.
Elim artık kapıda tereddütü yaşıyor hissizleşmiş parmaklarım bir komut bekliyor misafirin gelişini müjdeleyen. Sonra kırık olduğundan mecburen aralık duran kapıya birkaç kez hafifçe çarpıyor nazik bir yumruk oluşturduğum donmuş elim.
Duyulduğumu anlıyorum lakin bir karşılık alamadığım için orada kalıyorum.
Duyumsadığım ve ayrımsadığım her şeyi göz önüne alıp,usulca itiyorum gelişigüzel seçilmiş tahtalardan yapılmış kapıyı.
Her bir derece açılımında biraz daha fark ediyorum yoksulluğun kalesine geldiğimi.
Hayat işte ben bu kadar gerçek ve acımasızım diyor ve yüzüne çarpıyor en sert biçimde sefaleti. Kırık, dökük eşyalar kirecin beyaza boyadığı duvarda mutlu bir aile tablosu...
Bir ayağı kırılmaya yüz tutmuş bir sandalye küçük eski bir masa ve üzerinde uzaktan bile bakınca sahte olduğu anlaşılan kırmızı bir gülün yalancıktan kurulu dünyası; kenarı kırık gök mavisi bir vazo.
Yerdeyse, minik bir kız, tıpkı resimdeki kadına benzeyen ama şimdilik onun küçük bir modeli ve onun dizlerinde uyutulmaya çalışılan onun yarı yaşında gösteren kardeşi. Tek odalı ev demeye, bin şahit isteyen bu izbe yerde bir şeylerin ya da birilerinin eksikliği vuruyor yüzüme.
Tek kapaklı tüm köşeyi işgal etmiş kırık çekmeceli bir gardırop ve kapağı olmadığı için açıkta duran buna keza ütülü eski bir kadın elbisesi...Şimdi krem rengi gibi görünüyorsa da eskiden beyaz olduğu aşikar hoş bir elbise...
İçeriye alışmış olsam gerek ki, bir kaç adımım kendiliğinden geliveriyor. Sonra uyumaya yüz tutmuş ve yarı inik göz kapakları açılıyor tedirginlikle küçük kızın. Sonra yumuşuyor bakışları...
İncecik ve buğulu sesinde bugünün tarihinin bıraktığı öksüzlüğün hüznüyle çıkmış kısa bir cümle...
’’Hoş geldin baba !’’
İlay Demirer
Ekim 2007