- 841 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇOCUKLUĞUMUN YAZ AKŞAMLARI
Kısa yaz gecelerimiz vardı.
Henüz 5-6 yaşlarındaydım. İki katlı ve hepsi hepsi 2 odalı bir evimiz vardı.Alt katta bir oda,üst katta bir oda. Odaya bitişik ahşaptan yapılmış, üç beş sıra, kap-kacağın konduğu raflardan ibaret bir mutfak...Duvarda paslı bir çiviye asılmış yuvarlak bir sofra.Onun ayağına katlanıp konmuş kirli bir sofra bezi.
Evin damı düzdü.Yağmur yağdığı zaman akardı.Hemen her kış mevsimi gelmeden önce kayrak taşlarıyla kaplanırdı. Akan yerler “yuvgu taşı” dediğimiz ,silindir şeklinde ve mermerden yapılmış ağır , ahşaptan sapı olan bir araçla çatı üzerinde dolaşılır, taşlar şıkıştırılırdı. Böylece dam hemen hemen bütün kış mevsimi akmazdı. Akan yerlerede plastik kovalar, leğenler v.s. konulur ıslanmaktan korunurduk. Çatı uzun kavak ağaçlarının yanyana dizilmesinden oluşurdu. Bunun üzerine kamışlardan bir zemin hazırlanır, kamışların üzerinede toprak ve kayrak taşları dizilirdi. Geceleri kavak ağaçlarının içindeki küçük kurtçukların çıkardıkları sesleri dinlerken uyur kalırdık.
Evimizin bitişiğinde Keramet Dede dediğimiz küçük bir mescit vardı. Bu mesçidin damı bizim evin ikinci katındaki pencere ile aynı hizadaydı. Pencereden küçük bir kalas parçasını köprü gibi koyarak oraya geçerdik. Yazın, buğday hasatından sonra sokak ortasında veya avlulardaki ocaklarda yakılan ateşlerin üzerine kocaman kazanlar konulur, bu kazanlarda gölle pişirilirdi. Gölle yeni buğday hasatından yapılırdı.Pişen buğdaylar mescitin damına kovalarla çekilir; yere yayılan bezlere bu buğdaylar ince bir kat halinde yayılırlardı. Arada bir buğdayların altta kalan kısımları da kurusun diyerek karıştırılırdı. Bir miktar pişmiş buğdayda dövülmüş cevizle karıştırılır komşularla beraber sıcak sıcak yenilirdi. İyice kuruyan buğdaylar dibek taşı denilen ortası çukur büyük kayalarda, kütükten yapılmış büyük balyozlarla bazen iki, bazen de üç kişi ile kırılırdı.Ya da granitten yapılmış ilkel el değirmenlerinde çekilir. İstenilen boyda pilavlık bulgur yapılırdı. Bütün bunlar kışa hazırlık amacını taşırdı.
İşte benim unutamadığım yaz akşamları bu mevsimde olurdu.
Geceleri dambaşına (bizim oralarda bu düz damlara dambaşı denir.) serilmiş ince yataklarda üzerimize ince bir çarşaf örterek uyurduk.
Gece prusya mavisinden siyaha dönerken gökyüzündeki yıldızları bıkmadan seyrederdim. Milyarlarca yıldız durmadan göz kırpardı. Kimileri parlak ve iri, kimileri dikkatle bakmazsanız göremeyeceğiniz kadar sönük olurdu. Kimbilir bizden ne kadar uzaktaydılar. Oralarda da canlıların olup olmayacağını düşünürdüm. Bazen aramızda oyunlar oynardık. Yıldız bulmaca . Herkesin kendi sahiplendiği yıldızları vardı. Evren ucsuz bucaksızdı. Tıpkı ucsuz bucaksız hayallerimiz gibi.Zaman ilerler kasabanın delikanlıları gruplar haline dolaşmaya başlarlardı. Kimisi yanık bir türkü tutturur , kimisi onu dinler ,fısıltı ile konuşarak mahallemizin sokaklarından geçer giderlerdi.Biz bilirdik ki bu delikanlıların herbirinin yüreğinde mahallemizin kızlarından birisi yatmaktadır. Her türkü bir yavukluya(sevgiliye) göndermedir aslında...
Uzun olur gemilerin direği
Yanık olur sevenlerin yüreği
Ne sen gelin oldun ,ne ben güveyi
Onun için açık gider gözlerim.
