Mavi Düşlerde Umuda Yolculuk
Sabah olmuş, evin perdeleri içerden hafifçe sıyrılarak yeni gelen günle beraber güneş ışıklarının huzmeleri içeri doluyordu. Yavaş yavaş aydınlanan çevreyle birlikte pembe bir duman gibi süzülen ışık, yatağında umarsızca yatan Mehlika’nın beyaz tenine doğru yol alıyordu. Yatakta bir sağ bir sol döndükten sonra gözlerini hafifçe araladı... Doğruldu yerinden ve koyu maviliğe gitti yeşil gözleri. Sonunu getiremediği deniz karşısındaydı şimdi... Çoğu zaman olduğu gibi, Tanrı’nın kaleminden çıkan bir noktanın üzerinde yaşamak zorunda olduğu gerçeği sabahın kutsal huzurunu silivermişti yine. Büyük ve bembeyaz bir kağıt üzerinde bir nokta vardı ama; kağıtta başka noktalar, belki harfler, belki de lekeler varken neden kendisi o kahrolası noktadaydı... Bu cevapsız soruyu çok fazla düşünmüştü; oysa kendisini bekleyen işleri de düşünmeliydi. Hemen kahvaltısını yapmalı; sonra keçileri sağmalı; taş fırını yakıp akşamdan hazırladığı hamurları pişirmeliydi.
Kalkıyor, pencereye doğru yürüyor... Çıplak ayaklarından zeminin serinliğini hissediyordu. Bir de gözlerine gelen güneş ışıkları olmasa !..
Yaşlı anne ve babasıyla yaşıyordu. Yaşamı bu iki ihtiyarla sırtlamak onbeş’inde bir kız için gerçekten zordu. Akla gelebilecek günlük bütün işleri yapardı. Keçileri sağardı, ekmek pişirirdi, bazen babasının atölyesine gider keresteleri doğramasına yardım ederdi... En çok sevdiğiyse hayvanları dağın en yüksek tepesine çıkarıp otlatmaktı. Orada saatlerce uzanır, gökyüzüyle denizin birleştiği muhteşem maviliği yeşil gözleriyle seyre dalardı. Bazen belli belirsiz bulut kümelerine takılırdı gözleri... Yamaçtan denize doğru uçan martıları özgürlüğe doğru giden yol göstericiler olarak hayal ederdi çoğu zaman. Parmaklarıyla denizin en uzak noktasını işaret eder ve ‘işte mavi düşlerimde umuda yolculuk edip gideceğim yer’ derdi. Küçük şeylerden büyük mutluluklar elde eder, zamanının bir kısmını da türlü türlü düşüncelerle maviyle yeşilin birleştiği bu koyda geçirirdi...
Annesinin seslenmesiyle birden irkilen Mehlika, başını yasladığı camdan çekerek ve biraz da kızarak ‘efendim anne’ diyebildi sadece. Bu, düşlerinden ilk uyandırılışı olmamıştı elbette ki. Ama yine de onları bir gün gerçekleştireceğine inanıyordu. Mavi bir çarşaf gibi önünde uzanan denizden gözlerini ayırarak annesinin yanına gittiğindeyse aklını dün görmüş olduğu ufak mavi nesne kurcalıyordu. Bir keresinde de Tahir’le hayvanları otlatırken bu nesneyi görmüşlerdi ama ne olduğuna bir türlü anlam verememişlerdi. Bir daha ‘karşıma çıkar’ diye oraya üç kez daha gitmişti ama hiçbir şey görememişti.
Bu küçük köyde kendisine en yakın gördüğü, en azından akranları arasında en çok sevdiği kişiydi Tahir. Onunla belli günlerde kıra çıkar, hayvanları otlatır, Tahir’in yanık sesinden türküler dinler, kimi zaman eşlik eder, kimi zaman da derin iç çekerdi. Eğer bir gün evlenecekse bu evleneceği kişi Tahir olmalıydı kanısınca.
Hayalle gerçeğin keskin ayırımında olmak... Hayallerden geniş bir evren yaratmış olmanın haklı ve mutlu gururunu yaşamak Mehlika için büyük bir avuntuydu. Kimi zaman uçsuz bucaksız hayal aleminde gezinmek, kimi zaman gerçeğin sert ve acımasız tokatlarını yüzünde hissetmek, kimi zaman da en kesif hüzünlerle derin yürek kervanlarında göğün düşsel maviliğini bir kulaçla gezinmek... Mehlika’nın hemen hemen her gün dalıp gittiği hayal âlemi bu zıtlıklarla doluydu.
Günlük sıradan işlerle uğraşma vakti çoktan gelmişti. Kahvaltısını yaptıktan sonra koyunları otlatmak için yola koyulma vakti gelmişti. En çok sevdiği tepeye doğru yola koyulduğundaysa güneş tepelerin arkasından iyice yükselmiş, sıcaklığını hissettirmeye başlamıştı.
