- 585 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
AH AH O SON AN!
Havada insanı hüzünlendiren bir sonbahar havası hakim. Bir serçe, ıssız toprak bir yola indi. Yoldaki yazdan kalma birkaç buğday tanesini yemeye çalışıyordu. Rızk işte. Tozlu penceremden, sararmaya yüz tutmus meyve ağaçlarının arasından seyrettiğim bu manzara karşısında hüzülendim biraz, düşünceler alemine dalıp gittim.
"-Ya ben bir serçe olsaydım" diye geçirdim içimden.
"-Evet. Bir serçe..."
Rızkım için uçup konacaktım ordan oraya. En ufak bir hareketten, sesten tedirginlik duyup ürpererek...Birkaç buğday tanesi yeterli olacaktı rızkım için. Ama hep esirmiş gibi yaşayacaktım. Belki özgürce kanat çırpacaktım o engin mavilikteki gökyüzünde. Ama durum hiçte öyle değil; çünkü ölüm, ilk nefesimden son nefesime kadar kaf dağının ardında saklı duran gizli bir cellat sanki. Ne zaman ortaya çıkıp kellemi uçurcagı belli değil. Her canlının tadacağı... Ama ben ölünce ne olacak kaçınılmaz sonum?
"-Evet."
"-Ben ölünce ne olacağım?" dedim ve irkiliverdim bir havalı tüfeğin önce yüreğimi yakan ve sonra da hayatımı yıkan sesiyle. Ne tevafuk! Ben ne düşledim ne oldu.
Serçe, cansız bedeniyle yerde yatıyordu. Bağrında kırmızı bir leke. Küçük serçe rızkını arıyordu ama hayata elveda dedi belki demedi. Aklımda bir soru:
"- Şimdi ne olmustu ona ve dahi bana ne olacak, ben ne olacağım esasında ?...."