- 1231 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İKİZ GÖKKUŞAĞINDA SOLDU GÜN
“Bütün ilişkilerin saati doluyor ve bir gün herkes hayatımızdan çıkarak geçmişin çöplüğüne düşüyor. Daha gençken, biten her ilişkiyi, başlayacak yenileri için bir haberci sayardım. Böyle bir avuntum vardı o zamanlar. Bir şu kız kaldı beni gerçekten seven, avutan. Tükettim onu da. Skandal korkusu, bana yaşattığı onca güzel şeye rağmen, adamakıllı gerdi beni. İnsan kazanma sanatını öğrenip kitleleri elde etme uğruna ne emekler harcamıştım. Son yıllarda sahip olduklarımsa, daha çok, insanları kırmayı öğretti bana. Çok değiştimi düşünüyorum. Zaman hızla değiştiriyor her şeyi. Her şeyle birlikte, beni. Galiba yaşlanıyorum! Korkuyorum yaşlanmaktan.
Bir roman kahramanı olsaydım, yazarım olacak adam beni kim bilir ne işkencelerden geçirirdi. Ne olmadık işler açardı başıma! Bana kim bilir ne serüvenler yaşatırdı. Yine de umutsuzluğa düşmeme seyirci kalmazdı ama!.. Çünkü tasarlanmış karakterlerde kusur olmaz. Yazarım, kendinde söz geçiremediği bütün kusurları, benim kişiliğimde siler atardı. Sonunda da, kafasına uyan bir yerlere bırakırdı beni... Belki mutlu sonla noktalardı sözü, belki de sürpriz bir final hazırlardı serüvenime, kim bilir! Sözcüklerde var olmadığıma, gerçekten yaşayan bir insan olduğuma göre, çıkış yolumu kendim bulmak zorundayım. Hayata yeniden sarılmak için hamle yapmak zorundayım.
Ne çok insanla tanıştım bugüne dek; ne çok arkadaşım, dostum, sevgilim oldu!.. Bir bir uzaklaştılar hayatımdan; bir bir çekildiler!.. Çoğunu ben ittim. İnsanları azalttım çevremde. Şimdi çevrem yalakalarla dolu. İşte bana çıkarsız bağlı -gerçekten öyle mi?- bir insan daha kayıyor yanımdan! Lânet olsun!..”
Uçurumun başında oturmakta olan sevgilisine bakıyor ve bunları düşünüyordu adam. Birkaç metre gerideki sur kalıntısına yaslanmış, hem düşünüyor, hem de sevdiği kadını ve alabildiğine geniş bir ufka bağlanan perspektifi izliyordu.
Güney Torosların tepesi demekti burası. Gülek Boğazı’ndan Çukurova’ya kadar uzanan, olabildiğince açık bir manzara vardı önünde. Ama bir yanından onun ufkunu ikiye bölen sevgili, kendinden uzakta ne varsa flûlaştırıyordu. Manzaranın bir yanında duruyor ve, “Bu tablonun odağı benim!” diyordu sanki. Hem onun küçük kımıldanışları, hem arkaplanın bulanık görünüşü, hem de adamın zihnindeki zaman değişimleri, anı gelgitleri, tabloya “İzlenimci” bir yumuşaklık veriyordu.
Genç kadınsa, “ilk tecrübe”sini birlikte yaşadığı bu adamı hayatının tek deneyimi, daha da öte, yazgısı kabul ediyordu. Onunla özdeş görüyordu kendini. Asıl hayal kırıklığını o yaşıyordu, kendince. Sevdiği insanı, “gerçekleşmiş hayallerin gerisindeki adam” olarak görüyordu. Oysa kendisi, düşlediği ve epeyce yaklaştığına da inandığı romantizmin enkazı altındaydı. Biraz önce gezdikleri, tatlı tatlı öpüştükleri mistik harabeye ne kadar da benziyordu. Ama o eski bir evin harabesiydi... “Oysa ben, diye düşündü, yeni inşa edilmiş, hattâ bitmemiş bir binanın erken yıkıntısıyım!..”
Genç kadın, kendinden çıkmak, içindeki öfkeden kurtulmak istiyordu. Otoyoldan geçen araçları izlemeye başladı: “Ne kadar küçük görünüyorlar!.. Yakınlarında olsam heybetinden ürkeceğim tırlar, elimi uzatsam iki parmağımla tutabilecekmişim gibi küçülmüşler! Ya otobüsler?.. İçlerinde kim bilir kimler vardır? Onlarla kimler, nerelere gidiyorlardır!.. Bir mutluluk ülkesi olsa ve.. otobüslere binilse, gidilse oraya... Ama hiçbir zaman varılamasa da hep gidilse!.. Yanında sevdiğin adam...
Yolculuğun tadı her şeye değer! Yolların bitimini sevmiyorum. Tükenen yol neye yarar? Yollar bitince mutluluklar da bitiyor. Biten hiçbir şeyi sevmiyorum!..”