Denizin üzerinden pembe bir duman gibi yükselip Mehlika’nın ipeksi saçlarına dolanan ve saçlarını havada sallandıran rüzgâr, nedense bugün bir başka esiyordu. Pembe, bu koskoca evrende Mehlika için sadece yalnızlığı çağrıştırıyordu. Pembe ‘benim için yalnızlıktır’ derdi her zaman. Güvenmezdi aşka çağıran neon ışıklı bakışına... Bir keresinde Tahir ona pembe bir gül vermişti, ‘bu bizim için’ demişti. Mehlika onun ne anlama geldiğini anlayamamıştı. Bizim için demekle neyi kast etmişti sorusuna kafasının takıldığı çok olmuştur Mehlika’nın. Parlak ve safi olan yüzü belli ki adından gelmekteydi. Çünkü yüzü, adıyla özdeşti Mehlika’nın. Ay gibi parlak bir yüzü vardı onun...
Epey yol aldıktan sonra nihayet tepeye varmıştı. Hayvanlar biraz aşağıda, düzlükte otlanıyordu. Bunu fırsat bilen Mehlika çimenlerin üzerine uzanarak hayalle gerçeğin keskin ayırımındaki düşlerine dalıvermişti. En çok istediği bu kahrolası noktadan bir gün evvel gitmekti. Baharın mistik kokan havasını ciğerlerine kadar soluyor, içini burkan en küçük bir anımsamada çimenleri elleriyle yerinden yoluyordu. Bulut kümelerinden türlü türlü manalar çıkarıyordu. Tepesinde uçan martılara bakıp ‘özgür olduğunuzu mu zannediyorsunuz’ demekle aslında, küçük bir köyde hayatının sonuna kadar yaşayacak olmanın üzerinde bırakmış olduğu etkiyi bir nebze olsun azaltmak istiyordu.
Zamanın acımasızlığını bir tokat gibi ensesinde hissediyordu her zaman. Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan iyilik perisinden/cinden bir ‘uçan halı’yı o kadar arzuluyordu ki... Ya da ‘beyaz atlı prens’in gelip onu ata bindirip başka diyarlara götürmesini hiçbir şeyi istemediği kadar istiyordu.
Yine o mavi nokta. Kalkıyor, noktaya doğru hızla ilerliyor... Tepenin arkasından gökyüzüne doğru havada sallanarak yükseliyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Merakla ona doğru koşmaya başladı Mehlika. Noktanın kuyruğunu da görebiliyordu artık. Mavi nesne, nokta olmaktan çıkmış, daha belirgin bir hal almıştı. Bu hayatında görmüş olduğu en güzel uçurtmaydı.
Bütün insanlar gibi Mehlika’nın da ulaşmayı amaçladığı mutluluk sanırım, duygulardan oluşmuş bir dağın zirvesi, en keskin, en sivri yeridir. Herkesin özlediği o özgürlük anı... Zamanı unutturan ölüme aldırmayış... ‘Yüreği bir güvercin ürkekliği’nde değildi ama, duygulardan örülü o eşsiz hayal adasına ulaşmak için güvercin olmayı çok isterdi. Aslında istekleri gerçekleşmeyecek kadar imkansız değildi ama, düzene ayak uydurma adına ‘bu köhne uydurmalık’ herkesi yiyip bitirdiği gibi onu da yemişti. Ve...
Olanca gücüyle koşmuş, tepeye ulaşmış, tepenin en yüksek yerinden uçurtmayı izlemeye başlamıştı Mehlika. Gözleri, ilkin, bir gemi görme umuduyla denize doğru kaydıysa da, sahilin, gözlerinin gördüğü en uzak noktasında birkaç karaltıdan başka bir şey görmedi. Çocuklar uçurtmalarını özgürce uçurmanın sevincini yaşıyorlardı. Mehlika ise hayal kırıklığı yaşıyordu. ‘Keşke bir gemi olsaydı da beni de alıp götürseydi buralardan’ diye geçiriyordu içinden. Gözlerinden iki damla yaş süzülmüştü. Dudaklarında onların tuzunu hissediyordu Mehlika. Tuzu ayarında gözyaşları değildi bunlar...
Avazı çıktığı kadar çocuklara doğru bağırmaya başladı. Elleri havada gayri ihtiyari sallanıyordu. Mesafeye meydan okurcasına, küfür dolu iltifatlarla bağırıyor, gözyaşlarına engel olamıyordu. Onu taşımakta zorluk çeken dizleri daha fazla dayanamadı ve yere yıkıldı. Dizlerinin üzerine çökmüş vaziyette elleriyle gözyaşlarını silmeye başladı. Yerinden kalktı. Yaralı yüreğiyle tepeden aşağıya doğru inmeye başladı. Güneş, denizin üzerinden Mehlika’ya doğru kızıl ışık huzmelerini göndererek batmaya doğru gidiyordu.
Ve battı...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.