Yedi Yerinde Sızı
Yedi sayısını yaşamı boyunca hiç sevmedi. Bu sayıyı her duyduğunda dolu dolu olurdu gözleri. Hayatının önemli bir bölümünü dağlarda, yaylalarda yeşil çayırlarda geçiren bu kadında bilmediğim anlayamadığım bir giz olduğunu düşünürdüm. İlkbaharın gelişini iple çeker, arada bir dağlardan karın kalkıp kalkmadığıyla ilgili kestirimlerde bulunurdu. Ah bir bahar gelse, alsa sürüyü çıksa dağlara, uzun bir yolculuktan sonra Karadeniz’in güzelim Karagöl yaylalarına. Böyle düşündüğünü bunun için can attığını bilirdim. Yayla mevsimi yaklaştığında yüzünün rengi değişir sanki hep hüzün kaplı olan çehresi aydınlanırdı. Bu arzusu nedense hiç bitmek tükenmek bilmezdi. İlkbaharda koyun kuzu düşerdi yollara. Aslında ailesi pek hoşlanmazdı bu konargöçer yaşamdan. Şikâyet ederlerdi hep, her yıl tekrar edilen bu yayla göçlerinden usandıklarını çok yorulduklarını söylerlerdi. Onlar için dağlar yalnızlık, dağlar meşakkat, dağlar çileye açılan kapı demekti o yıllarda. Çocukluğumun anneannesi bu hanımın aile çevresinde ve bu Çepni köyünde sözü dinlenilir, emirleri dilekleri yerine getirilir tavsiyelerine uyulurdu. Başka bir yeri, başka bir saygınlığı vardı.
İlkbaharda iki yüz civarında koyun- kuzu ve elli kadar sığır ve yine at-katırdan oluşan göç kervanını alır düşerdi yollara. Bir ay kadar sürecek bu yolculuk sırasında her yıl konaklanan yerler tek tek ziyaret edilirdi. Bazen bir hafta bazen on beş gün kalınırdı her bir konaklama yerinde. Yolculuk üç bin metre yüksekliği göğüsleyen Karagöl dağlarına, Bozattaşı obasında son bulurdu. Karagöl obaları, onun macera ve çile dolu yaşamının önemli bir parçası haline gelmiş, bu konargöçer yaşamın olmazsa olmazları arasında yerini almıştı. Çok güçlü bir yapısı demir gibi bir iradesi olduğunu yıllar sonra yaşama dair tecrübem arttıkça idrak edebilmiştim. Ben rahmetlinin ölümü hariç hiç hastalandığına şahit olmadım. Tabiatın ona çok şey öğrettiğine şahit oldum. Kendisinden, içinde bulunduğu koşullarda yaşamak için uygulamalarından öğrendiğim bir sürü şey olduğunun farkındayım artık. Ondan öğrendiklerimle bir zehirlenme hadisesinde kendi yaşamımı kurtardım bir seferinde. Merhamet en önde gelen vasfı olup o demir gibi duruşun arkasında çok yufka bir yüreğin olduğunu onu yakından tanıyanlar çok iyi bilirlerdi. Çok dindar görünmesine karşın dini vecibeleri üzerinde çok titiz bir şekilde durduğuna dair bende kalan çok şey yok.
Çalışmak ve üretmek onun yegâne amacıydı. Tek harf, tek kelime okuma yazma bilmez, ama dinlemeyi çok severdi. Engin bir tabiat sevgisine sahipti. Hangi bitkinin yendiğini hangisinin yenmediğini ve doğada hangi zamanlarda çıktığını hangisinden ne tür yemekler yapıldığını ondan daha iyi kimse bilmez, hiç gitmediği düzlüklerde pülbürüm ısırganının çıkmış olabileceğini bilir bizi toplamaya gönderirdi. Doğanın cömertliğinden faydalanmasını bilir, sırası geldikçe soframıza bir yemek çeşidi daha eklerdi. Neredeyse hiç yanılma payı olmayan bu yaşlı insan bunca yılın tecrübesiyle tabiatı iyi tahlil eder, adeta havayı koklar gökyüzünde hiç bulut yokken bile yağmurun yağabileceğini söyler, bağlakta kesip kuruttuğumuz otlar ıslanmasınlar diye bize büyük muşambalarla üstlerini örttürürdü. Ne çok kızardım ona ilk yağmur damlaları yere düşünceye kadar. İlkbaharda karların çekilmesiyle doğaya salınan hayvanlar yeni çıkan bazı ot türlerinden zehirlenirlerdi. Bu zehirlenmeler obada bulunan başka sürü sahipleri için öldürücü olmasına karşın, onun sürüsünden bu sebeple kolay kolay bir eksilme olmazdı. Bu zehirlenmeleri tedavi edebilecek kadar yerel bilgiye sahipti. Mesela o zehirlenmesinden dolayı mide florası değişen ya da ölüm derecesine gelen bir kuzuyu toprağa beler ölümüne mani olurdu. Sürüsünde her hayvanın kendisi ya da bizler tarafında verilmiş bir ismi vardı. Koyunların kuzuların hep bir ismi olur, seslendiklerinde koşar gelirlerdi. Hepsi onun için çok tanıdıktı.
