HUDUT KÖPEĞİ
gerçek hayat hikayesi
Askerlik görevini, uzun bir müddet er olarak yapmıştım. Yirmi aylık hizmetin son beşinci ayında bir emir geldi ve bizim bölük komando bölüğü olacaktı. Bir ay içerisine, onca yoğun eğitim sıkıştırılacak, Bir ay bitiminde teftişe hazır olacaktı. ne gecemiz belli, ne gündüzümüz, ne yediğimiz belli, nede içtiğimiz. Anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirdiler. Meydanda, sadece yorgunluktan ölmek üzere olan yetmiş beş adet, zavallı komando cuk vardı. Hele, eğitim esnasında olan bitenler, seyredilmeye değer rezaletler di. Bir kısmını anlatmakta bir sakınca göremiyorum.
Eğitimin son günlerine doğru olacaktı. Ertesi gün,“dağdan halatla inme” dersimiz vardı, o gece, harıl, harıl malzeme hazırlayıp, can damarımız olan sıkıştırma mandallarımızı da kontrol ettik. Hepimiz yorgun fakat heyecanımızdan hiç bir şey kaybetmemiştik. Sabah olmuş, tekmil alınmış, kahvaltımızı da yapmıştık. doğruca eğitim alanına geldik. Bize eğitim veren astsubay her asker’e, ayrı, ayrı izah etmekten ziyade, meydan bir yerde anlatıyordu. Herkes ne anladıysa da onu, uyguluyordu. Samimi değilsek te bizim tertip olan, Mardinli Hasan vardı. Biz ona kendi aramızda, Hasso derdik. Askerliği müddetince biraz Türkçeyi öğrense de, hızlı konuşulduğunda pek anlayamazdı. Beş dakikalık molada hasso yanımıza gelerek, arkadaşımız Yusuf’a, elindeki sıkıştırma mandallarını göstererek,
—La üsuf, oğlım vollah ben heç bişe anlamadım yov. Ben ne iş edecağım babom? Yusuf ıkındı, sıkıldı dudağını bükerek,
— Tertip valla bende bi halt anlamadım, dedi. Zavallı hasso elindeki sıkıştırma mandalına ve makaralara baka, baka, sırasına gitti.
Dört katlı inşaat halindeki bir binadan, halattan kaymak suretiyle inecektik. İnenlerin sayısı Sekiz on kişi kadar olmuştu. Hassoya, anlayamadığı için, gözlemciler yardım ediyordu. Her inecek olan, ipi özel bir yöntemle, binanın üstündeki baca biçiminde yapılmış çıkıntıya bağlar, daha sonra binanın kenarına gelerek kendini aşağı bırakırdı. İniş mesafesini kontrol ederek sıkıştırma mandalını arada bir sıkarak inişi yavaşlatmak suretiyle üç kademede, aşağı iner ve ikinci ipi çekerek, ipini bağlı olduğu yerden kurtararak üstüne düşeni yapardı. Hasso da ipini baca gibi yapılmış çıkıntıya bağlayarak, damın kenarına geldi ve kendini aşağı bıraktı. Acemi olduğumuz için, aşağı ininceye kadar, üç defa yavaşlamamız gerekiyordu. Hasso elini çabuk tutamadığı için, yavaşlatması gereken mesafelerde yavaşlatamamış, panik içerisinde, yere bir metre kala aniden firen yapmış ve düşüş’ü aniden durduğu için ivmeyi artırmıştı. ivme artınca ağırlık fazlalaşmıştı. İp, bacaya çok fazla yüklenerek yukarıdaki bacayı, ip ile birlikte yıktı. Yıkılan molozlar, yerde yatan hassonun üstüne düştü. Yığının altında kalan hassoyu çıkardığımızda ise kendinden geçmişti. Hassoyu derhal hastaneye, götürdüler. hassoyu daha sonra hiç görmedik. Kimi, hava değişimine gitti dedi, kimi eğitim zayiatı dedi, kimide torpil yaparak bu azaptan kurtuldu dedi. Buna benzer tersliklerin olması normal olmaya başlamıştı ki biz komandoluğa alışmıştık. Sıradan bölükler gibi yerimizde duramıyorduk. Bölük, teftişi başarıyla atlatmıştı. Bizler, artık sıradan bölüklerden farklı olarak, çizgi üstü görevlere atanmayı bekliyorduk. Bölük, komutanlıkça, yavaş, yavaş dış görevlere dağıtılmaya başlanmıştı. Ben de, bir asteğmen, bir çavuş ve dört er olarak daimi görev yerimiz olan,“dört no lu ileri karakol”a geldik. Burası köy bile değildi. üzerinde sivil kıyafetler giyinen, saçı sakalı birbirine karışmış, elerinde, devletin resmi tüfeklerinden olan, notuz veya otuz beş kişilik, eşkıya zannettiğimiz bir grup un, önünde bulunan hippi kılıklı, bizim asteğmene elini uzatarak.
