- 2375 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Kızıl Gül Feriko I.
Kızıl gül: ı. bölüm
Dolunaylı bir yaz gecesiydi. Vakit gece yarısını geçmiş, kocaman bir tepsi gibi, geniş bahçenin doğu sınırındaki ulu ceviz ağacının kenarından, hafif bir hışırtı ve gülümseyen yüzüyle erkenden doğan dolunay, gittikçe yükselmiş ve yükseldikçe de küçülmüştü. Yönü, güneye bakan evinin sundurmasında dalgın ve düşünceli oturan, kırk yaşını geçmiş köylü adamın eli bir kez daha önündeki tütün tabakasına uzandı. Yıllardır ustalaşmış parmakları ile tütün tabakasını tıkırtı ile açtı. Bir sigara daha sardı. Kibriti çakarken hoş bir kav kokusu yayıldı. Sıkıntılı, endişeli ve düşünceliydi.
- Feriha! dedi. Feriko... Ferikom!
Aradan geçen yirmi yılı aşkın bir zaman, ne gözlerinde tüten o eşsiz simayı, ne de gönlünde yarım kalmış sevdasını tamamen silebilmişti. İnsanın asla erişemediği ve artık hiçbir zaman erişmesinin de mümkün olmadığı, kalpte gizli kalan o sevgili, demek ki asla unutulmuyordu. Ömründen akıp giden her yıl, gönüldeki o sevda ve zihindeki o hayali biraz daha silik hale getirmeye çalışsa da tamamen silemiyordu. Gökyüzüne baktı, dolunayın gümüş ışıkları, görebildiği alanda ancak üç beş yıldızın göz kırpmasına izin veriyordu. Yusyuvarlak ve kocaman bir tepsi gibi doğan Ay’ın, neden yükseldikçe küçüldüğüne ve küçüldükçe de ışığının arttığına bu güne kadar bir türlü akıl erdirememişti. Bir kez daha dudaklarından aynı sözcükler döküldü:
-Feriha! dedi. Ferikom...
Gözleri bahçenin güney sınırına ekilmiş güllere takıldı. Ay ışığında uzaktan silueti belli olan güllerin, renkleri uzaktan pek seçilemiyordu. hafif ve hoş kokusu olan kadife güller... Sevdasını her zaman en iyi hatırlatan kızıl güllerden tarafa bakarken, aklına beyaz kelebek geldi. Zaten ne zaman kızıl gül veya beyaz bir kelebek görse, aklına erişemediği sevgilisi Feriha gelirdi. Kızıl güller üzerinde beyaz bir kelebeğin zikzaklı uçuşuna, tanık olduğu o günün gecesinde de, Feriha’yı bir düğünde görmüştü. Ömründeki iki gün, ölünceye kadar aklından hiç silinmeyecekti. İlki, Kızıl güller üzerinde beyaz kelebeğin uçtuğu gün...
’’-Keşke yaşadıklarım bir rüya olsa! dedi. Gözümü açtığım an bütün o yaşadıklarım rüya olsa... Sadece beyaz kelebeğin güller üzerinde uçtuğu o güne geri dönebilsem. Bu günkü aklım olsa, sonuç böyle olur muydu? ’’ diye düşündü. Ne yaşadıkları rüyaydı ne de insan zamanı tersine çevirebiliyordu. Solmayan güzellikleri solduran, olmaz denileni olduran, dostlukları düşmanlığa, düşmanlıkları bir müddet sonra dostluğa çevirebilen zaman; bu tutulamayan akıcı güç, bir şeyi başaramıyordu işte: Kızıl gül ve beyaz kelebekle özdeşleşen Feriha’yı unutturamıyordu! Hiçbir zaman unutamadığı, unutmak istese de başaramayacağı o sevgili, o gün ve o düğün gecesi yine hayal perdesinden, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden, kim bilir kaçıncı kez tekrar tekrar geçiyordu:
Askerden döndüğü yıl, bir sonbahar gününde komşularından Hatice, annesi ile konuşurken:
-Gülfatma Abla, bizim köyde düğün var dedi. İsterseniz siz de yarın bizimle beraber düğüne gelin? Dilerseniz, İdris de bizimle beraber gelsin, belli mi olur, bakarsın bizim köyden güzel bir kız görür beğenenir. Belki de Narlıköy’den güzel bir kız senin gelinin olur! derken gülümsüyordu. Köyün yarıdan fazlası Hatice’nin adını bilmezdi. Herkes ona Pomak Gelin der ve gerçekten de çok severdi. Cana yakın, güzel ve neşeli bir kadındı. Trakya’nın yerlisi köylülerin Pomak’lardan, gelin aldıkları nadirdi. Örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı olan Pomak Bulgar göçmenleri, dışarıya kolay kolay kız vermiyorlardı. Pomak köylerine kız için giden delikanlıların çoğu niyetleri anlaşıldığı anda genellikle köyün gençleri tarafından, dövülerek geri gönderiliyordu.
Gülfatma:
-Bakalım kızım, nasipse geliriz, dedi. Bunun anlamını kocasından izin alabilirse gidecekler, demekti.
Kadın yatsı namazından sonra camiden eve dönen kocasına, konuyu yatmadan önce açtı, adam:
-Gülfatma, dedi. Pomak Gelin’le beraber gidip, beraber dönüyorsun, İdris’in başına bir şey gelmesin, yanından ayırma! diye sıkıca tembihledi.
Kadın her zamanki gibi, daha güneş doğmadan kalkmış, hazırlıklara başlamıştı. İdris’i kaldırıp berbere gönderirken:
-İyice bir tıraş etsin seni. Sen gelinceye kadar suyunu ısıtırım, banyo da yaparsın dedi.
Berber Nazım, ilk müşterisi olarak İdris’i gülerek karşıladı. Zaten günde bir iki müşterisi ya oluyor ya da hiç olmuyordu. Önce makas ve tarakla saçını kısalttı, düzeltti. Sonra bileme kayışına biraz macun sürdü. Usturasını bilerken:
-İdris, dedi. Sana öyle bir damat tıraşı yapacağım ki, düğündekiler seni damat sanacaklar! ... İdris mahcup olmuş gibi gülümsedi, bir şey diyemedi.
Eve döndüğünde, annesi banyo suyunu , yeni açılmış bir kalıp sabun ve havlusunu hazırlamıştı bile. İdris banyodan çıkarken, annesi, sütbeyaz bir gömlek ve koyu mavi bir yelek hazırlamış, iskarpinlerini de sandıktan çıkarmıştı. Çoğu delikanlının ayağında lastik soğukkuyu ayakkabı ile gezdiği günlerdi. iskarpin ayakkabı giyenler parmakla gösteriliyordu. İdris giyindikten sonra, cebindeki yuvarlak aynasını çıkardı. Arkasında horoz resmi olan ve resmin üzerinde, altın horoz ya da platin horoz yazılı bu cep aynaları, mendil, saç tokaları ve küçük gülyağı kutuları ile birlikte, o zamanlar sevgililerin birbirine verdikleri en değerli armağanlardı. İdris aynasını kendisi almıştı. Kendisine aynada bakınca ne kadar değişmiş olduğunu anladı. Annesi İdris’i bu haliyle görünce dayanamadı:
-Allah, kem göz ve nazardan korusun kızanım! derken içinden de, İdris’in babasının gençlik günlerindeki haline ne kadar çok benzediğini düşünüyordu. İdris’i kendi gözünde hâlâ bir çocuk gibi görse de, İdris askerden döndüğünden beri, kim bilir köyde kaç genç kızın rüyalarını süsler olmuştu.
İdris’in babasına herkesin ’’Balcı’’ demesi boşuna değildi. Etraf köylerde arı kovanlarından balı çıkaran tek kişiydi. Hiç kimsenin neden bal arılarının bu adamı sokmadıklarına dair bir bilgisi yoktu. Kendisine sorduklarında da sadece: ’’-Ben de bilmiyorum! ’’ deyip geçiştiriyordu. Çeşit çeşit söylentiler kulaktan kulağa yayılmıştı. En çok da, bir evliya tarafından efsunlandığı söyleniyordu. Herkesin kendi gözü ile gördüğü şey ise, Balcı’nın kısa kollu gömlekle, yüzü gözü açık olarak arı kovanından bal peteklerini kesip çıkarırken, arıların hücumuna uğramamasıydı. Balcı insanlarla az konuşur, bal çıkarma mevsimi dışındaki günlerde, zamanını genellikle evinde geçirirdi. Tek zevki de, pilli bataryalı lambalı radyosuydu. Evinin damına diktiği direklerdeki fincanların arasına gerdiği bakır telden inen hava hattı teli ile toprağa gömdüğü bakır bir tabaktan gelen toprak hattı teli, evin dışarıdan göze çarpan ilk görüntüsüydü. Lambalı radyoyu köye ilk getiren de Balcı olmuştu.