Sürüde hangi kuzunun hangi koyuna ait olduğunu ve o aileye mensup kaç tane yetişkin birey olduğunu hiç yanılgı payı olmaksızın bilirdi. Kaç tanesinin halen sürünün içinde olduğunu ve kaç tanesinin satılmış olduğunu da adı gibi bilirdi. Bu hayvanların kesimlik (kasaplık) gitmesine gönlü asla razı gelmezdi. Bazen satılmasına ihtiyaç duyulan hayvanları satarken sorardı celeplere kesimlikli mayalık mı alıyorsunuz diye. Kesimlik derlerse pazarlık o anda biter kaç para verirlerse versinler satmaktan vazgeçerdi. Hayvanlarının kesilmeye gitmesine bir türlü gönlü razı gelmezdi. Bu yüzden sürümüzde ya da sığırlar arasında yaşlılıktan ölen hayvanlarımız olduğunu hatırlarım. Sık olmasa da kaybettiğimiz kendiliğinden ölen hayvanlarımız için uzun süre keyfi kaçar üzülürdü.
Onun için bu dağların yaşam demek olduğunu ömür demek olduğunu ve en önemlisi teselli demek olduğunu çok sonraları öğrenecektim. Ata binerdi bazen, ama atı yormaktan çekinir ölçüyü kaçırmazdı hiç, o uzun yolculuklarımız sırasında, mümkünse yaya yürümeyi tercih eder asla arabaya binmezdi. Dalga geçerdi gâvur icadı(!) o arabalara binenlerle. Alışkanlıklarını çok sever onları sık sık değiştirmezdi. Hatta bir seferinde arazi anlaşmazlığı yüzünden mahkemeye çağrılmış, arabaya binmediği için iki gün süren bir yaya yolculuktan sonra elleri hediye dolu olarak kasabadan dönmüştü. Parayı çok benimsemez ama insan yaşamdaki önemini bilir eline geçtikçe harcamaktan sakınırdı. Seferberlik zamanlarını anımsar, açlık dönemlerini uzun süre yaşadığından söz ederdi. Böyle durumların yeniden yaşanabileceğini düşünür zor günler için tutumlu olmak gerektiğini öğütlerdi hepimize. Saat dili bilmediği gibi paranın dilini de bilmez banknotların büyük olanlarını daha sıkı korurdu. Çok gülmez, hatta çok gülmeyi biraz hafiflik sayardı. Çocukluk işte vara yoğa neşelenir basardık arada bir kahkahayı. Çok sinirlenirdi bize. Bir gün kendisine bu sinirliliğinin sebebini sordum. Neden kızıyorsun bize hep dedim. Anlattı o zaman. Bak oğul akşam radyodan ajansları dinledim. Kıbrıs’ta bir gemimiz içinde onca can ile battı hem de yanlışlıkla kendi uçaklarımız tarafından vurularak battı. Rumlar dersen çok acımasız, çoluk çocuk demeden katleder durur soydaşlarımızı dedi. İçindeki onu kavuran acıyı gözlerinden akan iki damla yaş daha anlamlı kılmıştı. Uzun süre hiç konuşmadan yürüdük. Sonra yeniden başladı söze. Bak oğul artık büyüdün ne konuştuğumu anlayacak yaşa geldin. Ülkemiz savaş halinde ve siz ağlanacak halinize gülüyorsunuz, bu biraz ayıp olmuyor mu dedi. Ben ve kuzenlerim birlikte çıkardık yaylaya ve birlikte oynardık. Meselenin bu yanını hiç düşünmemiştim kendi adıma Mahcup bir şekilde gözlerine özür dilercesine baktım. Parmaklarını rüzgâr dokunmuşçasına saçlarımda dolaştırıp omzuma dokundu. Bütün üzüntün bumu anneanne dedim. Bu durum üzülmem için yeterde artar bile. Düşün şimdi, evimizi birisi zorla almaya kalkıyor. Bir gece yarısı dalıp içeri önüne geleni asıp kesiyor siz sabıları bile öldürüyor. Kıbrıs’ta olup bitenin de bundan farkı yoktur dedi. İlerlemiş yaşına rağmen çok hızlı yürüyor ona yetişmekte zorlanıyordum. Hızını kesmesin diye peştamalının etek kısmını sol yandan kaldırmış muska şeklinde belinde toplamıştı. Koşup elini tuttum. Parmaklarımı avuçlarında sıkıca kavradı. Bu iş böyle olmaz dedi. Gerekirse, ihtiyaç olursa bırakıp her şeyi bende giderim cepheye, ama kimseye kulluk yapamayız bundan sonra dedi. Ama savaş yokken de sen yine hep üzüntülüydün dedim. Dur o zaman oturalım dedi.