— hoş geldiniz komutanım, yüzbaşı sizi bekliyor gidelim… Diyerek arkasında duran, dev gibi gecekonduyu işaret etti. Asteğmen önde, “orman kaçkını” arkasında, bizde peşlerinden, binaya girdik. İçerde, sakalları fazla uzun olmayan, üzerinde er kıyafetine benzer bir elbise olan, kılıksız bir adam, kocaman bir masanın arkasında, sıradan bir sandalyede oturarak bir şeyler yazıp çiziyordu. Bizi getiren kılıksız, selam falan vermeden,
—Çaylaklar geldi komutanım… Masada oturan kızarak,
—Sana elli defa söyledim hasan, alışamadın gitti, öyle söyleme diyorum yavrum… Ona öyle kızınca biz korkudan esas duruşa geçtik. kılıksızın laubali tutumuna kızdı sanmıştık… Bize dönerek,
—Hoş geldiniz arkadaşlar, ben Yüzbaşı Tahsin, bu sizi buraya getiren dangalak ta, çavuş murat diğerlerinde yakında, tanır öğrenirsiniz… İçeride voltalayarak konuşmasına devam etti.
—Buradaki düzenimiz çok basit. Nöbet ikişer kişilik devriyeler halinde, üç devriyemiz olur. Bunun dışında başka bir görev yok, varda önemli, değil. Burada kimse kimseye rütbe il hitap edemez, rütbeyle hitap kesinlikle yasaktır. Herkesin lakabı olacak. Burada üç asteğmen, ”yeni gelenleride, sayıyorum,” dört çavuş, altı onbaşı, yüz yirmi beş er oldunuz. kesinlikle kavga, dalaş olmayacak. Bunun dışında nöbetler tutulacak. birbirinize haber vermek kaydı ile aşırı uzaklaşmadan, istediğiniz yere gidebilir, istediğinizi yapabilirsiniz. Sanıyorum anlaşıldı. kafasına herhangi bir şey takılan yoksa defolun… Dedi.
Çok ilginç bir yere geldiğimizin, hepimizde farkındaydık. Kimin ast, kimin üst olduğu belli olmayan peşmerge kılıklı askerler, hapishaneyi andıran koğuşlarımız. Galiba anlıyorum diye düşünüyorum, burada gereksiz disiplinden ziyade, çok önemli olan nöbet kavramı ön planda idi. Bunun dışındaki kavramlar, zaten birçok uygarlık hizmetlerinden mahrum olan personeli bunaltmamak için lav edilmişti. Kısacası burada, “nöbetini çok iyi tut, sonra ne istersen yap” prensibi hâkimdi.
İki gün geçmişti, sakallarımız uzamaya başlamıştı. Hala nöbet tutma sırası bize gelmemişti. Bol bol, televizyon seyrediyor, top oyunları oynuyor, yan taraftaki dereden balık avlıyor, guruplar halinde dolaşıyorduk.
Yaklaşık yüz metre ötemizde, dikenli tel yığını, dağlar ve düzlüklerde uzayıp gidiyordu. Önümüzdeki, yığın tellerin arkasında çanak şeklinde, küçük bir ova alabildiğine uzanıyordu. Gündüzleri pek bir şey belli olmasa da, geceleri, Işıklarından ve ince, ince gelen müzik seslerinden, tam karşımızda, tel örgünün yaklaşık üç kilometre arkasında bir kasaba olduğu anlaşılıyordu. Bizim üç çift devriyemizde, her çift iki saate bir karakolun önünden geçiyordu. Karşı ülkeye ait devriyelerde aynı zamanlarda geçiyordu, onlarda bizimkiler gibi saçlı sakallı, onların üstlerinde fazladan açık renkli üniformayı andıran giysileri ve ellerinde devamlı olarak kafaya diktikleri viski şişeleri vardı. Bunları seyrederken, sonradan hemşerim olduğunu öğrendiğim Cafer, yanıma gelerek,
— Yemek için et getirmeye gidiyorum, bana yardım edermisin?