Komşuları Veli, at arabasının koşumlarını hazırlamakla meşgulken, her zaman olduğu gibi, dudağındaki ıslıkla yine yarım kalmış bir sevdanın hüzünlü türküsünü söylüyordu.
İdris, annesinin gözü gibi baktığı güllerden tarafa yürüdü. Annesinin adı aslında sadece Fatma’ydı. Fakat kadının güllere olan sevgisi, güller ile konuşması onları okşaması hatta öpmesi, adını Gülfatma’ya çıkarmıştı. Annesinin en sevdiği gül ise, kızıl kadife renkli, hafif ama çok hoş kokulu olan yediveren gül çeşidiydi. Balcı’nın yaban güllerini aşılama gibi bir mahareti vardı ve eşi Fatma’ya sevgisini ilk belirttiği gün bu gülden göndermişti. O gün bu gündür ailenin ve sevgilerinin timsali olan bu kızıl gül çeşidi bahçelerinden hiçbir zaman eksik olmamıştı.
Güneydeki komşularının bahçesi ile Balcı’nın bahçesini, doğu batı yönünde bir şerit gibi uzanan güllerden oluşmuş bu çit ayırıyordu. En göze çarpan kısım ise, sarı güller ile beyaz güller arasına ekilmiş bu kızıl güllerdi. İdris kızıl güllerin yanına vardığında hafif ama nefis kokuyla duraksadı. Yükselen güneşin ışıkları altında sonbaharın kızıl gülleri kan rengine bürünmüşlerdi. Rüzgâr, sanki o gizemli kokuyu götürmeye, dağıtmaya kıyamıyormuş gibi susmuştu. İdris gülleri seyre dalmışken, komşusu Veli atların boyunlarına hamutlarını geçirmekle meşguldü ve dudaklarında yine o türkünün hüzünlü ıslığı vardı.
İdris kızıl güllerin yakıcı güzelliğini, türkünün hüzünlü ıslığını dinleyerek seyre dalmışken, bambaşka bir güzellik, kızıl güllerin üzerine düşüverdi: İri ve beyaz bir kelebek! Beyaz kelebek, gülden güle dolaşıp durdu. Zikzaklar çizererek, bir yükselip bir alçalarak kızıl güller arasında ve üzerinde dolaşıp durdu. Sanki üzerine konmaya kıyamıyor, ayrılmaya da gücü yetmiyor gibiydi, Kelebek konup konmamaya, konacaksa hangi güle konacağına kararsızdı. Kararsızlığı zikzaklarına o kadar yansımıştı ki... İdris içinden: ’’Kon be kelebeğim, kon be dedi. Söz olsun, hangi gülün dalına konarsan, o gülün dalından keseceğim bir gülü, sevebileceğim kıza göndereceğim. Kon be beyaz kelebeğim, kon be!’’ Beyaz kelebek dakikalarca kararsız kaldı. Konmadı, belki de konamadı, belki de güle konmaya kıyamadı. Ne kelebek kızıl güllerden birine konabildi, ne de kızıl güllerin üzerinden ayrılabildi. İdris’i kelebek ve gül dünyasından annesinin sesi ayırdı:
-İdris, haydi gidiyoruz. Araba hazır!
İdris kızıl güllerin yanında ayrılırken iki defa daha dönüp geriye doğru baktı. Beyaz kelebek hâlâ kızıl güllerin üzerinde uçuşuyordu. Arabaya binerken idris içinden ’’-Konmadın be kelebeğim, konamadın. Bahtıma verilecek gülü işaret etmedin beyaz kelebeğim...’’ diyerek gizli bir hüzün duydu.
İki saatlik bir at arabası yolculuğundan sonra, Ergene Nehri’nin yamacına kurulmuş Narlıköy’e vardılar. Köyün tamamı, daha sonra gelip köye yerleştirilen birkaç muhacir ailenin dışında, Balkan Harbi Dönemi ve öncesinde gelmiş Pomaklar’dı. Düğün evi köyün ortasında ince bir akarsuyun kenarında kuzeye doğru uzanan, köylülerin kruşa çalılıkları dediği fundalık bir arazinin hemen kenarındaydı. Evin önündeki geniş meydanlıkta, üç ayrı bölümde tahta sandalyeler dizilmiş orta alan boş bırakılmıştı. Hummalı bir faaliyet göze çarpıyordu.
-Esas düğün akşama başlar diyen Hatice, kocası Veli, İdris ve annesini alarak düğün evi sahibine: ’’Hayırlı olsun! ’’ dedikten sonra babasıgile götürüp misafir etti. Güler yüzlü ve hoş sohbet bir babası vardı. Balcı’yı o da tanıyordu. Bir ara İdris’e takıldı:
-İdris, sen de baban gibi cümle mahlukatla dost musun? Bal arıları seni sokmuyor mu?
İdris, mahcup bir tavırla başını öne eğdi:
-Yok emmi... Bal arısı da, eşek arısı da sokuyor beni! Arılar sadece babamı sokmuyor.
Akşama doğru, düğün evine gittiler, meydan kalabalıklaşmış, çalgıcılar aralıklı olarak müziğe başlamışlardı. Küçük çocuklar durmadan ortalığa yığılmış kocaman bir odun yığınının etrafında habire koşuşturup duruyorlardı.
Hatice:
-Gülfatma Abla, sen asıl ateş yandıktan sonra eğlenceyi gör! dedikten sonra İdris’e doğru döndü, Göreyim seni! diyerek gülümsedi.
Güneş battıktan sonra tahta sandalyeler tamamen doldu, bundan sonra gelenler sandalyelerin önünde yerlere oturmak zorunda kaldılar. Sadece erkeklerin oturduğu bir kısımda masalar da vardı. Düğün sahibi onlara yemek ve içki ikram etmeye başlamıştı, çalgıcıların müziğe tekrar başladıkları anda iki kişi ortadaki odun tepesini, alttan dört bir yandan tutuşturdular. Önce yoğun bir duman bulutu göğe yükseldi. Ardında alevler yanlardan odun kümbetinin tepesini yalamaya başladı. Hava kararmaya başlamış, alevler gittikçe büyüyor kıvılcımlar dumanla birlik göğe savrulmaya başlamışken, içki içen erkeklerin bulunduğu taraftan havaya tabanca ile ateş etmeye başlayanlar oldu.
İlk atışların ürpertisi kısa sürede yerini coşkulu bir eğlenceye bıraktı. Alevlerin boyu odun tepesini aşmaya başladığı anda delikanlılar ateşin etrafında dönerek oynamaya başladılar, yarım saat kadar oynayan delikanlılar meydandan çekildiğinde, alevler kudurmuş, odun öbeğini aşmış, müzik ritmini arttırmıştı, arada tek tük patlayan tabancalar da sustuğu anda genç kızlar meydana çıktılar. Kızlar daha kalabalıktı. Onların oynamaları delikanlıların tozu-dumanı birbirine katan oynamalarından çok daha fazla ilgi çekti. Pomak kızlarının güzelliği, alevin kızıllığında daha da belli oluyordu. O arada kadınların oturduğu bölümde iki genç kız, başka bir genç kızın bileklerine yapışmış, çekiştirerek adeta sürükleyerek zorla oyun alanına taşıdılar. Alevin sıcaklığını yüzünde hisseden, kendini onlarca genç kızın arasında bulan kızıl ipek elbiseli kız da, direnmenin boşuna olduğunu anladı. O da, yanındaki kızların omuzlarına kollarını bırakarak onlarla birlikte dönmeye başladığı anda, onlarca kadın ve erkeğin ağzından aynı sözcük döküldü:
-Feriko!
