- 1541 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YAZGISI HASRET SEVDÂLARIN
(Tek kişilik bir hikaye)
I.
Mart soğuğunu perçinleyen kuru bir rüzgar, yağmurlu bir sabahın hüzün dolu gözlerini titretiyor ve güneşin gri bulutların ardından doğduğu ancak saate bakınca anlaşılıyordu. Elbette ki güneş hep alıştığımız yerden yaklaşmıştı bu elem dolu şehre. Öğlene doğru yaklaşan günün sabahında, akşamüstleri gibi loş bir fersizlik çökmüştü büsbütün güne. Gözler o huzur veren göğün maviliğini çoktan arar olmuştu lakin inatçı bir perde gibi bulut kümeleri güneşin ışıldayan yüzünü saklamıştı. Büyük bir ihtimalle güneş, bu bulut yığınlarının hemen arkasından gülümsüyordu. Ancak ister istemez içini bir sıkıntı kaplıyordu insanın. Herşeye rağmen aydınlık sürüyordu günün sefasını. Karanlığa mı direniyordu?
Güneşin bulutların ardında olup olmadığı tereddüdü her ne kadar insanı bir anlığına da zaptetse bunun saçma bir düşünce olduğu mutlaktı çünkü vakit şimdiye kadar hiç olağanlığın dışına çıkmayı denememişti. Belli ki tabiat da belli bir kurala uyuyor ve kendisinin üzerindeki bir kudrete itaat ediyor, boynunu bu itaatkarlılığının garip sevinciyle önüne eğiyordu.
Sokağa bakan pencereler yağmurla yıkanıyor, içerde yanan sobaların samimi sıcaklığıyla içerden buğarlanıyordu. Yine aynı pencereler sokaktaki ıslaklığı yalayan haşin rüzgardan nasibini alıyor, pek kısa bir süre önce yağmurun dindiği anlaşılıyordu. İnsafsız yağmur, yaralı ve yoksul İstanbul sokaklarını iyice ıslatmış ve çukurları her zaman olduğu gibi suyla doldurmayı hiç ihmal etmemişti. Bir garip sessizlik, zaten bu mevsimde dinginleşen İstanbul’un büyülü sessizliğine ürküten bir durgunluk katmıştı. Yine o haşin rüzgar ağaçların yapraklarını kurulamaktan başka bir işe yaramadığı düşüncesiyle alabildiğine hırçın sokaktaki su öbeklerini sertçe yalayıp geçiyor adeta hırpalıyordu. Arkasından zayıf rüzgarlar yine aynı su öbeklerini okşuyor, şefkatli bir duyguyla üzerlerinden geçiyor ve havayı kendi haline bırakıyordu. Bir anlığına da olsa dinginleşen hava insana bir lahza huzur veriyor ama pencereleri döven şiddetli rüzgar ile huzuru parçalanarak dehlizlerde kayboluyordu.
Sokaktaki su öbeklerine dalan bir çift göz; onların titrediğini ve akabinde yeniden durgunlaştığını farkediyordu. Deli bir rüzgarın ardından durulan gölcüklere bu sefer de elektrik tellerinden aheste aheste süzülen su damlacıkları rahat vermiyor ve inadına öbekleri yormaya çalışıyordu. Birikintilere seyrek de olsa rastgelen bu su damlacıkları öbekleri yumuşakça hareketlendiriyor, düştüğü yerden etrafına doğru dairesel bir biçimde onlarca halka çiziyordu. Bu küçük dalgalar soğuk asfaltın ıslak ama birikintisiz yerlerine kadar ulaştığında eğer başka bir su damlacığı gölcüğe rastgelmezse sular duruluyordu. Bütün bu kendiliğinden oluşan seromoniyi tabiat hazırlıyordu bizlere ve muhakkak ki bu eşsiz oyun insanlar içindi sadece. Her perdesini aralayıp penceresinden gözleriyle oyunun herhangi bir yerine süzülen kişi, bu eşsiz oyunu seyredebiliyordu; hem de tek bir kuruş para ödemeden. İşte bu oyun yağmur sonrasında insanın içini istemeden kaplayan hüznün tek tesellisi olmaya çalışıyordu, tek tesellisi..! Bu teselli insanın içini bir an için titrettiğinde, yüreğimizi gelip geçici bir heves gibi çoşkuyla kaplıyordu amma ve lakin içimiz bunu reddediyor ve tekrar yavaş yavaş duruluyordu. Tesellilerle ânın dışına çıkıp uzun sürmeyen saadet rüzgarlarına kapılmaktan korkuyordu besbelli ki.
II.