TEM Otoyolunu göğsüne saplanmış bir çift mızrak gibi tutan Toroslar, yukarılarda, yeşillerini emziren bulutlarda umut arıyordu. Her yan sis ve bulutla kaplı olduğu halde boğazdaki akım, yolun üzerini hep açık tutuyordu.
Genç kadın yoldan geçen araçları net bir biçimde izlerken her şey bulanıverdi birden. Gözleri dolmuştu. Ellerini geriye doğru biraz daha uzatarak yere dayadı; saçlarını savuran bir hareketle başını yer çekimine bıraktı, geriye doğru. İyice belirginleşen omuzlarının arasında uzun beyaz boynu gerilmiş, damarları kabarmıştı. Adam, onun göğe bakan profilini izlerken geçmişte yaşadıklarını düşünmeden edemedi:
“Şu güzel kızla yaşadıklarım, ah!.. Beni mutlu etmek için neler yapmadı. Önünde engin ufuklar varken benimle oyaladı durdu kendini. Ben zaman zaman şu skandal paranoyasıyla, bitmesini istedikçe daha çok bağlandı bana sanki.
İki saat bile geçmedi üstünden, Kasım Gülek’in kale içindeki harabeye dönmüş yazlık köşkünde yaşadıklarımızı nasıl unuturum?.. O harap konağı hayalimizle eski haline getirmiş, zaman tünelinden geçip bir empatinin kucağında, evin sahibiyle sahibesi oluvermiştik. Bu yasak mutluluğun mekân kaçamağına, sanal bir zamanın imkânlarını da eklemiştik. “Kasım Bey’in bahtı senin de bahtın olsun!” demişti bana. Bütün bu dumanı üstünde anıların, böyle birden bire donması, ya da çürüyüp dağılmaya yüz tutması, inanılır gibi değil!
Ah zaman!.. Bir vakitlerin en popüler mebusu, politikacısı Kasım Gülek, şimdi harabe olan bu dağ konağında kim bilir neler yaşadı, ne anılar bıraktı! Ey zaman, evler yıkan, beller büken zaman; evler yıkılır gibi gönüller yıkılır mı?.. Ağa’nın evini nasıl çürütüp yıktıysan bizi de öyle mi?.. İnanılacak gibi değil bu; hayır, hayır!..”
*
Genç kızın buraya gelirlerken; “Kına yaktım bak, nasıl olmuş?” diyerek savurduğu siyah saçları, şimdi yağmur kokulu dağ esintileriyle dalgalandıkça renk değiştiriyordu. Küçük, Uzakdoğulu gözleri açık mı, kapalı mı belli değildi. Richard Gere’ın kız kardeşi, derdi ona. Gözleri, dudaklarıyla; hem romantik hem uçarı tavırlarıyla, çok benzetirdi. “Sadece renk farkı var aranızda.” demişti. Bunu kendisine ilk söylediğinde çok kızmıştı ve: “Sevgilisini bir erkeğe benzeten adamdan korkulur!” diye azarlamıştı, şımarık çocuk tavrıyla.
Esintiden etkilenmiş olacak, genç kadın, burnunu çekti birkaç kez. Siyah, kadife cepkeninin izin verdiği kadarıyla, karnının da çekilip kabardığını gördü adam. Siyah streç pantolonunun dizden aşağısı uçurumdaydı ve kasları oynayan uyluklarından, ayaklarının aşağıda sallandıklarını anladı.
“Güzelsin, güzel demek yetmez sana!..” dedi, içinden. Gereğinden, dayanabileceğinden de güzel buluyordu onu. Kendisi yaşta bir erkek için, hayal sınırlarını zorlayabilecek bir güzelliği vardı. “İyi ki basınımızın haberi yok bundan. Monica’ya nal toplatır vallahi bu kız!..”
Delikanlı yaşlarında, bazı filmlerin buna benzer sahnelerinde, erkeğe ne kadar kızardı: “Böyle bir kadınla kavga mı edilir? Böyle bir kadınla -sevişmek dururken- hiç kavga edilir mi?.. Aptallık bu!..” der, deli olurdu. Bir kadının her şeyine katlanılabilir zannederdi... Henüz erişemediği yerlerdeki “kadın”ın, “kadın olmak”tan öte, bütün insan zaaflarıyla, yani bayağının bayağısı isteklerle ve boğucu kaprislerle de yüklü olduğunu, nereden bilsindi o yaşlarda!.. “İnsan birçok şeyi, görmeden, denemeden öğrenemiyor, tanıyamıyor!..” diye düşündü.