Bir anda nefesleri kesen Feriha, henüz on sekiz yaşında olan genç bir kızdı. Kimse genç kızın adını Feriha olarak telaffuz etmezdi. Herkes ona: ’’Feriko’’ derdi, hatta kendi anne ve babası bile. Feriha’nın annesi köye sonradan gelen muhacirlerdendi. Kızın, aslında ne annesine ne de babasına tam olarak benzediği söylenemezdi. O bambaşka bir güzelliğe sahipti. İdris büyülenmiş gibi Feriko’ya bakıyordu. Eşsiz bir yüzü, üzerinde kırmızı ipek bir elbisesi vardı. Vücudunun dolgunluğu, belinin inceliği pek çok erkeği nefessiz bırakmışken, İdris bakışlarını Feriha’nın bembeyaz yüzünden ayıramıyordu. Feriha’nın yüzünde oynaşan alevin kızıllığı, onun ateş topunun etrafından dönerek süzülüşü, içki içenlerin kadehlerini peş peşe yuvarlamalarına sebep olmuştu. İdris içinden: ’’İşte, peri kızı bu olmalı! ’’ diye düşünürken, gözleri kızın, kızıl ipekten elbisesine takıldı. Müzisyenler, müziği değiştirip gayda havasına çevirdikleri anda kızlardan birisi ve Feriha’nın elinde birer beyaz mendil belirdi. Gayda havası çok hareketli ve kıvrak bir oyun olduğundan diğer kızlar meydanı ikisine bıraktı. Elinde beyaz mendille Feriha’yı izleyen İdris’in aklına, gündüz kızıl güllere üzerinde uçuşan kelebek geldi. Kızıl güller Feriha’nın kızıl ipekle sarılmış bedenine, beyaz kelebek de Feriha’nın elindeki beyaz mendile denk düşmüştü. İdris, içini sinsi bir hüznün kaplamakta olduğunu hissediyordu. Bir şeyden emindi: Beyaz kelebeğin, o kızıl güllerin üzerine konduğunu görebilseydi, içindeki bu sinsi hüzün olamayacaktı. Aklından bu düşünce geçerken, gözlerini Feriha’dan ve kızın elindeki beyaz mendilden ayıramıyordu.
Feriha’yla karşılıklı gayda oynayan genç kızın niyeti, Feriha’yı herkesin gözü önünde küçük düşürmekti. Yarım saate yakın bir inatlaşmanın sonunda kız, elindeki mendili Feriha’nın ayaklarının dibine hırsla atıp, sanki ağlıyormuş gibi elleri ile yüzünü kapatarak kadınların arasına karıştı. Feriha yere atılan mendile içinden dua etti. Oyuna biraz daha devam etselerdi, düşen kendi mendili olacaktı yoksa. O da meydandan ayrılırken kadınların kendisine en yakın olan bölüme doğru yöneldi. Yanlarından geçerken, Hatice, nefes nefese kalan, baba tarafından uzaktan akrabalıkları olan Feriha’nın koluna yapıştı:
-Feriko, dedi çok yoruldun, gel beş dakika yanıma otur.
-Hatice Ablam! Hoş geldin diyerek gözlerini iri iri açan Feriha, Hatice’nin boynuna sarıldı. Hatice’nin yanındaki kız kalkarak sandalyesini Feriha’ya verdi. İdris ile Feriha’nın arasında sadece Hatice vardı. Hatice, Feriha ile bir iki hal hatır sormaktayken, İdris’in gözleri bir kaç kez Feriha’ya doğru kaydı. Ne kadar güzeldi... Hele billûr sesi... İdris’e, sanki Feriha daha önce tanıdığı birisine benziyormuş gibi geldi, sanki tanıdık bir simayı çağrıştırıyordu, ancak bir türlü kime benzettiğini bulamıyordu. Annesi Feriha’ya gelmesi için eliyle işaret edinceye kadar Feriha yanlarında oturdu. Birkaç kez Hatice’den tarafa bakar gibi yaparken, kısa aralıklarla Feriha’yı süzen İdris’in bakışları bir ara Feriha’nın gözlerini yakaladıysa da; kız, uzun kirpiklerinin sürmelediği gözlerini hemen kaçırdı. Sadece bir an için göz göze gelebildiler.
Ortadaki ateşin alevleri küçülüp, kızıl kor görüldükçe köylüler birkaç kez daha ateşin üzerine odun atarak alevleri tekrar tekrar yükselttiler. Feriha annesinin yanına gittikten sonra bir daha oynamaya kalkmadı, ortalıkta da görünmedi. İdris o güne kadar hiç bu kadar büyük bir ateş yakıldığını görmemişti. Gece yarısına kadar devam eden eğlencenin sonlarına doğru, kızlarla oğlanların karşılıklı oynadıkları anda da, Feriha yine ortalarda gözükmedi. Ertesi gün öğleye doğru komşu köyden gelin gelecekti. Sabahki gelin alayının gelişindeki eğlenceyi de kaçırmak istemeyenler, fazla uykusuz kalmamak için gece yarısından sonra, eğlencenin bitmesini beklemeden, evlerine dönmeye başladılar. Haticenin babası da, onlardan daha önce eve dönmüş, gaz ocağını yakmış hava pompalamakla meşgüldü. tepesinden mavi sarı alevler fışkıran gaz ocağının üzerine kocaman bir çaydanlık yerleştirdiğinde Gülfatma ile oğlu İdris, damadı Veli ve kızı Hatice kapıda belirdiler.
İdris, o gece altına serilen, temiz yün yatağa rağmen Feriha’yı düşünmekten ne bir türlü uyuyabildi, ne de Feriha’yı kime benzettiğini hatırlayabildi. Sabaha karşı biraz dalacak gibi olduysa da; elinde beyaz mendil, kızıl ipek elbisesi, alev ışığının yüzünde oynaştığı Feriha’nın hayali, kızıl güller üzerindeki iri beyaz kelebeğin görüntüsü ile birbirine karışarak aklına hücum etti, uyumasına izin vermedi. Kalbinin içinde bir umut, şimdiye kadar tatmadığı bir mutluluk, tarifsiz bir heyecanla bütünleşmişti. Yatağın içinde durmadan dönüp durdu. Ömrünün ilk uykusuz gecesinde, Feriha’yı düşünerek tan vaktine ulaştığında, ev sahipleri kadın, herkesten önce yatağından kalkmış, avludaki dışı çamur sıvanmış kümbet gibi fırını yakmış, Pomak’lara özgü nohut mayalı ekmeği fırına sürmüştü. Pişen nohut mayalı ekmeğin mis gibi kokusu mahalleyi sardığında güneş doğuyordu.
Düğün evine doğru giderlerken yol boyunca İdris’in aklında sadece Feriha vardı. Öğleye doğru gelin alayı ve çalgıcılar bir at üzerindeki gelinle birlikte köye döndüler. Damat gelini attan indirirken, annesi de köylülerin üzerine şeker dolu tepsiden avuç avuç şekerleri savurdu. çocuklar şekerleri kapışmak için bir biri ile yarıştılar. Çocukların gözü asıl damattaydı. Birden evi kapısı önünde kümeleştiler, kapıyı kapadılar. Damat cebinden bir avuç metal para çıkararak, geriye doğru savurdu. Sarı yirmi beş ve on kuruşları kapışmak için çocuklar hücuma geçti. İdris’in gözleri Feriha’yı boşuna arayıp durdu. Kızıl ipekten elbiseli, beyaz temiz yüzlü, uzun kirpikli, Feriha ortalıkta gözükmüyordu. İçinden: ’’Feriko... Ferikom! Herkes burada sen niye yoksun? ’’ diye geçirdi. İlk kez ’’Ferikom! ’’ demişti o da içinden.
O gün akşam üzeri kendi köylerine geri döndüler. İdris ilk iş kızıl güllerin olduğu tarafa yöneldi. Yediveren kızıl güller artık son goncalarını olgunlaştırmakla meşguldü. Beyaz kelebek ise ortalıkta görünmüyordu. ’’Kondu mu acaba? diye düşündü. Konduysa hangisine...’’ İdris ertesi günü bekleyemeden, bir saat sonra Veli’nin yanına gitti. Hatice Gelin, İdris’i görünce işi hemen anladı:
-Hayrola İdris! Bir şey mi oldu?
-Hatice Abla, ben... sesi titredi konuşamadı.
-Evet sen, ne oldu?