Anı yaşamak onun düşüncesindeki ana fikri oluşturuyordu. Acı da olsa acıyı ânında yaşamak... Onu tesellilerle azaltmaya çalışmak en aptalca olanıydı ona göre. Zamanında yaşanmamış bir aşk, insana eninde sonunda acı verir ve bu acıyı yaşanmış ve geçmişte kalmış birkaç hatıra ile teselli edemeyiz. Bu ancak bizi teselli denen illete müptela eder ki bu bir nevî hastalığa benzeyiverir. Hem de kurtulması zor bir hastalık! Her yaşadığımız kötü olayı; “ama” larla başlayan cümlelerle kendimizi aldatarak teselli etmeye çalışırız. Belki de bunun hayata pozitif kutbundan bakmak olduğunu çaresizce savunuruz.
“Vakit hiç olağanlığın dışına çıkmamıştı.” O halde insan neden o ânın büsbütün dışında kalmış bazı duyguları sahiplenmek hissiyle yanıp tutuşuyordu? Bu, ancak sabah güneşin doğması gibi birşeydi. Zamanında sevinmek, zamanında üzülmek gerekliydi... Evet, en doğru olanı da buydu fakat asla teselli denen o hastalığa tutulamak yoktu. Çünkü onlar insanı varmak istemediği bir hüsran denizine götürüyor ve siz o denizde sarılacak bir yılan dahi bulamadan boğuluyordunuz. Bugünden bunu göze almak, o denizde boğulmayı ya da kendine başka bir rota çizmeyi düşünmek sanırım şu an için düşünülmesi elzem bir mesele. Evet, tek kurtuluş yolu bazen teselli gibi görünse de sonunda ne olursa olsun teselli yoktu, teselli yok!
İki duygunun arasında, çapraşık bir ikilemin tam ortasında birini yok sayarak asla kendini teselli etmeye kalkışma. Bu sadece gerçeklerden kaçıştır ve insanı geçmişin zifiri karanlık dehlizlerine sürükler. Sen sadece geleceğe açtığın yelken ile açılmalısın umut denizine. Bırak geçmiş çok gerilerde kalsın, kaybolsun. Geçmişi unut! Unutma ki geçmişi hatıralar besler. “Şimdiyi yaşa” diyebiliyorsan eğer hatıraları bir kenera sakla çünkü onlar şimdi’nin azılı düşmanıdır. “Ânı yaşa!” “Carpe Diem!” Sen bir tek geleceğe koşmalısın.
Önceden okuduğu kitabın bu bölümleri zihninden ılık ılık akıyordu. İçinden defalarca tekrar etti. “Sen bir tek geleceğe koşmalısın.” Bu sırada yağmur tekrar yağmaya başlamış ve hızlanmıştı. Bunu yanında oturduğu pencereyi inanılmaz bir hırsla döven yağmur damlacıklarının içerdeki sesi yararcasına gelen ufak ama sert seslerinden anladı. Tam o sırada aklına günlüğü geldi. Birden yazmak; bugünü, şu anı yazmak istiyordu. Tıpkı bir fotoğraf gibi ânı, günlüğünün sararmaya başlamış yapraklarında ölümsüzleştiriyordu. Birgün tekrar o sayfalarda gezinince gözleri; neye üzüldüğünü, o an neler düşündüğünü anımsayabiliyor ve böylece sıkıntıları ve üzüntüleri sadece o sayfalarda kalıyordu. Bu da duygularının bir nevî fotoğrafı olacaktı.
Günlük yazma alışkanlığı onda şiir yazmaya bağladığı zamanlarda başlamıştı. Yaklaşık olarak 5 yıl kadar önceydi sanırım. Kendini bir şair olarak göremezdi belki ama duygularını şiir olarak ifade etmek fevkalade hoşuna gidiyordu. Hemen hemen her şiirinin bir hikayesi vardı. Bu hikayeleri de ilk önce günlüğüne yazıyor, daha sonra onları şiirleştiriyordu.
III.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
15 mart 1995 - Çarşamba
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Saadet dolu bir 2 yılın ardından ruhumu, beynimi örümcek ağı misali saran hüznümle şu satırlara sarılmayı deniyorum, son çarem olarak. Belki de benim en etkili ilacım da bu. Anılarla yaşamak gerçeğin tamamen dışında, kendimize bambaşka bir dünya kurarak yaşamak gibi geliyor bana. Gerçeğin dışına çıkmak, ânın dışına çıkmak, kendinin dışına çıkmak... Bir hastalık, beter bir hastalık! TE-SEL-Lİ
Bugünü unutmak istemiyorum çünkü yarına bağlı olan tek şey bügün. Bugün bitmiş olabilir ve belki de ben bundan dolayı müzdarip de olabilirim. Dünü düşünmekle mutlu olabilir miyim? A-NI-LAR
...Sarayburnu’ndaki o muhteşem gün, onun ellerime verdiği şefkatli sıcaklık ve...