“Talihsiz tartışmamızın sorumlusu ben değilim.” dedi, kendi kendine. Uzun sayılabilecek bir zamanı kucaklayan beraberlikleri vardı. O, bu ilişkiye hep saygılı olmuştu. Beslemişti ilişkilerini. Beslenmişti de bundan. Şimdiyse bu “yalancı”laşan uyum, artık bir gelecek tasarlamak zorunda olduğunu ileri sürerek her şeyin tadını kaçıran sevgilisinin başlattığı tartışmayla sarsılıyordu.
Batı ufkuna baktı. Dağ sıraları kat kat birbirine ulanıyor, kocaman dalgalar gibi kımıl kımıl görünüyordu. Yer yer gün ışığı alan zirvelerde yakamoz izlenimi veriyor; bulutlarsa, hemen bu dalgaların üzerinde kararsız, dönüp duruyordu. Şu an kavrulmakta olan Çukurova’ya inat, burada sonbahar havası, tatlı bir esinti çalıyordu tenine. Ve bu tatlı serinlikte, dağ kuşlarının çok sesli şakımaları yankılanıyordu. Dik uçurumların korkunç duvarlarına çarpa çarpa...
Genç kadın, belki yarım saattir koruduğu durumunu değiştirdi. Üşümüş gibi, omuzlarını çekti, tepeden tırnağa titredi. Ayağa kalktı. Bir adım geri çekilerek kollarını açtı. Önündeki derin uçuruma kendini bırakıverecekmiş gibi, gerindi. Derinlerden gelen güçlü güney rüzgârıyla kınalı saçları, tişörtünün kısacık kolları, cepkeninin kanatları havalandı. Gergin kollar, yukarıdan, yerdeki avını kollayan bir atmacanın kanatları gibi dalgalandı. Yüzünde, koynuna atılıvereceği bir rüyayı yakalamış ergen tatlılığı vardı. Derin derin soludu. İleri geri adımlar attı. İlk uçma denemesine hazırlanan yavru kartal gibiydi şimdi.
Sevgilisinin, uçurumun çekimine kapılıp gideceğinden korktu adam ve birkaç adımda ona ulaştı. Omuzlarından tuttu kızı. Yönünü kendine çevirdi ve bağırdı: “N’apıyorsun, delirdin mi?"
Genç kadın, hiçbir şey söylemedi. Yalnızca, boynunu büküp kızgın mı, kırılmış mı, dalga mı geçiyor, belli olmayan bir duruşla baktı. Sonra gülümsedi. Dudaklarının ucu sağ yanağına doğru kaydı. Yanağında oluşan gamzesini oynatarak mırıldandı: “Üzülür müydün?..” Sesi çok “kalbî” idi. Etkiledi karşısındakini.
Adam, karşılık vermedi. Ama hâlâ bırakmadığı omuzlarından, daha kuvvetle tutarak geriye, surlara kadar, çekti onu: “Şuraya otur lütfen!” dedi, yumuşak bir sesle. Genç kadın, omuzlarını çektiyse de, direnmedi. Oturdu, surdan düşmüş düz bir taşın üstüne. Adam hâlâ ayaktaydı. Genç kadın, başını önüne eğmişti, ona bakmıyordu. Adam:
“Aslı.. dedi, ayaklarına kapanmamı, önünde diz çöküp ağlamamı mı istiyorsun?..” Sustu. Aslı’dan bir ses gelsin, diye bekledi. O ses gelmeyince yeniden konuştu: “Bak.. az önceki şeyi sakın bir daha deneme! Bir insanın yapabileceği en aptalca şey, kendi canına kıymasıdır, anlıyor musun?..”
Aslı, başını öyle bir kaldırdı ki, “Senin bu söylediğin, benim ölmeyi denememden daha büyük bir aptallık!” anlamını çıkardı adam.
Hemen ardından, Aslı: “Öyle bir şeyi nasıl düşünebiliyorsun; gerçekten aptal mı sandın beni?” diye bağırdı.
Çok kızmıştı. Hep güvendiği, içinden çıkılmaz sorunlarla dolu zamanlarında aklına ve sevecenliğine sığındığı adamın bu müdahalesi, “koruyucu melekliğe özenme” gibi bayağı gelmişti birden.
Tepkisine, bu yüzden kendisi de şaştı. İçinden: “Tamam, dedi, bitti her şey! Ben, ben rüyamda görsem inanmazdım böyle bir şeye! Saygımı yitiriyorum. Ne bu? Bunun adı: kopuş!” Ve kendini çok yalnız hissetti. “Artık bu adamdan hayır yok bana! Kimseden hayır yok! Ne zamandır, tek o vardı!.. Şimdi o da bitti, içimde bir şeyleri öldürdü!. Bir şeylerle birlikte öldü kendisi de, galiba!..”
Bunu söylemeliydi ona. Kaşlarını çattı, sert sert baktı:
-Öldürdün beni, dedi. İçimdeki yaşama kaynağını, umudumu öldürdün! Artık aptallık da olsa, biliyor musun, şu uçuruma yürümek hiç de korkunç gelmez bana!