İdris:
-Feriko... Feriko... diyebildi.
Veli anlamamazlığa vurdu işi:
-Ee... Ne olmuş Feriko’ya?
İdris cevabı Hatice Geline verdi:
-Diyeceğim ki, Feriko’nun bir isteyeni, veya bir sevdiği var mı?
-Herkes ister istemesine de, gidip Feriko’ya talip olmaya kimse cesaret edemez. İdris, bak sana ne diyeceğim: Sen Vedat Emmi’mi tanımazsın. Çok sert birisidir. Muhacir karısını nasıl aldı biliyor musun? Bilme daha iyi. Bu iş çetin. Başına bela gelir!
-Ben onu sormuyorum abla, kızın bir sevdiği var mı?
-Duymadık, olsa duyardık. Ama ben senden yine de bu işten uzak durmanı isterim. Feriko gibi kırk tane kız var köyde. Balcının oğluna kim olsa kız verir. Buradaki kadınlar bile, annene kendi ağızları ile kızlarını teklif ediyorlar.
İdris duymak istediği cevabı almıştı: ’’Duymadık, olsa duyardık.’’ Gerisini merak ettiği de yoktu.
Bir hafta sonra Veli, annesinin hasta olduğu haberini hanımına getirdiğinde Hatice’ye yine köyün yolu göründü. İdris de Veli ile beraber gelmişti.
İdris:
-Abla dedi, bir hediye versem, Feriko’ya götürür müsün?
Kadın yanaşmadı. O an aklı annesinin hastalığındaydı. Bir hafta önce sapasağlam olan kadın nasıl olmuştu da birden hastalanmıştı? Onu düşünüyordu. İdris’in ısrarına rağmen kadının hediye işine yanaşmaya pek niyeti yoktu. Veli işe karıştı:
-Seni nasıl kaçırdığımı unuttun galiba? Bize de yardım eden olmamış mıydı? Ne olacak alt tarafı bir hediye, ya alır ya almaz. Kızan da vaziyeti anlasın yani, ona göre işine baksın!
Neden sonra kadın yumuşadı:
-Tamam dedi, ancak sadece hediyeni veririm, başka bir şeye karışmam!
Veli:
-Bu kadar işte... Zorla güzellik olmaz. Sen sadece İdris’in hediyesini götürüp kıza ver, gerisini kendileri bilir, sen de bir daha bu işe karışmazsın olur, biter! diyerek konuyu kapattı. Kadın da istemeye istemeye hediyeyi götürme işine razı oldu.
O gece İdris, hepsinin içinde Feriha olan çeşit çeşit rüyalar gördü. Bütün rüyalarında da Feriha’nın yüzünü bir türlü net olarak seçemedi. Sanki Feriha kendisi, yüzü ise hep başkalarına aitti. Sabaha ilk işi, kızıl güllerin bulunduğu tarafa yürümek oldu. Yüzlerce gül içerisinden Feriha’ya göndereceği gülü bir türlü seçemedi. mümkün olsa hepsini gönderebilsem diye düşünürken, aklına önce beyaz kelebek, ardından da ferihanın elindeki beyaz mendil geldi:
’’Tamam diye düşündü, gülü beyaz bir mendil içinde göndermeliyim.’’ Feriha’ya göndereceği gülü zor beğendi, ona layık gülü seçmek o kadar zordu ki...
Veli’nin ıslığını duyduğunda telaşlandı. Sonra gözüne en hoş görünen gülü üstte iki yaprak bırakarak, yaprakların dört parmak kadar altından kesti. Üzerindeki dikenlere baktı: Beş dikeni vardı. dikenleri başparmağı ile yana doğru bastırırak tatlı bir çıtırtı ile kırdı. Dikenlerinden ayıkladığı iki yapraklı kızıl gülü, beyaz ipek bir mendile sarıp velilerin evine geldiğinde, arabanın da hazırlanmış olduğunu gördü.
Pomak Gelin:
-Allah, sonunu hayra getirsin inşallah! diyerek aldığı gülü, bohçasına koyarken endişeliydi. Feriha’nın ne tepki vereceğini kestiremiyordu. ’’İnşallah Vedat Emmi’min bu işten haberi olmaz.’’ diye içinden geçiriyordu. Araba hareket ettiğinde artık ok yaydan çıkmıştı.
Feriha, düğün gecesinden bir hafta kadar sonra bir akşam üstü, Meşeli köyünden, hasta olan annesini ziyarete gelen Hatice’nin köye geldiğini kendi annesinden duydu. Annesi:
-Feriko, akşama Hatice’nin annesini yoklamaya gidelim, kadın hastaymış; Kızı ve damadı Meşeli’den gelmişler. Allah vere de kadının önemli bir şeyi olmasa bari. Akşama beraber gideriz, dedi. Akşamın alaca karanlığında hasta evine gittiklerinde, kadını yatağında oturmuş bir halde buldular. Görünüşte çok hasta birisine benzemiyordu. Feriha’nın annesi kadına:
-Geçmiş olsun! dedi. Sen sapasağlamdın, ne oldu ki sana böyle birden bire? diye sordu.
Hasta kadın:
-Ben de anlamadım be kardeş. Yer gök etrafımda pervane olup dönmeye başladı! Ben de anlamadım kardeş. İlk defa böyle oldum. Ne yürüyebildim, ne ayakta durabildim. Dünya alt üst oldu. Gök altıma indi yer üstüme çıktı sanki. Bu yaşa kadar geldim de bu güne kadar böyle bir şey görmedim! Bugün biraz, olsun iyiyim. İyicene geçmese de bari bugün bulantım yok hiç olmasa, gayret ediyorum işte... Ayağınıza sağlık, gece gece buraya kadar zahmet etmişsiniz.
-O nasıl söz? Komşu akraba böyle günler için lazım olur, o nasıl söz kardeş... Bir isteğin varsa sen bana onu söyle.
-Canınızın sağlığını isterim kardeş. Başka ne isteyebilirim ki? Allah kimsenin başına hastalık vermesin!
Annesi hastayla konuşurken Hatice:
-Feriko, gel biz misafirlere çay yapalım diye Feriha’yı mutfağa çağırdı. Bir iki hal hatır sorduktan sonra, hâlâ tereddütlü olan Hatice, Feriha’ya:
-Feriko, eğer aramızda kalacaksa, kimseye bir şey söylemeyeceğine dair yemin edersen, sana gizli bir şey demek istiyorum, yok başkasına söyleyeceksen, hele Vedat Emmi’min kulağına gidecekse, en iyisi mi ben o zaman ağzımı hiç açmayayım!
- O nasıl söz Hatice ablam? Ben senin sırrını kime söylerim, o nasıl söz?
-Benimle ilgili değil Feriko. Seninle ilgili! .
-Benimle mi ilgili? diyen Feriha şaşırmıştı. Ben ne yapmışım ki, ne duydun?
-Öyle değil Feriko, sana başka bir şey söyleyeceğim! Meraklanan Feriha:
-Söyle Hatice ablam, söyle benimle ilgili ne olmuş?
-Düğün gecesini hatırlıyor musun? Hani, benimle annesinin arasında bir delikanlı oturuyordu?
Feriha biraz düşününce düğün gecesinde yanlarında oturduğu, ortada yakılan ateşin kolundaki saatte ışıldadığı, ıskarpin ayakkabılı yakışıklı yabancı genci hatırladı. Heyecanla:
-Evet, hatırladım abla, ne olmuş?
-İşte o çocuğun adı: İdris.
-İdris mi?
-Evlerimizi bir duvar ayırıyor, köyde bize komşu.
-Size komşu mu?
-Babasına Balcı diyorlar sen de duymuşsundur, Hani bal arıları ve hiç bir böceğin ısrmadığı adam. Kovanlardan bal çıkaran adam, Balcı. İşte İdris o Balcı’nın oğlu!
-Balcı’nın oğlu mu?
-Şimdi bana söz ver! Annene bile söylemeyeceğine dair. Annene bile... İdris’le ilgili bir şey söyleyeceğim sana.
-İdris ile mi ilgili mi?
-Kız papağan gibi sözlerimi tekrarlayıp durma. Söz veriyor musun kimseye bir şey söylemeyeceğine dair! Sen bana onu söyle!
-Söz abla, kimseye bir şey söylemem.
