- 2542 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
DAĞLARA GEL DAĞLARA
Yaşamın ona sunduğu şartlara göre kendini iyi yetiştirmiş ve yaşamın evrensel doğrularına ulaşmış, net perspektifler çizen bilgili bir insandı ilkokul öğretmenimin. Onun öngörülerinden olumlu etkilenmiş olmalıyım ki, dağları çok severim. İlyas öğretmen derdi ki "küçük tepeler üzerine çıkarsanız ancak eteklerini görebilirsiniz; ama yüksek bir dağa çıkarsanız size yaşam sunan çevreyi görebilirsiniz. Bunu insanlara da taşıyabilirsiniz".
Sevgili öğretmenimin kendi yüreği içerisinde damıttığı ve bizlerle paylaştığı bu öngörüsü benim dağlara tutkunluğumun sebebi oldu. O gün bu gündür ne zaman bir küçük boşluk bulursam dağlara vururum kendimi. Dağlarla yeni bir güç kazanırım, inanç tazelerim. Çünkü dağlar öğretti bana çok şeyi. Örneğin Ağrı Dağı’nda büyüklüğü ve yüksekliği öğrendim. Artık büyüklüğü ve yüksekliği tanımlarken hep Ağrı Dağı beliriyor zihnimde. Güvenmeyi ve güvenilmeyi öğrendim dağlarda. İkibin yılında Aladağlarda uçurum kenarlarından kar geçişi yaparken öğrencilerimin ellerime, yaşamlarını bıraktığını gördüm. Yaşamın gizemini öğrendim dağlarda. Çünkü Anadolu demek, dağlar demekti. Çünkü kıtaların kayma kuramıyla da çok net ortaya çıkmıştır ki Afrika levhası sürekli Avrasya levhasına, Anadolu altından girmekte ve ilk giriş bölgesi olan bu toprakları sürekli yükseltmektedir. Torosların da, Doğu Anadolu dağlarının da oluşum öyküsü bu gelişmeye bağlantılıdır. Hangi araçla seyahat etsem gözüm daha çok dağlardadır. Hep onlara bakarım, hep onları düşlerim. Hasan Dağı’na aşık oldum desem inanır mısınız bilmem ama içimde o dağın izlerini görebilseydiniz bana hak verirdiniz.
Hollandalı bir arkadaşım "Anadolu’yu iki özelliğinden çok seviyorum derdi. Birincisi dağları, ikincisi dağlarda bulunan relikt (kalıntı) canlıları". Yükseltisi olmayan bir ülke vatandaşının bu sevgisine şaşmamak gerek ama büyüsüne kapılanlar için dağların insan yüreğinde doldurduğu alan hiç te azımsanamaz. Anadolu dağlar ülkesi, Anadolu yüreğim; dağlar yüreğim. Gayri başka sevdalar kar etmez bana.
Bu düşlerle başladı haftasonu kaçamağımız. Uzun yıllardır Ankara yolunda hep özlemle izlediğim bir dağ vardı, Akdağ. İsmini bolca taşıdığı beyaz kireç taşlarından almış olmalı. Bölgenin en yüksek dağlarından biri olan bu dağ, Akdeniz ve İç Anadolu hatta Ege bölgesinin de kesişme bölgesi kabul edilmektedir.
Sabahın ilk ışıkları ile tırmanmaya başladık. Seyrek çam ağaçlarının arasında yer yer ikincil süksesyona ait gelişmeler vardı. Meşeliklerde çalı bülbüllerinin hiç bitmeyen serenatları yorgun gönüllerimizde tanımlanmaz akisler oluşturuyordu. Hafif esen sabah yeli Anadolu’nun has bitkisi kekiklerin tadımsız kokularını taşıyordu. Yavaş tempo tırmanırken dağın bizi kucakladığını hissediyorduk.
Kampımızı binbeşyüzmetreye kurduk. Akdenizin ünlü sıcağı günün yarısına doğru kendini göstermeye başlamıştı. Basit bir öğle yemeği ve kısa bir dinlenmeden sonra yola devam ettik. Eşyalarımızın bir kısmını kampta bıraktığımız için hareketlerimiz kolaylaşmıştı.
Çam ağaçları aşağılarda kalmıştı. Artık ardıç ve kısa boylu yayvan ağaçlar görülüyordu. Dev kireç kayalıklarında kartal ve diğer yırtıcı formların çığlıkları yankılanıyordu. Yırtıcılar hoş geldiniz demeden ziyade, teritoryum sınırlarını bize iletiyorlardı. Binsekizyüz metreye ulaştığımızda tırmanmak zorlaşmıştı artık. Eşim devam etmeme kararı verdi. Oysa ikiyüz metre tırmanabilseydi (çıkınca fark ettim), eğimin azaldığı çıplak bir alana ulaşılıyordu. Altmetreye göre üçyüzmetrelik bir yükseklik kaldığı görülüyordu. Geriye dönüp eşimi almak düşündüm ama planımızın bir saat gerisindeydim. Tempomu hızlandırdım.