Güneş tam tepemizde ve hava çok sıcaktı. Bulunduğumuz yer Karadeniz’in üç bin metre yükseğinde ottan başka bitkinin yetişmediği bir ortamdı. Bizi sıcaktan koruyacak serinlik oluşturacak tek bir ağaç bile yoktu. Bu yükseklikte ağaç yetişmeyeceğini o zamanlar bilmez, yayla evimizin avlusuna yediğimiz meyvelerin çekirdeklerini dikerdim. Düzenli olarak sular topraktan çıktıklarını görürdüm ama birkaç gün sonra yok olurlardı. Bu meyve fidanlarımı kargaların yediğini düşünür onlara düşman kesilir nerede görsem arkasına taş savururdum.
Çevreye söyle bir bakınıp yan tarafına gölge düşmüş kocaman bir kayayı işaret etti. Hadi orada yiyelim serin olur taşın gölgesi dedi. Birlikte gösterdiği yere geçtik. Beline bir bezle sardığı çıkını çıkarıp içinden peynir ve saç üzerinde pişmiş kıpkırmızı ekmeği çıkardı Seçtiği düz bir taşın üzerine sofra kurarcasına yaydı yiyeceklerimizi. Birlikte karnımızı doyurduk. Yemek yerken konuşulmasını pek sevmezdi. O yüzden sessizce bitirdik yemeğimizi.
Biraz dinlenelim sana neden bu kadar hüzünlü olduğumu anlatayım dedi. Oğul sizin anneniz dahil ben yedi tane kızımı verdim bu kara toprağa, sadece sizin anneniz evlenebildi ve çocukları oldu. Diğerleri gelinlik kız ya da daha küçükken teker teker ayrıldılar bu dünyadan. O günden sonra da hiç bir yere sığamaz hiç bir yerde duramaz oldum. Kendimi işe verdim. Dağlara vurdum. Gençliğimizde çok çalıştık, şükür karnımızı doyuracak her bişeyimiz vardır lakin cana gelmiştir oğul. Her giden evladım kapanmaz bir delik açtı yüreğimde. Gülmemem, gülememem ondandır dedi. Şimdiyse savaş başladı günahsız insanlar katlediliyor. Sizin yaşınızdaki çocuklar, bebeler öldürülüyor. Annelerin gönlü yaslı gözü yaşlı, bu yürek hepten kalbura döndü dedi. Çok hislendim, kötü şeyler olduğunu sezinledim, anlamaya çalıştım. Eliyle yanağımı okşayıp alışacaksın bunlara, bunlar yaşamın içinde hep var dedi. Ölenle ölünmüyor, asıl yaşam biz geride kalanlar için zorlaşıyor. Kaybettiklerimizi her hatırladığında hep üzüleceksin, üzüntüde sevinçte bizi insan yapan yanımızdır dedi. Kayanın siperinden kafasını kaldırıp kısık gözlerle güneşe baktı, sanırım günün vaktini kestirmeye çalışıyordu. Vallahi geç kaldık yolumuz hayli uzun dedi. Aceleyle ayağa kalkıp elini uzattı yerden kalkmam için. Küçük parmaklarımla elini kavradım ve uzun süre bırakmadım. Mademki bu kadar şeyi anlatmıştı, birde hikâye anlatmalı diye düşündüm. Hüzünlüydü, ama yüzünde paylaşmanın verdiği belirgin bir dinginlik bir rahatlama açıkça görülüyordu. Bir hikâye anlat nolur dedim. Ben hikâye bilmem, en azından bildiklerim çocuklara göre değildir dedi. Israr ettim avucundan elimi bırakıp aynı eliyle saçlarımı okşadı. Peki, üzülme ama sevmezsen bana suç bulma dedi. Sen anlat ben severim dedim. Bak o zaman bu bildiğin hikâyelerden değil, belki de sevmezsin dedi. Onu dinlemek için sabırsızlandığımı görünce biraz üzerime eğilip bir türküye bir ağıta başladı. Çok şaşırmıştım. Ama dedim elini dudak hizasına kaldırıp bir sus işareti yaptı bana. Çok içten söylüyordu. Sonuna kadar dinledim söylediği onu. Sonra sustu, bir süre daha yürüdük. Evet, bu türkünün hikâyesini anlatacağım sana ama aklında kalıp kalmadığına bakmam lazım önce dedi. Ben türkünün aklımda kalan bölümünü ona dilden söyledim.