Son cümle, onu az önce sözünü ettiği aptallığa çeken cümle, hesapta yoktu. Kahrından söyleyivermişti. Yoğun bir pişmanlık doldurdu içini. Soluması hızlandı. Bir süre konuşamadı. Ağladı. Adam acıdı ona:
-Biliyorum, kötü bir konuşmaydı. Çok af’edersin!.. Hiçbir şey başlangıçtaki gibi olmuyor, değil mi?.. Hatırlıyor musun...
-Evet; nereye varmak istediğinizi biliyorum. Sözü nereye getireceğinizi... Siz, Nedim Bey; rahat olabilirsiniz. Koskoca milletvekilisiniz! Canınız istediğinde çağırıyor, beni görmek istiyorsunuz. Görüyorsunuz da çoğu zaman. Gereksindiğinizde yanınızda olmak, olabilmek hoşuma gidiyor benim de. Ama olamazsam, kırılıyor, hattâ öfkeleniyorsunuz. Ben öyle zamanlarda keyfimden mi... nazlanıyor muyum sanki? Cilve mi yapıyorum? (Sesi yumuşuyordu konuştukça) Nedim, ben.. sana karşı sorumluluk duymak istiyorum artık!.. Bak.. her şeye rağmen senden kopamıyorum, kopamam! Senden başka bir erkek düşünmedim şimdiye dek; düşünemem. Son üç yılımı sen doldurdun. Ne demek “son üç yılım”? Genç kızlığım demek. Elinde büyüdüm sayılır be! Sen “kadın”laştırdın beni, unutma!
Erkeklerden ürken saf bir kızdım ben. Sen bana kadınlığımı gösterdin. Kadınlığını fark eden bir kızın dünyası, bir kere “erkeğim” dediği insanla aydınlanır ancak. Lütfen beni kurtar; açmazdan kurtar. “Ailem” olacak kimselerin ukalâlıklarından, anlamsız “sahip”liklerinden bıktım. Artık hep seninle olmak istiyorum; lütfen!.. Götür beni buralardan. Eskiden karın vardı, bir yıldır o da yok; bu değişiklikten, ilişkimiz niye beslenmesin?..
Nedim dinledi. Soğuktu. Dinleyişi değil, bekleyişi... Kendinden ve asla değiştirmeye yanaşmayacağı kararından emin olduğu için, o konuştukça sustu. Sonra düşündü: “Benden ne istediğini bir bilsen!.. Servetim dediğim tek şeyin o istediğin şey olduğunu bir bilsen!.. Bu servetin, senin işine yaramayacağını nasıl anlatsam sana?.. Özgürlüğüme el koymak istediğini nasıl?.. Birinin özgürlüğü, başka birine ancak belâ olur. Bana nasıl katlanırsın sonra? Bu zamana kadar elde ettiğim maddî servetimin yarısını karıma verdim ben. Özgürlüğümün bedeli olarak... Şimdi tam kendime kalmışken... Hayır, hayır olmaz bu!”
Nedim, bunları söyleyemedi. Yalnızca düşündü. Yaslandığı sur taşına başını dayadı, gözlerini yumdu. Ağzını açtı, bir şey söylemeye hazırlanırken, çenesine iri bir yağmur damlası düştü. Bir damla da alnına... Sonra arkası geldi damlaların. Bir sağanak bastırmak üzereydi. Bekledi Nedim. Yağmur damlaları hızla çoğalıyor, şapırtı, saniyeler geçtikçe hışırtıya dönüşüyordu. Doğruldu Nedim. Ve Aslı’ya seslendi: “Gidelim mi?”
Nedim’in sesindeki yumuşaklık, Aslı’yı yeniden umutlandırmıştı. Aralarında bir şey geçmemiş gibi yanıtladı Aslı:
“Sen bilirsin...” dedi. Oturduğu yerden kalktı. “..Ama böyle bir yağmurda biraz ıslanmak isterdim.” diyerek gülümsedi. Gözkapaklarında, ağlama izleri vardı. Çocuklaşmıştı.
Buzların erimeye başladığını görüp sevindiler. Nedim, Aslı’nın bağlılık tazelemekte olduğunu sezmişti. Ama taşların tekrar yerine oturabileceğinden emin değildi.
Sağanak başlayan yağmur uzun sürmemiş, hemen “ahmak ıslatan”a dönüşmüştü. Aslı da, onun soğumuş elini avucunda tutarak yürüyen Nedim de, aylardır bölgeyi kavuran sıcakların ardından gelen bu yağmurdan hiç gocunmuyor, tersine, biraz önceki havayı da yumuşattığı için yağmura minnet duyuyordu.
Gökyüzü biraz daha alçalmış, bulutlar, yakınlaşmıştı. Yağmur, yer yer parçalanan bulutlarını dağ sıraları arasından sarkıtıyor, kimi yerlerden yol bulan güneş ışınları, tepe ve yamaçları sahne spotları gibi aydınlatıyordu.