— Tabi diyerek, Yerimden kalktım, peşine düştüm. Epey yol gittikten sonra, çayır bir yere geldik. Bir çoban, koyunlarını otlatıyordu. selamlaştıktan sonra, Cafer çobanla beni tanıştırdı…
—Selim, bak bu bizim onbaşı celal… Şaşırdım, demek ki çobanımızda asker. Beni göstererek,
—Bu da yeni geldi hemşerimdir, adı Selim… Tokalaştık…
Biraz sohbet ten sonra, çoban celal bir koyunun altına girerek, kaldırdı ve yere devirdi. Koyunu keserek çok çabuk parçalara ayırdı. Büyük bir kısmını elimizdeki karavana ya koydu ”ön kol denilen “butları da” branda gibi beze sardıktan sonra koltuğuma tutuşturdu… Ben bunları niye karavanaya koymadı diye merakla düşünürken, Cafer, celal’e veda etti ve oradan ayrıldık. Gerisin geriye dönerken, Cafer’e,
—Bunları neden karavana ya koymadı? Diye sordum, Cafer gülümseyerek…
—Onları, Nehir ve Bulan’a vereceğiz… Şaşırdım.
—Kime?
—Gidince görürsün… Bir şey anlamadım. Tam manasıyla geldiğimiz istikamete değilde, biraz farklı yöne doğru dönmüş, başka istikamete gidiyorduk. Tellerle çevrili Küçük bir çiftliğe geldik. Kapısına yaklaşmıştık ki, O da ne.
— Hey! Bu da neyin nesi? Dev gibi, bembeyaz bir köpek mi desem, kaplan mı desem, ben ne dersem diyeyim, böyle bir yaratığı daha önce hiç görmedim.
Yaratık bizi seyrediyor hiç sesini çıkarmıyordu. Ona doğru yaklaştık, ödüm patlıyordu. Elim, belimdeki 45’lik colt tabancanın kabzasına doğru gitti, Cafer telaşla,
— Aman ha! Sakın silahını elleme, aynı zamanda korkma… Yanına geldiğimiz, köpek olduğunu zannettiğim yaratık, ayağa kalkarak, bana doğru gelmeye başladı. Heyecandan kalbim parçalanacakmış gibi çarpıyordu. Yutkunmaya başlamıştım ki… Cafer tekrar bana dönerek,
—Aman ha, sakın, elini silahına götürme, korkmana hiç gerek yok… Bana iyice yaklaşan köpek, benim korkudan ölmek üzere olduğuma aldırmadan, gözlerini gözlerime diktikten sonra, görevini yapmakta olan devlet memuru edasıyla, ciddi bir şekilde beni koklayarak kontrol ettikten sonra tekrar gidip yerine uzandı. Cafer bana,
—Seni kokladı. Artık buraya tek başına da gelsen sana bir şey yapmaz. Geceleri, karakolun önünde nöbet tutar.
Adı Nehir’dir, bu etlerden birisi onundur. Diğer parçada, devriye ile birlikte dolaşan, Bulan isimli, köpeğin hakkıdır. Bulan bunun dişisi oluyor. O bundan biraz daha iridir.