-İdris seni seviyor. Sana bir hediye gönderdi!
-! ....
-Niye bir şey konuşmuyorsun, küçük dilini mi yuttun?
-Bilmem ki abla ben ne diyeyim.? Birden şaşırdım da...
-Sana hediyesini vereceğim, Kimseye bir şey söyleme! kabul edip etmemek sana kalmış. Bu gece iyice bir düşün. Yarına kadar bana bir cevap verirsin. İdris şimdi deli gibi yolumu gözlüyordur, senin vereceğin cevabı merak bekliyordur?
-Cevabı mı merakla bekliyor mudur?
-Kız sen yine papağan gibi oldun? Niye şaşırdın böyle. Biz çayları dağıtalım şimdi. Siz eve dönmeden önce hediyeni veririm.
Feriha, annesi ve babasından habersiz, koynuna soktuğu İdris’in hediyesinin sıcaklığını duyarak o gece evlerine döndü!
Annesi ve babası uyuduktan sonra odasında İdris’in hediyesini açtı. Beyaz bir mendile sarılmış, kızıl kadife bir güldü. ’’Beni sevmemiş olsaydı bu gülü gönderir miydi?’’ diye kendi kendine sordu. ’’Elbette göndermezdi, sevmese göndermezdi. İdris, adı İdris’miş. Feriko ve İdris... Peki ben İdris’e nasıl bir hediye göndermeliyim. Bu güne kadar hiç bir erkeğe hediye göndermedim ki bileyim! Kızlar oğlanlara nasıl bir hediye gönderirler acaba?’’ diye düşünürken İdris’in gönderdiği gülü kokladı. Bu güne kadar kokladığı hiç bir gülün kokusuna benzemiyordu. Çok derinden gelen hafif ve gizemli bir kokusu vardı. Kokusunu tam anlayabilmek için, üst üste bir kaç kez kendisini ister istemez derince koklattıran bir güldü. Gelen beyaz mendile baktı, baktığı anda da aklına kendince güzel bulduğu fikir geldi.Bu mendile bir gül motifi işleyerek İdris’e geri göndermeliydi. En uygun hediye buydu.
Nakış yumaklarının dizili olduğu kutudan, içlerinde gülün rengine yakın olan koyu kırmızı bir nakış yumağı çıkardı. Gülün dalı için kahverengi, yaprakları için de yeşil nakış yumağını seçti. Duvardaki gazyağı lambasını, sırtını dayadığı yastığın bir köşesine yerleştirdi. Yumaklardan ilk önce kırmızısını aldı. Gecenin geç saatlerinde beyaz mendilin bir köşesine koyu kırmızı bir gül, iki yeşil yaprak ve kahve rengi dalını işledi. Mendile nakışladığı gül ve yapraklarını kendisi de beğendi. Mendili yatacağı yastığın altına koyduktan sonra, duvara gömülü dolaptan Arzu ile Kamber kitabını çıkardı, gülü sayfaları arasına yerleştirip kitabı yerine koyduktan sonra lambanın şişesine üstten üfürerek söndürüp uyumaya çalıştı.
Koynunda sakladığı mendil ile ertesi gün öğleye doğru Hatice’nin yanına ulaştı. Mutfakta hiç bir şey demeden koynundaki mendili çıkarıp Hatice’ye uzattı. Hatice mendili alırken:
-Demek ki İdris’in hediyesini kabul ettin. Bir gecede mendili oyalayıp getirdin ha. Kız sen bu gece uyumadın mı yoksa? Sen de mi onu sevdin? İdris, şimdi nasıl sevinecek, kim bilir?
Feriha bir tek kelime etmeden başını öne eğdi. İçinde bir mutluluk, sebebini bilmediği bir hüzün, gülü kokladığı dün geceden beri durmadan sırayla yer değiştirip duruyordu. Sevinse mi üzülse mi bir türlü karar veremiyordu. Daha önce hiç böyle iki zıt duyguyu bir arada yaşamamıştı. Mendile kızıl gül nakışını işlediği geceden beri gönlünü hem tatlı, hem de acı his bir kemirip duruyordu. Gönül kurdu sözünü çok işitmişti, ne anlama geldiğini ancak şimdi anlıyordu. ’’Başına gelenler ne kadar da güzel tarif etmişler!’’ diye düşüne evine geri döndü.
İdris’in gönderdiği gülü, babasının kasabada pazarında seyyar kitapçılardan aldığı, bir sevda efsanesi olan Arzu ile Kamber kitabının arasında saklamıştı. Hikayeyi okuduğu zaman Arzu’nun Kamber’e olan sevdasını ispat ediş biçimine ürpermişti. İnsan sevdiğine hediye olsun diye, bir parmağını keser verir miydi hiç. Böyle sevda olur muydu? Evlerinde, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin... gibi pek çok halk hikayesi kitabı varken, neden İdris’in gönderdiği gülü, Arzu ile Kamber kitabının sayfaları arasında sakladığını bilemiyordu. O gülün saklanması gereken en güzel yer olarak nedense o kitabı düşünmüştü.
’’Keşke o düğün gecesi benimle bir kaç şey konuşsaydı, hiç olmazsa bir kez sesini duysaydım!’’ diye düşündü. İnsan ömründe sadece bir kez gördüğü sesini hiç duymadığı birini böyle sevebilir miydi? Ne kadar merak ediyordu İdris’i... Neydi gönlünün İdris’e doğru kaymasının sebebi? Diğer erkeklerin kendisini süzerken; bir kurdun kuzuya baktığı andaki, tedirginlik uyandıran vahşi gözlerinin yanında, İdris’in sevgi dolu gözleri, ne kadar da farklıydı. O gözler ki, o gece kendi gözlerini bir an için yakalamışken, kendisi gözlerini kaçırmış sadece kısa bir an için göz göze gelebilmişlerdi. ne olduysa, işe o an olmuş olmalı diye düşündü.
Kızındaki durgun hali fark eden annesi gece yatmadan önce odasına girdiğinde, Feriha’yı kendini yorganına sarmış yatağının içinde ellerini çenesinde hayal aleminde buldu. Kızının güneşi kıskandıracak kadar güzel yüzüne bakarken, doğduğu gün ebenin söyledikleri geldi aklına: ’’Anam ben yirmi yıllık ebeyim daha böyle bebek görmedim! Bebek değil mübarek, nur topunun ta kendisi, demişti.’’ Bebeği büyüdükçe ebe hanımın ne demek istediği daha iyi anlaşıldı. Daha üç aylıkken hafif pembemsi beyaz yüzü, kaşlarına ulaşabilen uzun kirpikleri ve tılsımlı gözleri ile görenleri kendine hayran bırakan bebeğini nazardan korumak için, beşiğine nazar boncuğu asarak ve yastığına muska dikerek büyütmüştü.
-Nur damlası! Ferikom, diye kızına seslenirken elleri saçlarını okşuyordu, Ne oldu sana böyle? diye sordu.
-Mayko...
-Söyle Ferikom, söyle nur damlası!
O güne kadar Feriha’nın annesinden gizlediği hiç bir davranışı olmamıştı. Gönlüne yerleşen yabancısı olduğu bu his, Hatice’ye verdiği sözü o an için unutturmuştu.
-Mayko ben İdris’i düşünüyorum! dedi. Babama söylemesin değil mi?
-İdris kim kız?
-Hani düğün gecesinde Hatice ablam ve annesi ile gelmişti ya. işte O. Balcı’nın oğlu.
Kızım ne gördün, ne konuştun ki onu düşünüyorsun.
-Biz hiç konuşmadık mayko. Biz hiç konuşmadık!
-Konuşmadan görüşmeden, nasıl düşünmek oluyormuş bu böyle.
-Bilmiyorum. Düşünüyorum işte. Annesi gülümsedi:
-Yoksa derdin bu muydu? Üzülme kızım, iki gün sonra unutursun! Merak etme ben de bir şey var sandım. Haydi iyi geceler, sen yat uyumana bak. Annesi gidecekken, Feriha annesine:
-Bana hediye göndermiş dedi, babama söylemezsin değil mi?
-Hediye mi göndermiş, ne hediyesi?
-Bir tane gül ile mendil. Beni seviyor mudur?
-Hediyeyi nasıl gönderdi kız, sana kim verdi?