Kale kapısına dönen son dirsekteki jipe ulaştıklarında epeyce ıslanmışlardı. Birbirlerine baktılar: Aslı’nın, daha bu sabah yıkanıp fönlendiği için yağmur öncesine kadar kabarık duran saçları, yuvarlacık kafasına iyice yapışmıştı. Kirpiklerinde şebnemler vardı. Dudakları da ıslaktı. Nedim’in içinden öpmek geldi onu; ama utandı. Olanlardan sonra, bu arzuyu duyduğu için kendine kızdı da. Aslı ise, yağmura rağmen kırpmamaya çalıştığı gözlerini ona dikmiş, kavgayı unutturacak bir hareket bekliyordu Nedim’den. Onun esmer yüzünde daha ilginç duran ve bu dağ atmosferinde bir misli koyulaşan yeşil gözlerine baktıkça içindeki korkuyla güven arası karmaşık duygu, paramparça oluyordu. Başının üst kısımlarında adamakıllı seyrekleşmiş saçlar, ıslanınca daha da azalmış göründü Aslı’ya. Ve birden, Nedim’i yaşlı buldu. “Bu adam babam olsaydıkeşke! Sevgilim de.. bana yakın yaşlarda biri... O zaman daha mı iyi anlaşırdık acaba?” diye düşündü. Sonra, “baba”yla sevgili arasında nasıl ilişki kurabildiğine şaştı ve kızdı kendine.
Batı ufkunda, gökyüzünün doruğuna kadar uzayan bir şimşek çaktı. Sonra müthiş bir çatırtı koptu. Yaklaşan bir hışırtıyla, şiddetini artırdı yağmur. Aslı, Biraz da bunun korkusuyla Nedim’e sarıldı. Onun ıslak gömleğinden tenini hissederek beline doladı kollarını. Saçları okşandı. Buna sevindi. Birbirlerine bir şans daha vermişlerdi demek!
Jipe bindiler. Nedim, motoru çalıştırdı, eli viteste, sevgilisine baktı. Aslı, boynunu büküp gülümsedi. Nedim’in, vitesteki elini tuttu. Diğer eliyle, alnına yapışmış saçlarını düzeltti. Birkaç kararsız soluktan sonra, “Yeniden bu noktaya gelebildiğimize sevindim!” dedi. Nedim, avucundaki eli, incecik parmaklarından tutup dudaklarına götürdü.
Jipin derin tırnaklı tekerlekleri, yüzeyi ıslanmış toprağı kaldırıp dökerek bölük pörçük izler bıraktı yolda. Yağmur iyice yeğinlemişti. Silecekler yetişemiyordu.
On dakika sonra, kalenin altındaki yayla evlerine vardılar.
Nedim’in evindeydiler.
Islak giyeceklerini koltuklara, sandalyelere serdiler. Ne bulabildilerse, kuru bir şeyler giydiler. Nedim, kurşuni bir tişörtle geniş bir pantolon bulmuştu kendine. Yazdan kalma şortu, daha çok denize gideceğinde giydiği siyah atleti ise, Aslı’yı hem çocuklaştırmış, hem de ürkek bir erotizmle donatmıştı. Ama yüzünde daha çocuksu bir ifade vardı.
Nedim, pencerelerden birini açtı. Saçaklardan, evi çevreleyen ağaçlardan, irileşmiş damlalar düşüyordu ve çok tatlı seslerle kendilerine kadar ulaşıyordu. Telaşlı kuş cıvıltıları geliyordu her yandan. İçeriye, çam kokusu doldu. Çam kokusuna, susamış toprağın yağmurdan sonraki kokusu karıştı. Nedim, bu kokulu havayı içine çekti. Üzerinden duru damlalar yürüyen pırıl pırıl yapraklara bakarak Aslı’ya seslendi:
-Gelsene, dedi, dışarısı çok güzel olmuş.
Aslı, yarı yaslandığı İtalyan kanepeden kalktı, pencereye geldi. Nedim, kenara çekilerek ona yer açtı. Aslı, burnuna dolan kokuyla ve yüzüne çarpan hoş serinlikle derin derin soludu: “Haklıymışsın!” dedi. Nedim, kucağına çekti onu, kına kokan saçlarından öptü. “Seni seviyorum!” dedi, kulağına dudaklarını değdirerek. Aslı kendini bu “deli adam”a iyice yasladı; kulağına değen sıcak dudakların ürpertisiyle omuzlarını çekti, boynunu büktü, kıkırdadı. Çıplak boynunu, omuzlarını öpüyordu. Nedim’in, çam kokusuyla karışan erkek kokusu baştan çıkartıcıydı.