Adaköy Deresi taşmış geliyor.
Emine’m gırandan aşmış, geliyor.
Sallanı sallanı bir hoş geliyor.
Emine’m Emine’m yaylalar guşu
Ne yapalım Emine’m mevlânın işi
Emine’m Emine’m aslan Emine’m
Gel otur dizime yaslan Emine’m
Abdal’ın üstünde üç gece gezdim.
Dayım Ali Beyden hileler sezdim.
Alın Emine’yi canımdan bezdim.
Emine’m Emine’m yaylalar guşu
Ne yapalım Emine’m mevlânın işi
Emine’m Emine’m aslan Emine’m
Gel otur dizime yaslan Emine’m
Oğlum bu türküde geçen Emine, güzel bir köylü kızıdır. Bostanlı köyünden Büyükada köyüne gelin gider. Gider ama güzelliği dillere destan olur. Her yanda Emine’nin güzelliği konuşulur olmuştur, bu yüzden her gün başına bir şey gelmektedir. Kıskançlık ve dedikodular nedeniyle sonunda garibimin evlilik yaşamı yıkılır dedi. Neden ki noldu Emine’ye dedim
Bu gelini baba ocağına gelip gitmelerinde kaçırmayı başarmış adaköylüler. Emine, Adaköylülere ayak dirermiş. Onlarla gitmek istememiş. Yolda izde ne gördüyse sarılmış direnmiş uzun süre. Tuttuğu fındık dallarını pala bıçaklarla kesip onu zorla, sürükleyerek götürürlermiş. O zamanlar, eskilerin anlatmasına göre, savaşlardan olsun, merkezi otorite zayıflığından türeyen şakilerden olsun, kadın ve kızlardan bazılarını zorla dağa kıra kaldırıp eğlenilirmiş. ‘Kır karısı’ lafı da bundan gelir... Kocası Alcanu Aziz, garibanmış; bu durumu mecbur kabullenmiş, yani Adaköylülerin namından korkup sahip çıkamamış kör olasıca karısına, sineye çekmiş. Gelin, bir zaman sonra, baba ocağına komşu olan Adaköy’den uzaklaştırılmak amacıyla Ordu merkeze bağlı bir köydeki çobanın peşine katılmış. Neticede son gittiği yerdeki çobanın yaşlı ağası dulmuş. Emine’nin güzelliği ve hizmeti ağanın hoşuna gidermiş ve nihayet bu evin sahibi Emine’ye sormuş. Bu adam (çoban) neyin nesi, ben seni alsam bana varır mısın? O da kabul etmiş ve hizmetkâr vardığı evin hanımı olmuş. Orada ağanın çocuklarını kendi çocukları gibi büyütmüş; fakat kendi hızanı olmamış ve sonradan baba ocağıyla yeniden görüşmeye başlamış. Çünkü kırlarda çok gezdiğinden dolayı ailesi utanırmış. Ordu’daki ailesinin hâli vakti yerinde olunca, işleri de çekip çevirmiş; adamı da ondan yaşlı olduğundan hep ona kalmış işler. Kendi torunlarıyla baba ocağındaki kuzenler arasında zamanla evlilikler yapılmış…”
İşte böyle oğul dedi. Bak Emine’nin yaşam hikâyesi de bu türküde yıllardır söylenip durur, her yerde bir başka şekilde söylerler ama asıl hikâye hiç değişmez dedi. Güneş dağlara son kızıllığını bırakmış bizim bulunduğumuz çimenler üstüne gölgeler düşmüştü bile. Yanağına bir öpücük kondurdum ve o anda yüzünün aydınlandığını gülümsediğini gördüm. Ne zaman onu hatırlasam o yaylaya düşe yolum, kulaklarımda o sert duruşlu kadife yürekli bilge kadının sesi yankılanıp durur.