Parçalanmış kireç kayalıklarının örttüğü eğimli alanda küçük boylu ince ya da dikenimsi yaprakları olan formasyonlar görülüyordu. Artık Akdeniz sıcağı, yükseklerin serin esintisi nedeniyle hissedilmiyordu. Eğimin 40-45 dereceye düştüğü çıplak alanda hız kesmeden ilerliyordum.
Önümde sonlanan bir uç nokta görülüyordu. Altimetre hesabına göre buranın zirve olma olasılığı yoktu. Yine de heyecanlanıyordum. Gözüken noktaya yaklaştığımda küçük bir vadiden sonra bir başka tepenin beni beklediğini gördüm. Bunun zirveden önce son tepe olmasını dileyerek tırmanmaya başladım. Tepeye çıktığımda karlarla örtülü zirveyi gördüm. Sanki duvağını takınmış bir gelin başı gibiydi. Beni bekliyordu. Değişen basınç ve oksijen düzeyinden mi, yoksa bu güzeli görmüş olmamdan mı bilmiyorum kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Tırmandıkça buranın zirve olduğuna inancım artmıştı. Tatlı bir serinlik başlamıştı. Temmuz ayında karlar üzerinde sesler çıkartarak yürümek çok keyifliydi. Artık tırmandığım doğu tarafın tüm cephesi görüntü alanımdaydı. Botlarımın seslerinden başka hiç ses duyulmuyordu. Görünen üst noktaya çıktığımda, son dik bir alanın başladığını gördüm. Duvağı açmaya az kaldığını düşündüm tanımsız bir heyecan sardı tüm vücudumu. Biraz daha güçlendi bacaklarım. Adeta koşar adım ilerliyordum.
Ve batı cephenin görüntüleri belirmeye başladı. Son noktaya 3-5 metre kaldığında yavaşladım. Bu anı tadını alarak, kare kare yaşamak istiyordum. Küçük adımlarla ilerledim artık zirvedeydim. Bütün yerleşim birimleri ayaklarımın altındaydı. İnanılmaz görüntülerden büyülenmiştim. Nereye bakacağımı şaşırmıştım. Yere oturdum. Üstümde pırıl pırıl, masmavi bir gökyüzü; aşağıda Küçücük tarlalar, uzanıp giden incecik yollar gözüküyordu. Bir yanımda Gelincik, hemen solumda Davraz, sıra sıra Söğüt dağları sanki karşı komşularımız gibiydiler. Sanki gidip "Davraz teyze, annem dedi ki bir maniniz yoksa akşam size geleceğiz" diyesim geldi. Kaç dakika büyülenmiş bir şekilde kaldım bilmiyorum. Büyük ustanın çok farklı bir dünya için yazdığı mısraları aklıma geldi birden.
"Toprak, güneş ve ben.
Ve ben artık hiçbir şeyi
hattâ seni bile düşünmezken
takıldı birdenbire gözüm
birbiri ardınca bozkırın ufkundan sökülüp
ağır beyaz yelkenler gibi gelen bulutlara".
Sonra devam etti mısralar bir bir. Hatta son bölümü kendimce değiştirip dağlara uyarladım.
"Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
ne baş aşağı, ne baş yukarı.
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Sade DAĞLAR (toprak), güneş ve ben.
Bu anda yeter bana bu kadarı
bahtiyarım.
Bu görüntüleri ölümsüzleştirmek geldi. Çantamı açıp kamerayı çıkardım, güç düğmesine bastım. Aman Allahım hiçbir hareket yoktu. Hemen pil yatağını açtım, ne yazık ki hiç pil yoktu.
Güneş batma hazırlıklarına başlamıştı. Aşağıda eşim olmasa geceyi burada geçirmeyi çok isterdim. Bir başka buluşmaya erteledim bu güzelin koynunda gecelemeyi. Eşime götürmek üzere çantama biraz kar doldurdum, rüzgar gibi aşağılara doğru savruldum.
Bu günlerde tatil yapan ya da yapmayı planlayan dostlara bir günlerini dağlara ayırmalarını tavsiye etmek istiyorum. Eminim ki dağlar ülkesi Anadolu’nun bu eşsiz güzelliklerinin büyüsüne siz de kapılacaksınız. Kim bilir ben gibi iflah olmaz yaralar alacaksınız. Size Akdağ’dan değil ama tırmandığım çeşitli dağlara ait resimler sunuyorum. Yüreklerinizi serinletsin diye.