Pencereden batı ufukları görülüyordu. Güneş ışınları paramparça bulutların arasından süzülmüş, uçları derin vadilere inen bir çift gökkuşağı oluşturmuştu. Aslı da, Nedim de böyle çifte kuşak takınırken görmemişti gökyüzünü. İkisi de şaşkınlıklarını haykırdılar.
Ortalıkta uçuşan kuşların, yağmur sevincini şakıyan ötüşleriyle karıştı kahkahalar. Uzaklarda, Gülek köyünde bir köpek havladı. Komşu evlerin birinden, ince sesli bir köpek karşılık verdi ona.
Aslı, yağmur ortalığı canlandırdı, diye mırıldandı. Sonra, aklına bir şey gelmiş gibi, Nedim’in kucağında, kollarının arasında kayarak yüzünü döndürdü ona. Kollarını Nedim’in boynuna doladı:
-Haydi, dedi, biz de canlanalım!
Nedim, “Kadınlar, gururlarını yenmede bizden güçlüler!” diye düşündü ve: “Neden olmasın!” dedi. Aslı’yı öpmeye başladı. Kız, pencereyle Nedim arasında sıkıştı. Pencerenin kasasına gelen böğrü acıyınca itti Nedim’i, inleyerek. Ama dudaklarını ondan ayırmıyordu. Birbirlerine daha sıkı sarılarak, dans eder gibi, yürüdüler. Nedim, baldırları kanepenin minderine değince kendini bırakıverdi. Genç kadın giderek alevlenen bir tutkuyla öpüyordu. Nedim biraz soluklanmak için açılmak istediyse de, bırakmadı Aslı. Sonunda dudaklarını Aslı’nın yanağına, oradan boynuna kaydırdı. Öpüldükçe, genç kadının şehvetle açılan ağzından, Nedim’i daha da kışkırtan mırıltılar, inlemeler; netliğini yitirmiş sözcükler dökülüyordu. İnce ve genç kolları Nedim’in boynuna kenetlenmişti, gevşemek bilmiyordu.
Salondan yatak odasına geçtiler. Aslı’dan biraz olsun uzaklaşmak istedi Nedim. Ama genç kadın ona öylesine sıkı sarılmıştı ki kurtulamadı. Az sonra kendini onun ritmine uydurdu ve her şeyi unuttu. Bir çırpıda birbirlerini soydular. Ateşli öpüşlerle başlayan sevişmeleri, aynı tempoyla sürdü. Sonunda ikisi de bitkin düştü. Daldılar.
Aslı, uyanıp kalktığında ortalık kararmaktaydı. İçinin yandığını hissetti. Ağzı kupkuru olmuştu. Mutfağın musluğundan bir bardak su içti. Serinliği bütün bedeninde duyumsadı. Sonra tekrar yatak odasına geçti. Lambayı yaktı. Sevdiği adam hâlâ uyumaktaydı. Bir dizini karnına doğru çekmiş, yüzükoyun yatıyordu. Yanına uzandı. Uzun tırnaklarını, oyunbaz bir kedi gibi, hafifçe batırdı Nedim’in sırtına. Ala uykulu beden kasıldı. Kabarıp yeniden normal biçimini aldı. Mırıldanarak Aslı’ya döndü: “Hmm, n’apıyorsuun?” dedi. Üşür gibi yapıp pikeyi üstüne çekti. Sonra Aslı’yı, kendi gömleğinin içinde gördü. Düğmelerini iliklememişti. Yaz güneşinin yaktığı teni görünüyordu, ona oldukça geniş gelen gömleğin açık kanatları arasından. Kabaran ve dikleşen göğüsler, gömleği titretiyordu. Aslı, “Ne o, beni mi röntgenliyorsun?” deyince Nedim; “Hayır, dedi; gömleğimin içindeki ben miyim, diye bakıyorum!” Sonra, yarı doğrulup memelerinin arasından öptü. Genç kız, gıdıklanmış gibi güldü. Nedim’in başını göğsüne bastırdı iyice. Nedimse belinden kucakladı onu. Birbirlerine yeniden sarıldılar. Kalede olanları unutmuşlardı. Beraberliğin tadını çıkarmaya bakıyorlardı bütünüyle. Birbirlerine verdikleri ruhsal acının bedelini tenleriyle ödüyor gibiydiler.
Sevişmeleri bu kez daha uzun sürdü. Serin yayla havasına rağmen kan ter içinde kalmışlardı. İkisi de öfkelerini, birbirlerinin teninde söndürmeye çalıştıkları intikam ateşine dönüştürüyor, ama bu ateşle daha bir yanıyordu sanki. Aslı, genç vücudunun ve henüz doygunluk nedir bilmeyen duygularının verdiği heyecanla sevdiği adamın kollarında kıvranıyor, bütün varlığıyla ânı yaşıyordu. Nedim’se genç kadının ritmine yetişmeye çalışıyordu. İlk seferin heyecanı yoktu onda. Başladığı şeyi bitirmeye çabalıyor, tam isteyemediği için de bir türlü motive olamıyordu. Sonunda, iyice alevlenen genç kadının çabalarıyla Nedim biraz daha kıvama geldi ve az sonra da her şey bitti.