Kısa zamanda, herkesi tanımış, kaynaşmıştık hatta hudut köpeklerimizi bile tanıyorduk. Asteğmen bir gün yanımıza gelerek,
—Arkadaşlar altı kişi toplansın karşı tarafa geçip bir şeyler alarak geri döneceğiz. bilhassa yeni gelenlerden olsun… Demesi üzere benide yanlarına alarak, silahsız bir vaziyette tellere doğru yürüdük. İyide kapıdan değil de, bu bina yüksekliğindeki üst üste yığılmış tellerden nasıl geçeceğiz, demeye kalmadı, tellerin üzerine branda ve battaniyeleri koydular. Yavaş, yavaş başladık geçmeye. Hepimiz geçmiştik. Yolu yarılamıştık. Komşu devletin köyü belirgin bir şekilde görünüyordu. Yavaş, yavaş hava kararmıştı ki yolu yarılamıştık. Bir anda, havlama sesini andıran daha çok uğultuyu benzeyen, gürültüyle birlikte kasaba tarafından bize doğru gelmekte ola toz bulutunu gördük. Bir anda hepimiz paniğe kapıldık. Ne yapacağımızı şaşırmış, sağa sola kaçmaya çalıştıysak ta, maalesef, kaçacak yerimiz yoktu. asteğmen bağırarak,
—Geri dönsek bu köpekler bize yetişir, yanımıza silahta almadık, başınızın çaresine bakın… Silah alsaydık yabancı topraklarda kullanamazdık ki. Bağıran bağırana, ağlayan ağlayana, korkudan altına pisleyenlerimiz bile oldu. Köpekler on beş- veya yirmi tane kadardı, iyice belli olmaya başladılar. Hey allahım, tam da teskere almama bir ay gibi kısa bir süre kalmışken, köpekler tarafından parçalanarak öleceğim, üstelik devlet bizi “şehit” olarak ta saymaz. Hatta “yabancı ülkeye kaçmışlar” diye de, bizi vatan haini ilan ederler. Bu düşünceler içerisinde bocalarken, uğultuları bastıran, gök gürültüsü gibi korkunç bir ses daha duyduk. İyiden iyiye sapıttık, sesin nerden geldiğini, merakla ararken, köpeklerde bize yaklaşık yetmiş seksen metre gibi bir mesafeden hızlarını kesmeden, saldırıya geçmişlerdi ki, gök gürültüsünü andıran havlamalarıyla, köpeklerin geldiği istikamete doğru fırtına, gibi giden, Nehir’i yanımızdan büyük bir hızla, geçerken “hayal meyal” gördük. Kalabalık köpek sürüsüne, öyle bir daldı ki, ilk önce, en öndeki lider konumunda olan köpeğe müthiş bir göğüs darbesi ile havada, ters takla çevirdikten sonra, hemen arkasındakini de aynı şekilde alaşağı etti. Sonra üçünü, beşini derken bir kaçını da ısırıp, havada çevirerek yere çarptı. Bize doğru gelen sürüyü on veya on beş saniye gibi kısa bir zamanda, darmaduman ettikten sonra dağılan sürüyü kafasını döndürmek suretiyle kontrol ederek yanımıza geldi. Hepimiz kurtulmuştuk. Şaşkın bir şekilde birbirimize bakınmaktan başka hiçbir şey yapmıyorduk. O dev gibi köpek, iri cüssesinden umulmayan bir hız ve stratejik kapasitesi ile hayatımızı kurtarmıştı. Hiç birimiz bu olayın etkisinden, uzun süre kurtulamadık. Ve bu sevimli, dev hayvana, o gün, o vartayı atlatanlar olarak büyük minnet duyuyorduk.
Daha teskereye epey vardı. Bir gün köylünün biri, elinde tasmasında bağlı bir,”doberman” cinsi köpekle bizim gecekondu kışlaya geldi. Köpek dövüştürücüsü müymüş neymiş? İddia karşılığında, belli bir bahisle bizim, nehir ile köpeğini dövüştürmek istiyordu. Komutan, olmaz falan dediyse de köylü, çok ısrar etti. Dövüş için müsait meydan açılarak, iki köpek karşılıklı getirildi. Doberman Nehir’e hırlıyor, dişlerini gösteriyordu. Sanki köylü köpeği bir bıraksa, nehir’i parçalayacak ta yutacak sanısınız. Nehir de tıs yok, zavallı dev hayvan “ne oluyor bu salak köpeğe, ben ne yaptım acaba” der gibi bir dobermana bir de dönüp bize bakıyordu ki köylü köpeğini, aniden bıraktı. köylünün köpeği fişek gibi fırladı. Fırladı ya ne fayda, gözümüzü köpeklerden ayırmamamıza rağmen, Nehir’in bu zavallı dobermanı boynundan nasıl kaptığını yemin ederim göremedik. Kavga, doberman ın cayırtısı ile Nehir’in de bu hayvanı sürüklemesiyle devam ediyordu. dobermanın sahibi olan köylü, ağlayarak,
—Ne olur köpeğimi bu canavarın elinden kurtarın…
Onca uğraşlarımıza rağmen Nehir, dobermanı bırakmıyordu. galiba öldürene kadar da bırakmayacaktı. Bölük komutanı bize,
—Uzaklaşın şimdi. Durum çok ciddi, her hangi birinize de zarar verebilir… Bölük komutanı arkasına geçerek elini hayvanın edep yerlerine doğru uzatarak, bir şeyler yaptı nehir hırlayarak hayvanı bir anda bıraktı ve komutana döndü, komutan hemen boynuna dolanarak okşamaya başladı. Eliyle, köylüye işaret ederek,
—Köpeğini al ve hemen defol buradan. derken nehri okşuyor arada bir…
—Tamam, oğlum, tamam sakin ol, tamam… Köylü köpeğini de alarak söylene, söylene gitti.