-Hatice ablam getirdi. Ben de mendilini oyalayıp ona geri gönderdim. Babama söylemezsin değil mi?
-Baban bir duyarsa ikimizi de ne yapar biliyorsun değil mi? Başka kimseye söylememişsindir inşallah!
-Söylemedim mayko. Kimseye söylemedim. Tek sana söylüyorum.
-Sakın ola ki kimseye de bir şey söyleme, haydi nur damlası sen şimdi yat uyu.
Feriha üzerindeki yorganı aniden üzerinden atarak annesini yatağa yatırıp ’’Sen birtanesin mayko!’’ diyerek yanağından öptü: Kadın gülerek doğrulmaya çalışırken:
-Delinin tekisin sen! dedi. Feriha, annesine söyledikten sonra kendisini kuş gibi hafiflemiş hissederken; annesi de içindeki endişeyi belli etmemeye çalışarak Feriha’nın odasından dışarı çıktı.
İdris, gelecek haberi merakla bekledi. İki gün sonra akşam üzeri Veli ve hanımı döndüğünde, kadın, İdris’i daha uzaktan görür görmez el salladı. İdris arabaya doğru koşuşturdu. Veli dizginleri çekerek atları durdurduğunda, İdris atıldı:
-Ne oldu abla, hediyeyi verdin mi? diye sordu.
Hatice Gelin gülerek:
-Verdim dedi, hediyeni aldı.
İdris heyecanla:
-Ee.. ne dedi, bir şey söyledi mi?
-Hiç bir şey söylemedi, tek kelime bile etmedi! Mendilini sana geri gönderdi, al mendilini! diyerek İdris’e uzattı.
-! ...
-Aç da bir bak bakalım mendiline, ne göreceksin, öyle put gibi durmasana!
İdris gönderdiği mendilinin geri gelmesine bir anlam verememişti. Mendili açınca bir köşesine el ile işlenmiş iki yapraklı koyu kırmızı gülü görünce ne anlama geldiğini şaşkınlıkla düşünürken, Hatice
-Anlamadın mı gülünü aldı işte. Mendilini de oyalayıp sana hediye olarak geri gönderdi dedi.
İdris şaşkındı:
-Abla peki bir şey söylemedi mi? diye sordu.
-Daha ne söylesin, kız sana cevabını verdi işte! Git gerisini annen sana anlatsın! derken Veli de atları tekrar sürdü. İdris elindeki iki yapraklı kızıl gül işlemeli mendile baka baka önce annesinin yanına, sonra Velilere gitti. İçindeki sevinç ve merak duygusu dalga dalga büyüdükçe, sesli olarak:
-Ferikom... Ferikom! diyor, yerinde duramıyor, hiçbir yere sığamıyor, hiçbir yerde barınamıyordu.
İdris’in göğsüne sığmayan ilk günün sevinci, inanılmaz mutluluk haberi, birkaç gün içinde yerini, tarif edilmez bir üzüntü ve akıl almaz bir özleme bıraktı. Elindeki Feriko’nun mendili olmasa her şeyin bir rüya olduğuna inanacaktı. İki yeşil yaprak, kahverengi dal ve kızıl gül motifli bu mendil, ne kadar da değerliydi! Ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Pomak Gelin’in:
’’Bak kardeş, beni iyi dinle: Sakın ola ki bir yanlışlık yapmayasın. Eğer Feriko’ya kavuşmak istiyorsan sabırlı olacaksın. Bu işi zamanı geldiğinde baban en iyi şekilde halleder. Senin bir başına halledeceğin hiç bir şey yok. Kız seni sevdi. Kendini düşünmüyorsan Feriko’yu düşün. Kızın adı çıkmasın. Sakın kimseye bir şey söyleme, Babasının kulağına giderse senin işin yatar, ona göre. Sadece sabret ve zamanını bekle. Esas demek istediğim de şu: Sakın kimseye güvenip köye bir başına gitmeyesin! Hele Feriko için gittiğin duyulursa başına gelmeyen kalmaz. Ben kendi köyümü bilmez miyim? Çok iyidirler ama, iş Feriko olunca başına kuzgun gibi üşüşürler bilesin. Nişanlı olsan bir mesele kalmaz. Enişte diye bağrına basarlar seni, ama şimdi sakın ha! Annenle de konuştum. Benim artık yapabileceğim bir şey kalmadı. Bu iş neticelenmeden ben bile, Ya duyulursa! korkusundan köyüme gidemeyeceğim. Senin anlayacağın belalı bir iş. Başka kız olsaydı, kolaydı. Ama Feriko... Belalı iş!’’ şeklindeki uyarıları, duygularına, özlemine ve sabırsızlığına ters düşüyordu.
Annesi babası ile konuyu konuşmuş, babası da ’’Gidip bir soruşturayım hayırlı ise olur.’’ dese de, sanki işi yavaştan alıyormuş gibi geliyordu. Oysa İdris’in yerinde duracak hali yoktu. Bir kerecik görebilse, birkaç kelime konuşabilse, ellerini bir kez tutabilse yetecek sanıyordu, ama nasıl, nerede ve ne zaman?
İçinde kaynayan özlem kazanına, gözlerinin önünde eksilmeyen o melek simanın hasretine, gönlünü kemiren acıya; büyüklerin insanı çileden çıkaran sabırları ve öğütlerinin, şu anda çare olabildiği yoktu! Kısa vadede de bir çare olacak gibi de görünmüyordu. Ne halde olduğunu kimseye anlatamıyor, kimse de içinde yanan ateşi tahmin edemiyordu. Bir ağızdan sözleşmiş gibi hepsi de aynı şeyi tekrarlayıp duruyorlardı: Sabır, sabır, sabır...
Anlaşılan bu dönemde kimsenin bu konuda kendisine yardımcı olacağı yoktu. ’’İş başa düştü, kendi işini kendin halledeceksin!’’ dedi içinden. Aklına kasabanın pazarı geldi. Pazar kurulduğu her hafta kasabaya inecek, eğer şansı yaver gider de, Feriha köyden gelirse, buluşup gizlice konuşacaktı. En uygunu buydu. İki gün sonra kasabaya pazarın kurulacağı günü iple çekti.
Pazarda akşama kadar Feriha’yı boşuna aradı. Köylülerin, çok önemli bir sebep olmadan kızlarını pazara getirmediklerini biliyordu. Hatta bazı köylü kızlarının, kasabaya yılda ancak bir kez gelebildiklerini veya hiç gelemediklerini düşündü. Bir ara omzuna bir el dokunduğunu hissetti döndüğünde babasının samimi bir arkadaşı ile göz göze geldi. ’’Hasan emmi diyerek, elini öptü. ’’Berhudar ol, diyen Hasan Ağa, çok dalgınsın be oğlum, nedir bu halin? diye sordu. İdris başını öne eğerek ’’Hiç... dedi sadece.’’ Hasan Ağa, ’’Gel sana bir çay ısmarlayayım dedi. Anlaşılan senin bir derdin var, anlatırsın.’’
Kahvehanenin bir köşesine oturdular. Hasan Ağa’nın ısrarları İdris’in derdini dökmesine vesile oldu. Biraz düşünen Hasan Ağa:
’’- Oğul beni iyi dinle, dedi. Pomak Feriko’yu ben de duydum. Hatta görmüşlüğüm de vardır. Oğul, Pomak’lar biz Gacal’lara iyilikle kız vermezle bilmez misin? Hangi Gacal, Pomaklar’dan kız almışsa bil ki kaçırarak almıştır. Senin gönül verdiğin Feriko cümle alemin dilindedir. Kimler istemedi ki O ki kızı... Babasını da iyi tanırım. Yedi bela desem az gelir. Kırk bela Vedat bu. İşin zor. Âlem düşman kesilir sana. Babanla konuştun mu? O ne diyor bu işe.
’’Annem konuşmuş, bakarız demiş ama bir sonuç yok şimdilik.
Kahvehaneden çıktıktan sonra: ’’Babana selam söylersin.’’ diyen Hasan Ağa pazarın kalabalığına karıştı.
O hafta ve ondan sonraki hafta da, Feriha’yı bulabilmek için kasaba pazarına boşuna geldiğini anladı. Son çare Narlıköy’den bir kaç arkadaş edinmekti, onları ziyaret etmek bahanesi ile köye gidebilir, Feriha’yı görebilirdi, başka da bir yolu yoktu. İdris bu kararı verdiğinde hayatının en büyük hatasına doğru ilk adımını atmak üzere olduğunun farkında değildi.