Nedim, ölümle yaşamın kesişme noktasında, kurşun yemiş gibi, kollarından birine dayanarak kendini sırt üstü yatağa bıraktı. Birkaç derin nefes aldıktan sonra sakinleşti. Gözleri kapalı, uyur gibi yatıyordu. Aslı, sevdiği adamın ter içindeki kıllı göğsünü, karnını; yüzüne ve alnına yapışmış saçlarını sildi parmaklarıyla, yataktaki pikeyle. Sonra saçlarını Nedim’in göğsüne yayarak eğildi, özelliği varmış gibi birkaç nokta belirleyip oralardan öptü. “Seni çok yordum bugün, değil mi? Ama senin de mâşallahın var yani! Bu yaşta, birkaç saate sığdırılmış üç sevişme... Delikanlım benim!” dedi. Göğsüne başını koyup bekledi biraz. Sevgilisinin zayıf kalp atışlarını dinledi.
Bir süre sonra kalktı, banyoya gitti. Şofbeni yakıp musluğu açtı. Duşakabin buharla dolmuştu. Yağmurun serinliği, sevişmenin teri, şimdi de banyonun sarıcı sıcaklığı... Üç mevsimi bir arada yaşamak gibiydi bu. Hiç çıkmak gelmedi içinden. Diri bedeni sıcak suyla da sevişti uzun uzun. Rahatlamış olarak bataryayı kapadı sonunda.
Kapının ardındaki askıda bornoz ve havlular asılıydı; birini alıp giydi, bir havluyla saçlarını sardı. Mutfağa geçti; buzdolabından bir şişe soda çıkarıp açtı, dolabın üstündeki açacakla. Kadehlere boşalttı. Henüz açılmamış bir viski şişesi takıldı gözüne. Açıp ondan da koydu azar azar. Her ikisinden birer yudum içti, yatak odasına döndü.
Kadehleri tuvalet aynasının önüne koydu. Başındaki havluyu açıp saçlarını ovdu. Sonra kadehlerden birini aldı, bir yudum daha içti. Saçlarını, biçim vererek kuruttu.
Nedim’e döndü. Kalktı, yanına gitti: “Uyan canım!” diyerek sarstı onu. Nedim ses vermedi. Eğilip yanağına bir öpücük kondurdu. Tepki yoktu Nedim’de. Yanağını yanağına bastırdı. Bekledi bir süre. Sonra birden kalktı ürpererek: Nedim nefes almıyordu!..
Heyecan ve korkuyla uzaklaştı yataktan. Elindeki viski-sodayı, farkında olmadan dudaklarına götürdü. Bardağın soğukluğu daha da tuhaflaştırdı onu. İçinde bir bulantı belirdi. Bardak elinden düştü. Doğruca, banyonun lavabosuna koştu. Öğürdü birkaç kez. Devam edemedi. Tıkanıp kaldı. Başını kaldırınca aynada kendini tanıyamadı, gözleri ne kadar da büyüktü! Saçları sanki az önce biçim verdiği saçlar değildi!..
Epeyce bekledi öyle. Yanılıyor olamaz mıydı?..
Yatak odasına dönmek için bir adım attı. Korkusu engel oldu. Durdu. Ama bir şeyler yapmalı, iyice anlamalıydı ne olduğunu. Ya doğruysa? Olmuşsa, sandığı şey? Ne yapardı bu Allah’ın dağında? Doğru da, yanlış da olsa, gidip gerçeği anlamak zorundaydı ama.
Bütün cesaret melekelerini uyararak girdi odaya. Duraksamadan, Nedim’in yanına kadar yürüdü. Bitirmek zorunda olduğu acı bir ilacı tepesine diker gibi, bir çırpıda...
Yanılmamıştı. Nedim, orgazmın verdiği gevşemenin ardından, uyur gibi teslim olmuştu ölüme. Aslı, son bir cesaretle, kendine “az önce seviştiği bu adamın nesinden korkacağını” telkin ederek nabzını tuttu. Şüphesi kalmadı: Nedim ölmüştü!..
Bir çığlık atmak istedi. Çekindi, sanki çevresinde tanımadığı, kendisini izlemekte olan bir yığın insan varmış da onlardan utanıyormuş, korkuyormuş gibi... Bağıramadı. Kalakaldı öylece. Sonra birden, bornozun soğukluğunu hissetti. Çıkarıp attı onu. Odadaki ölünün soğukluğu, ıslak bir muşamba gibi değdi sanki çıplak kalan tenine. Zangır zangır titredi.