Gecenin sessizliğinde, o, hazin acıklı bir çığlığı andıran ses, gecede yankılanır, ufukta giderek zayıflar ve susardı.Bu hüzünlü ve sonu mutlu bitmeyen türküyü her dinleyişimde üzüntüyle karışık bir merak sarardı benliğimi. Yürek yanıklığı nedir, bunu henüz bilmiyordum o zamanlar. Bu yanıklık ilerki yaşlarda sık sık beni de yakacaktı. Belliki mahallemizdeki kızlardan birine aşık bir delikanlının aşk çığlıklarıydı bunlar. Kimdi bu yangınlar, bilirdikki bu sesi aşık olunan kızda tanırdı. Eminimki o da karanlık bir odanın penceresinde sevgilisini görmek, onunla birkaç kelime konuşabilmek için gecenin içinden el etek çekilsin diye beklemektedir. Ne doyumsuz , ne heyacanlıdır pencere altlarındaki bu buluşmalar. Gelenekler ve aşk arasında sıkışmış kalmış bir sevginin hoyrat çıkmazı sarmalar benliklerini. Korkuyla karışık aşk, bir başka doyulmazdır.Aşkı aşk yapan kavuşmazlık değil midir? Derken uzaktan köpek havlamaları , puhu kuşunun ( Bir tür Anadolu baykuşu) “uhuuu, uhu” diye ötmesi duyulurdu. Zavallı kuşlar bizim oralarda uğursuz sayılırlar. Kimin baçasına konursa o evden bir cenazenin çıkacağına inanılır. Bu nedenle çocuklar sapanla bu güzel kuşları vururlardı. Bazen yarasalar burnumuzun dibinden hızla kayarak geçer, onların kanat seslerini duyardık neredeyse. Hava giderek serinler, biz bez parçalarının içinde büzüşürdük. Hava ne kadarda sakin olurdu. Giderek kurulan hayaller ve temiz havanın verdiği yorgunlukla gözlerimz kısılır, karşı konulmaz bir uyku bedenimizi ağır ağır esir alırdı.Sabahın ilk ışıkları ufukta belirirken gecenin ayazı ağır ağır çekilir giderdi.Derken son konuşmalar yapılır, herkes farkında olmadan uyuyakalırdı.
Simsiyah bir gece, serin bir hava, çok hafif esen bir rüzgar ve gene de bu karanlık içinde kıpırtılarını hissettiğimiz kayısı ağacının fısıltıları duyulurdu. Çok uzakta belli belirsiz şırıldayan Gali çayının sesi, havadaki saman ve fışkı kokusuyla karışırdı.
Derken uzaklardan ara sıra horoz sesleri duyulmaya başlardı. Biraz sonra bilirdik ki ezan okunacak.
Ortalık ezan seslerinin dinginliğiyle dolar, ağır ağır açılan avluların tahta kapılarından inekler, düveler ve tosunlar, kapı önünden geçen sığırlara katılılardı.Ortalığı hafif ,genizleri yakan toz kokusu doldururdu. İki sığır çobanı bu ağır aksak ,bezginlik içindeki hayvanları dağıtmamaya çalışarak ellerindeki söğüt dalından yapılmış çomakları kah hayvanlara kah yerlere vururlar, toparlamaya çalışırlardı. Bu arada güneş alacakaranlık arasından ağır ağır ve kıpkırmızı paslanmış bir bakır tepsi gibi yükselirdi. Birden yangın alazı içindeymişçesine hertaraf kızıla keserdi. Bu kızıllık içinde ve tozlar arasındaki sürü , çoban, kasabanın minaresi,ufuktaki hayal meyal ormansız dağların mavi sulieti eşsiz bir tablo oluştururdu. İçimde bir şeyler kıpırdar ,bedenimi müthiş bir yaşama sevinci kaplardı. Tanrım hayat ne kadar güzel. Gökyüzü ne kadar güzel. Şu geçen hayvanlar , kaldırdıkları toz bulutları, tezek kokuları, çeşmenin önündeki ekşimiş çamur kokusu ne kadar güzel. Şu yuvalarından fırlayan serçeler, hızla suya dalan kırlangıçlar, çamurların üzerindeki arılar, ve camiden dönen kasketli köylüler ne kadar yaşam dolu ne kadar kutsallar ...
Hayat hepimizin zamanının çalmaya hazırlanırken, ölümün bize biraz daha yaklaştığını unutur, bir sonraki geceye kadar bıkkınlık veren bir çalışma temposuna hepimiz hazırlanırdık.
Selam sana yeni gün...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.