Yok, hayır...
Bunları düşünmek bana yapay mutluluklarla dolu bir hayat kurabilir. Sonu gelmeyecek bir kaçışla şimdi’yi yok sayarak yaşayabilirim. Şu andan kopuk, bugünü dünde kalmış gibi algılayarak, zamanı hep bir adım geriden... Acaba öyle yapsam bir gün daha erken mi ölürüm?
Geçmişle yaşadığım zamanlarda hep bugüne dönmeye korkmuşum, yapay mutluluklarım ufacık bir yele boyun eğen bir mum misali sönüvermiş. Hüznüm beni hep korkutmuş!
Pencereme çarpan küçük ama hırçın yağmur tanelerinin garip sesi içime hüznün yankısını bırakıveriyor sanki her damlayla koskocaman bir göl oluyor. Sonra o gölde kendim boğuluyorum. İşte o zaman beni kurtaran sadece cılız anılarım oluyor. Geri dönmemek, sadece geçmişte yaşamak kaydıyla bana sonsuz mutluluk yaşatıyor anılarım. Ama insan gerçekten kopuk nasıl yaşar ki?
Geçmişimle ve hatıralarla kendime mutluluk kaleleri inşa ederek dünle bugün arasında sınır nöbeti tutmak bana şimdi aptalca geliyor.
...Dün bugüne, bugün yarına bağlı
Ve ben şimdi yeni saadetler arıyorum...
Ferit
15 mart 1995
22:45
IV.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
16 mart 1995 - Perşembe
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
“Tutuşan bir alevdir, göğsümün kafesini YAKAN!
Adı nedir bilemem bu ateşin içime AKAN!”
Kimisi bir açıklama getirip adını sevdâ koyar, kimisi umursamadan güler geçer hislerime... Yastığa başımı koyarken daha dağlanan yüreğimi engin ve serin ovalara salmak isterim. Bir rüyaya özlem duyar gibi yatar, sabahları gözyaşlarına boğularak üzüntümü perçinlerim kalbimin yas tutan yanına. Yorgun bir çınara yaslanıp Eyüp sırtlarında, Altın Boynuz’da yüzdürürüm yelkenleri alev alev gemilerimi. Piyer Loti’den hazin bir bakış olur gözlerimde manzarası hasretin. Belki sevdalar acılara dahil, belki de yaşananların diyeti ödenmeli fakat yüreğime saplanan bu gaddar hançer niye? Benim hayallerim vardı giderek gerçeğe uzanan, sadece içimde saklardım hala da öyle.
Eyüp’ün mahrem sırtlarında gezinirken aklım, gönlümü Süleymaniye alır gider; hasretimi büyütürken günler, vuslatı rüyalara bırakırım. “Neden?” sorusu dolandıkça aklımın en uçurum köşesinde, ben kendimi atmak isterim Galata Kulesi’nden. Hayaller ne kadar gerçek olur? Ya da hayallere bent vuran bu hasret, o sert kucağında elemleri mi büyütür?
Ya hatıralar, ya hatıralar... Onlara ne olacak? Yaprakları sararmış bir kitabın arasındaki resimlerde mi kalacak sadece? Aslında iki damla gözyaşı yakmaya yeter inanın o hatıraları. Ya kırılan kalbim, bütün mirasımı sırtlayan o koca yürek, taşıyabilecek mi bu ağır yükü sırtında? Biliyorum, kaderim getirdi beni bu bıçak sırtına, bir milim oynasam düşeceğim. Bilmiyorum, bu hasret denizinde boğulur muyum? Bir kulaç, iki kulaç ve daha niceleri... Ya o dev dalgalar... Bilmiyorum, daha ne kadar...
“Zaman, sadece biraz zaman” derler. Zaman, dertlerin ilacı mıdır bilemem, ama maziye gömülen hatıralara bakınca neden çoşar yaralar? Belki bir resim, belki bir eşya eski günlere ait... Hepsi unutuldu, hepsi en gizemli çekmecelerde ama neden, neden soruyorum size, hasrete duyulan özlem mi ihtiyacımız olan? Ya da sıradan bir zamanda üzüntüye duyulan hasret mi? Ulaşılamayan hayallere uzanır düşünceler ve içimizde bir yerde tekrar tekrar ağlar hatıralar. Ulaşılmaz olan her zaman arzuları alevlendirir ve ulaşılmayan gizemlidir. Bizi içine çeken bu gizem mi, bilmiyorum.