Üstünden kısa bir zaman geçmişti. O, hiç boşu boşuna havlamayan dev cüsseli, zeki ve sadık hayvan, Nehir, ulumaya ve inlemeye başlamıştı. Merakla incelemelerimize rağmen, bir şey anlayamamıştık. Ne yemek yiyor nede içiyordu.
Komutan, toplantı yaparak…
—Arkadaşlar Nehir’e, ne olduğunu bilemiyorum. Sanıyorum hiç birinizde bilmiyorsunuz. o buranın bel kemiğiydi. Hepimize ufak tefek, iyilikleri dokunmuştur. Çok hasta olduğunu tahmin ederek, veteriner çağırttık. Umarım iyileşir. veteriner gelinceye kadar ona istirahat veriyorum. Burada duracak, rahat etmesini sağlayın… İçimiz sızlıyordu. Kendi yemeğimizi veriyorduk fakat yiyemiyordu. bölüğün neşesi kaçmış, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Veteriner, gelmiş, uzun, uzun muayene edip, basit tahliller yaptıktan sonra komutana hitaben,
—Durumu çok ağır komutanım. İç kanaması var ve çok ta acı çekiyor. Uyuşturucu iğne yapıp hastaneye götürmem gerek… Diyerek nehir’i hastaneye götürdüler. Herkes hastaneden gelecek haberi bekliyordu. İki gün sonra haber geldi. “birisi yemeği olan etin içine topluiğne koymuş” hayvanın bütün organları delik deşik olup iltihap bağlamış. ameliyat etmişler ancak bünyesi güçlü olduğundan geç tepki vermesi sebebiyle aşırı geç kalınmış. Yinede Allahtan umut kesilmezmiş. Altı gün daha geçti, hiç haber yoktu. Teskeremi almaya dört gün kalmıştı, komutan çağırdı ve…
—Selim, oğlum senin günün geldi, tüfek tesisat teslim et, azcıkta yol vereyim, sabah evine git… Yaklaşık yirmi aydır bu teskere alacağım günü beklememe rağmen, yani sevinmem gerekirken nedense sevinmek içimden gelmiyordu.
—Komutanım, Nehir gelseydi de, öyle gitseydim, yol almasam da olur… Komutan gülümseyerek…
—Oğlum senin anan, baban yok mu?
—Var olmasına varda, Nehir, benim hayatımı kurtardı. Onunla vedalaşmadan gitmek, hiç içimden gelmiyor… Alnını ovuşturup, sıkıldığını belli etmemeye çalışarak,
—Selim, oğlum sana şimdi söyleyeceklerimi bu kışlada, başkasından duyarsam, ya Allah sana verir, yâda bana, bizim nehir, ameliyattan kurtulamadı öldü, askerin morali bozulmasın diye açıklayamadım, kusura bakma… Dünya başıma yıkılmış sandım. Dizlerimin bağı çözülmüş olduğum yere yığılmış kalmıştım. Başımı okşayarak kendime gelmemi sağlayan komutan, da benimle birlikte ağlıyordu. O müthiş hayvan nasıl olurda iki üç toplu iğnenin önünde yıkılır. Bunu anlamakta zorlanıyorum.
O, müthiş, dört ayaklı hudut bekçisi, asil kahraman’ı, teskereyi alalı otuz seneye yakın olmasına rağmen unutamadım. Unutabileceğimi de sanmıyorum. Sanıyorum ki benim gibi, en az, yüz elli kişinin kalbinde yerini ebediyen koruyordur. Bunu yazarak hayran kitlesinin artacağını da umut ediyorum… 08.10.003
M. SARIKAYA
.......... tunnı......