Bir hafta içinde İdris, Narlıköy’den kendine iki arkadaş buldu. Komşuları Hatice Gelin’in uyarılarına uyamadı. Köye ilk gittiği gün yolu üç genç tarafından kesildi:
-Dur bakalım hele kopil! Nereye, kime gidiyorsun? diye sordular. Aslında Narlıköylüler, büyük değil de küçük çocuklara kopil diyorlardı.
-Arkadaşım var dedi İdris. Adı: Reşit.
-Ha... Ula bizim Bodur’u soruyor bu, dedi birisi sonra, İdris’e sordu: Evini biliyor musun?
-Hayır, bilmiyorum.
-Hoş geldin kardeş gel biz seni Bodur’a götürelim. Diyerek ellerini uzatarak teker teker tokalaştılar. Konuşa konuşa Reşit’in evine geldiklerinde biri dışardan seslendi:
-Bodur! neredesin bak sana arkadaşını getirdik.
Şansına Reşit evdeydi. Dışarı çıktı. İdris’e ’’Hoş geldin.’’ deyip tokalaştıktan sonra diğerlerine: ’’Buyurun siz de gelin.’’ dedi.
-Yok, bizim işimiz var diyen arkadaşları haydi bize eyvallah, siz keyfinize bakın diyerek çekip gittiler.
İdris bir hafta içinde iki sefer daha köye gitti. Beş altı kişi ile daha arkadaş oldu. Arkadaşları ile samimiyetini ilerletti. Öyle ki köyden birisi imiş gibi kendisine bir de isim taktılar: İdo... Narlıköylüler herkese ikinci bir isim takıyor ve genellikle kendi taktıkları ikinci isim ile hitap ediyorlardı. Birisine de bir isim takıldı mı, artık ömrünün sonuna kadar o isimle gidiyordu. Bir ay dolmadan İdris köyden birisi gibi olmuştu. Hiç kimse İdris ile takışmadı. Aksine her gelişinde değişik bir arkadaşı İdris’i evlerine götürüp misafir etti. Hatta bir keresinde misafir olduğu evde, önüne koydukları balı ’’Ye! ye... Babanın kendi balıymış gibi ye. Bu balı kovanlardan, senin baban kendi eliyle çıkarmıştı.’’ deyip gülüşmüşlerdi. Hiç kimsenin Feriha’dan bahsettiği olmamıştı. Ne kadar şanssızdı: Mevsim artık kışa dönmüş, bu arada hiç düğün de olmamıştı. Ona bu kadar yakınken bu kadar uzak olmak... İşte bu İdris’in dayanabileceği bir şey değildi bu. Feriha’nın bu gelişlerden haberi olmuş muydu acaba? Bundan da haberi yoktu. Bu köyde, bu insanların arasındaydı Ferikosu. Ama o göremiyor, soramıyordu bile. Oysa tanıştığı arkadaşlarından birisi kendi köylerine misafir olarak gelmiş, bir hafta içinde kendisine bir sevgili bulmuş, hatta kızla konuşmuştu bile.
Oğlu İdris’in Narlıköy’e sık sık gittiğini duyan Balcı’yı bir endişe almıştı. Narlıköylüleri çok iyi tanıyordu. Yıllardır içlerindeydi. Civardaki pek çok köyün insanlarını ismen bilirdi. Endişesi, o kadar misafirperver olan Pomaklar’ın kadınları veya kızlarına sataşıldığında, neler yapacaklarını çok iyi biliyor olmasından kaynaklanıyordu. Oğlunun şu dönemde oralarda görünmesi kendi işini de zora sokmuştu. Üstelik oğlu bunun farkında bile değildi. Komşuları Hatice Gelin, İdris’in defalarca köye gidişini duyduğunda, bir kez daha İdris’in yanında aldı soluğu.
-Ne yapıyorsun sen? diye çıkıştı. Nişanın olmadan köye gitme demedim mi sana? O kızı hiç düşünmüyor musun? Kızın seni sevdiğini, sana söyledik işte. Beklemesini bil. Ananın karnında nasıl dokuz ay nasıl durdun sen? Bir iki ay bu iş için sabret. Allah’ım bu çocuğun başına bir iş gelmese bari... İnşallah başına bir iş gelmez. İnşallah! Bir daha gitme, tövbe et, tövbe!...’’
İdris bir hafta kendi köyünden ayrılmadı. İçinden Hatice Gelin’e de, babasına da kızıyordu. Bir tek kendisini anlayan annesi vardı ancak onun da elinden kendisi gibi bir şey gelmiyordu. Babası gidip Feriha’nın babası ile kendisi konuşacağına, araya kimleri koyacağını, bulmakla meşgul oluyor, işi uzatıyordu. Ya onlar istemeden Feriha’yı başkası onlardan önce isterse, ya babası Feriko’sunu başkasına verirse? Aklına bu soru geldiği anda sonucu düşünüp dehşete kapılıyordu. Bir an önce kendisinin de bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. İş işten geçmeden bir şeyler yapmalıydı. Bir kez Feriko’su ile görüşüp, kendi ağzından, kendisini sevdiğini bir duyabilseydi, ellerini bir tutabilseydi... Cebinden Feriko’sunun mendilini çıkardı. İki yapraklı kızıl gül işlemeli mendil... Feriko’yu bu mendile nakış işlediği anda görebilmiş olmak için neler feda etmezdi. Kendi kendisine sesli olarak: ’’Ferikom, dedi, yarın, yarın sana geleceğim. Ferikom bekle beni, yarın...’’
Ertesi gün Narlıköy’de yeni tanıştığı arkadaşların en genci olan İsa ile buluştuğunda:
-Sana bir mektup vereceğim dedi. Bu mektubu Feriko’ya götürüp cevabını getirsen, beni bir iki dakika Feriko ile görüştürebilirsen, dile benden ne dilersen! İsa gençlerin arasına daha yeni katılmış henüz on yedisinde bir çocuktu, şaşırdı:
-Feriko Abla’ya mı? Abi ben korkarım yapamam! Ok yaydan çıkmıştı bir kez İdris ısrar etti:
-Korkma Feriko kimseye bir şey söylemez.
-Ya mektubu almazsa?
-Mektubu alır, kimseye de bir şey söylemez, merak etme. İki dakika beni Feriko ile görüştür, dile benden ne dilersen! Birden aklına kolundaki saati geldi: Bak bu saati görüyor musun söz veriyorum. Feriko’yla beni görüştür seni bundan sonra öz kardeşim olarak bilirim. Bu saati sana abilik hediyesi olarak vereceğim. Hem o da beni seviyor. Bu iyiliği yap bize.
İsa’nın gözleri saate takıldı. İdris bileğinden çıkardığı saati İsa’ya uzattı.
-Söz dedi, sana hediye edeceğim.
İsa saati elinde evirip çevirip sordu: On yedi rubis dedi, abi, on yedi rubis ne demek, burada öyle yazıyor?
-On yedi taşlı demek. Yani taşlı saat kolay bozulmaz. Söz, sana hediye edeceğim. Mektubu Feriko’ya götürecek misin?
Saat hediyesine rağmen İsa mektubu götürmeye pek hevesli görünmüyordu.
-Bir yamukluk olmasın sonra! Bana doğruyu söyle: Feriko Ablam da seni seviyor değil mi? Mektubu alır değil mi? Kimseye bir şey söylemez değil mi?
-Sen merak etme, kimseye bir şey söylemez. sen de kimseye söyleme!
-Peki ver mektubu!
-Ben seni burada beklerim, cevabını getirsin, olur mu?
İdris cebindeki mektubu İsa’ya teslim ederken içinden: ’’-Sana bir değil bin saat feda olsun. Canım da feda olsun Ferikom dedi, bu iş bu kadar kolay işte. Mektup Feriko’nun eline ulaştığında, onu görebileceğine kalben emindi.
İsa heyacanlı, pişman ve korkarak Feriko’nun evinin yolunu tuttu. Daha önce de bir kaç mektup ve hediye taşımıştı ancak hepsi de kendi köyü içindeki gençler arasında olmuştu, o zamanlar yaşı küçüktü. Yarı yolda Belalı Selahattin ile karşılaşınca, yüzü kıpkırmızı oldu. Selahattin köyün belalısıydı ve kimse onunla dalaşmak istemezdi. İsa’nın önünde durdu:
-Nereye gidiyorsun İso?