Her biri bir yerde olan çamaşırlarını buldu. İki ayağını külotunun bir paçasına geçirmeye çalıştı. Sutyeniyle boğuştu epeyce, tişörtünün tersini giydi; fark edip çıkardı; çevirip yeniden giydi. Bir yandan da, az öncesine kadar bir parçası olduğuna inandığı adamın cesedine bakıyordu, korkuyla. Son bir gayretle, yatağın bir yanında yığılı duran pikeyi aldı, cesedin üzerini örttü.
Salona geçti. Eve girince, kurusun diye koltukların üzerine serdiği giysilerini topladı. Nedim’in gömleğine çarpan bakışları içini burktu. Hem giyinmeye hem de ne yapabileceğini düşünmeye çalışıyordu. “Kahrolası pantolon, neden bu kadar darsın?..” diye bağırdı, kendisini uğraştıran streçine. Bir yandan da gözlerini ve burnunu siliyordu, eline ne geçerse onunla.
Sakin olmaya çalıştı. Ayakkabılarını giydi. Nedim’in, içeri girince vestiyerin bir çengeline astığı anahtarları aldı. Vestiyerde rastladığı paketten bir tomar kâğıt peçete çekti, cepkeninin cebine tıkıştırdı. Birini ayırıp gerisini iyice yerleştirdikten sonra burnunu ve gözlerini sildi yeniden. Şimdi, Nedim’e bir daha bakmak istiyordu. Son bir defa daha... Ama buradan bir an önce uzaklaşması gerektiği inancına yenildi...
Bütün bedenini yalayıveren bir soğuk dalga hissetti. Vazgeçti düşündüğü şeyi yapmaktan. Dışarı çıktı. Kapıyı, Nedim’i uyandırmaktan korkarmış gibi sessizce kapadı. Olabildiğince çabuk uzaklaşmak istiyordu buradan.
Avlu kapısının girişindeki jipe ulaşmak için kilometrelerce yürümüş gibi geldi ona. Sanki biri, ardından: “Adamı bırakıp da nereye kaçıyorsun, kaltak!” diye bağıracaktı.
Araca bindi. Kapısını kapadı. Kilit düğmesine bastı. Direksiyona kapandı, hıçkırarak ağlamaya başladı. Nedim’le geçirdiği bütün zamanlara ait anıların hücumu başlamıştı.
Bir süre sonra başını kaldırdı. Toparlanması gerektiğini düşündü. Gözü eve, yatak odasının penceresine kaydı, elinde olmadan. Lamba yanık kalmıştı. Canı sıkıldı buna. Çıkıp söndürse miydi?.. Tekrar nasıl girerdi o eve? Bir ölüyle baş başa kalmıştı zaten, kalacağı kadar.
Cesaret edemedi. Canı kadar sevdiği birine ait olsa bile, bir insanın bedeni yabancılaşıveriyor, bütün değerini ve anlamını yitiriyordu! Korku veriyordu sadece, nedense...
“Yansın!..” dedi, sesli olarak. Anahtarı kontağa takıp çevirdi. Motor çalıştı. Işıklı pencereye baktı yeniden ve: “Seni bırakıp gittiğim için beni bağışla n’olur.. n’olur beni bağışla!..” dedi. Dünyanın bütün ağırlıkları üzerindeymiş gibi geldi ona. Çok yoğun bir karanlığa düşmüş gibi hissetti kendini. En ağır suçluymuş gibi... Bir cinayet işlemiş gibi... Gözlerinden birer damla yaş süzüldü yanaklarına. İşaret parmaklarıyla gözlerini sildi. Bir peçete çıkarıp burnunu temizledi. Alnını birkaç kez direksiyona vurdu, hafif hafif. “Tanrım, n’apacağım ben şimdi!..” diye inledi. Koltuğa yaslanarak kendini toparlamaya çalıştı.
Bu jipe ve direksiyonuna yabancı değildi. Farları yakıp hareket etti. Yayla evlerinin stabilize yolundan eski E-5’e çıkarken önünden bir tavşan geçti, hiç acelesi yokmuş gibi.
Nedim, yeniden bekâr kalınca aldığı yayla evinin loş ışıklı odasında, henüz yaşanamamış serüven hayallerinin kırıntıları altında, cansız yatıyordu. Ne özgürlüğü ne tasarıları kalmıştı artık, Asla ipucu bırakmayan kaçamağı ona pahalıya patlamıştı. Toplumdan kaçarak kendi dünyasına sığınıp ölen Nedim’in en garip ânıydı bu.
Jipini ertesi gün, mebus olmadığı günlerde daha çok kullandığı bürosunun yakınında bir kaldırımda buldular. Kendisi ortalarda yoktu. Adana’dakiler Ankara’da, Ankara’dakilerse Adana’da sanıyorlardı onu.
Kokan cesedi hafta sonu tatiline gelen komşularını rahatsız edene kadar, kimsenin haberi olmadı öldüğünden...
Mersin, 1995
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.