Sonu ne olursa olsun, âkibetine aldırmadan insanoğlu sevmek ister. Sonsuz bir sevgiyle yaratıldı insan ki hamurunda her daim bu his var elbette. Fıtratında sevmek, durmadan sevmek vardır insanın. Düşünmeden sever ve mantık sevdânın en azılı düşmanıdır. Bazen akıl devreye girer, gönül buna isyan eder. Baskın mahalde yazılır aslında sevdâların âkibeti. Ya gönle bakar toprakta yok olur, ya akla bakar dünyada zayi olur. Ama sonu ne olursa olsun yazgısı hasrettir sevdâların, yazgısı hasret!
Ferit
16 mart 1995
11:45
V.
Mütemâdiyen vûslatı hayal eder, arzularla kavrulan yüreğine kurak topraklara ab-ı hayat niyetine yağan bir yağmurun serinliğinin gelmesini beklerdi. Heyhat! İçine düştüğü bu karanlık dehlizlerden kurtulamıyor, cehennem ateşine denk bir büyük yangında yanıyordu. “Burcu burcu esen seher yelleri” onun baharına rast gelmiyor aksine yalnızlık, kızgın bir demiri amansız tokatlayan çekiç gibi arzularını dövüyordu. Evden çıktığında dünden beri devam eden sağanak dinmiş, ayakları onu ıslak Cankurtaran sokaklarından sahile doğru götürmüştü.
Sarayburnu’nda boğazın manzarasına hakim bir noktada kayalıkların üzerinde vapurların geçit törenini izleyen Ferit’in zihninde serseri düşünceler volta atıyor, bir vapur düdüğü kaçınılmaz bir sonu haber ediyordu. Neden buraya gelmişti? Bilmiyordu. Yanağına süzülen ılık gözyaşlarını da silmiyordu. Ellerinde tuttuğu fotoğrafları, cebindeki mektupları ve ona ait olan birkaç eşyayı yanında getirmişti. Günlüğü de yanındaydı. Geçmişe o kadar bağlıydı ki bütün bunları hep yanında taşımaktan üşenmez aksine özüne ait birer parça olarak addederdi. Düşünceli gözlerle boğazın serin sularına daldı bir süre. Tekrar bir vapur düdüğü uzaklardan acı acı yankılandığında Ferit irkilerek boğazın derinliklerindeki uykusundan uyandı. Kurtulmalıydı! Onu hatırlatan herşeyden... Fotağrafların hatıralara uzanan ellerini kesecekti öncelikle. Fotoğrafları kenara bırakıp cebinden çakmağını çıkardı akabinde de diğer cebinden bir sigara çekti, yaktı ve derin bir nefes çekti. Sanki bütün mazisini içine doldurdu bir nefeslik duman. Üfledi ve hatıralar Sarayburnu’nda gezinen sert rüzgarlarda dağıldı, uçtu, gitti. İşte böyle; sonsuza dek yok olmayı, dağılmayı bekleyen hatıralar bir sonraki vapurun düdüğüyle birlikte silindi.
Kayalıkların ıssız kavuğunda kül olan fotoğraflar ve yırtılmış mektuplar, boğazın serin sularında dalgalarla akıntıya kapılan ve kıyıdan uzaklaşan ona ait birkaç eşya ve de günlüğü; Ferit sahil boyunca yürürken sırra kadem basıverdi. Artık ânı yaşayacaktı sadece. Dünde kalanlardan kurtulmuştu ve teselli yoktu. Teselli yok!
SON
YORUMLAR
"...Bunları düşünmek bana yapay mutluluklarla dolu bir hayat kurabilir. Sonu gelmeyecek bir kaçışla şimdi’yi yok sayarak yaşayabilirim. Şu andan kopuk, bugünü dünde kalmış gibi algılayarak, zamanı hep bir adım geriden... Acaba öyle yapsam bir gün daha erken mi ölürüm?..."
"...Geçmişi unut! Unutma ki geçmişi hatıralar besler. “Şimdiyi yaşa” diyebiliyorsan eğer hatıraları bir kenera sakla çünkü onlar şimdi’nin azılı düşmanıdır. “Ânı yaşa!” “Carpe Diem!” Sen bir tek geleceğe koşmalısın..."
"teselli yok..."
Bu saatte göz kapaklarımı açık tutmak için harcadığım çabaya kesinlikle değdi.
Yüreğinize sağlık...