-Hiç, bir yere gittiğim yok! Belalı İso’nun sesindeki tedirginliğinden bir şeyler sakladığını hemen anladı. Sağ eli pantolounun cebinde görünce:
-Ne var cebinde, şeker mi saklıyorsun? Versene iki şeker!
-Şeker yok!
-Ne var peki, ne saklıyorsun sen cebinde?
-Bir şey sakladığım yok abi.
Belalı, İsa’nın koluna yapıştı. Elini cebine soktu, mektubu çıkarınca bir de öbür cebine baktı, şeker yoktu.
-Hani nerede şeker?
-Abi vallahi şeker yok.
-Ee.. bu mektubu kime götürüyorsun? Zarfın üzerinde hiçbir yazı yoktu.
-...
-Sen ne numara çeviriyorsun bakim, kime bu mektup? ... Bak mektubu açar okurum, sonra da seni sopalarım! kime bu mektup?
-Feriko Ablaya!
Belalı Feriko ismini duyunca duraksadı, İsa’nın kolunu bıraktı. Biraz düşündükten sonra soğuk bir sesle sordu:
-Niye aldın mektubu, peki?
-Feriko Abla da onu seviyormuş, onun için aldım.
-Kim gönderdi?
-İdris abi.
-İdo ha! .. Kendisi nerde şimdi?
-Mektubun cevabını bekliyor. Ver mektubu götüreyim. Belalı biraz düşündü:
-Yok, yok mektubu ben götürürüm, cevabını da kendim getiririm. Bak, ben gelinceye kadar sen burada bekle bir yere ayrılma, kimseye de bir şey söylersen; seninle külahları değişiriz ona göre. Bir yere ayrılma, anlaştık mı, tamam mı?
-Tamam abi bir yere ayrılmam.
Belalı Selahattin Ferikolara doğru gider gibi yaptı. İsa’nın kendisini göremeyeceği bir yere geldiğinde başka bir yöne saptı. İlk iş mektubu açtı, okudu. zarfın üzerinde hiçbir yazı yoktu ama mektup gerçekten Feriha’ya yazılmıştı, birkaç dakikalık da olsa görüşme dileğini ileten sade bir mektuptu.
Belalı İsa’ya görünmeden arka taraftan dolanarak aceleyle köydeki tek bakkal dükkanına gitti. Çizgili bir mektup kağıdı ve bir zarf alarak evine gitti. Kopya kalemini buldu, ucu körelmişti. Çakısı ile açtı kalemin ucunu sivriltti, dilinin ucuna değdirdi. Çizgili mektup kağıdına ilk harfi yazdığında mor boya ilk harfle kağıda yayıldı. Belalı mektuba kısa bir cevap yazdı. Zarfın içine koydu. Dili ile zarfın ağzını ıslatıp yapıştırırken annesi içeri girdi, şaşırdı:
-Kime o mektup Selo? diye sordu. Belalının annesi ile kaybedecek zamanı yoktu.
-Sevgilime, dedi. Feriko’ya! ... Annesi Feriko ismini duyunca, oğlunun doğruyu söylemediğini anlayıp kaba bir küfür savurdu:
-Feriko da sana kalmıştı! De get ordan, yeme annenin...
Belalı çabucak geldiği yoldan geri döndü. İsa bıraktığı yerde sıkıntıyla dönüp duruyordu. Mektubu İsa’ya verirken:
Çok zor oldu, dedi iyi ki sen gitmemişsin. Babası evdeymiş zor verdim mektubu. Feriko cevabını yazdı. Al götür İdo’ya ver. Mektubu Feriko’ya kendim götürdüm dersin. Sen beni hiç görmedin tamam mı? Sonra bakarsın İdo ödlek çıkar gelmez de Feriko boşu boşuna bekler. Sen beni hiç görmedin tamam mı? Feriko mektupta İdo’yu nereye çağırdıysa, kimseye görünmeden İdo’yu oraya götür. Sen de daha sonra kimseye bir şey söyleme!
İdris sabırsızlıkla gelecek cevabı bekliyordu. İsa’yı elinde mektupla görünce kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Hiçbir şey sormadan İsa’nın elindeki mektubu aldığı gibi açıp, heyecanla üst üste okudu:
-Tren yolunun oradaki kulübe, tren yolunun oradaki kulübe nerede? diye İsa’ya sordu. Mektupda İdris’e buluşma yeri belirtilmişti.
-Feriko Ablanın evi oraya yakın.
-Mektupta, köyün dışından dolanarak gelin diyor, kimse sizi görmesin diyor.
Koşar adımlarla kulübeye doğru yola çıktılar. Köyün dışından dolanarak kulübeye kadar gideceklerdi.
İsa daha mektubu İdris’ götürürken, Belalı köyün içine daldı, hemen dört arkadaş buldu. Sopalarını hazırlayarak tren yolu boyundan kısa yoldan kulübenin yanına ulaştılar. Önü yaban gülü çalıları ile kaplı bir tümseğin gerisine sinerek kulübeyi gözetlemeye başladılar. İçlerinde birisi:
-Sence gelir mi dersin? diye sordu.
-Seven adam dağları delermiş, kulübeye kadar mı gelemeyecek? Sen bana bu arada bir tütün sarsana, dedi Belalı. Arada bir çalılıkların arasından kafasını uzatıp gelen var mı yok mu diye kontrol ediyorlardı. Belalı sigarasının yarısındayken birisi heyacanla:
-Geliyor! dedi ve geri sindi. Diğerleri de kafasını uzatıp baktılar.
-İso! ... İso’yu ne yapacağız? diye sordu birisi.
-Korkuturuz, kimseye bir şey söylemez, dedi Belalı.
İdris, penceresiz ve kapısız sadece üstü örtük kulübede heyecanla Feriha’yı beklerken İsa’ya sordu:
-Hangi taraftan gelir? İsa gözleri önlerindeki tepeyi işaret etti. İşaret ettiği tepenin arkasında, köyden birkaç ev yarıya kadar, bir evin de üstten sadece bacası görünüyordu.
İdris: ’’-Ferikom dedi içinden, seni beklemek niçin her şeyden daha zor! ’’ Her dakikası bir yıl kadar uzayan zamanda, sabırsız ve heyacanla, gözlerini üzerinde Feriko’nun belireceğini sandığı tepenin üzerinde dolaştırırken; yanındaki İsa’nın, yüzününün bir anda renkten renge girdiğini, donup kaldığını göremedi!
Bir kişi kulübenin camsız penceresini tutarken, üç kişi kapıdan içeri dalarak ellerindeki meşe sopalarını kendi avuçlarına vura vura İdris’in etrafını çevirdiler. Belalı dudaklarını büzüp, sesini kız sesi gibi incelterek, alaylı bir şekilde:
’’-Canım sevgilim, köyün dışından dolanarak gel, kimse seni görmesin. Tren yolunun oradaki kulübede beni bekle.’’ diye İdris’e kendi yazdığı mektubu harfi harfine okuyup, aynı sözleri ikinci kez tekrarladığında; İdris içine düşürüldüğünü tuzağı anladı, ancak artık çok geçti. Feriha’yı da göremeyecek olmasının hayal kırıklığı, içine düştüğü tuzağın dehşeti ile birleşince, dili damağı bir anda kurudu. Dizlerininin bağının çözüldüğünü ayaklarının kendini taşıyamayacağını, aklının bir anda su gibi akıp boşaldığını hissetti. Arkadan ense kökü ve sağ kulağının arkasına inen meşe sopası darbelerine kadar ayakta kalabildi.
İdris’in düşmesinden sonra telaşla İdris’in ceplerini arayan Belalı, kendi yazdığı mektubu yeleğin iç cebinden çıkarıp aldı. Kendi pantolonun arka cebindeki, İdris’in, Feriko’ya yazdığı ancak Feriko’nun eline geçmeyen mektubun yanına sokuşturdu.
İsa iri iri açılmış gözleriyle, dehşetle İdris’in başına gelenlere tanık oldu. İdris’e kurulan tuzakta istemeyerek de olsa kendisinin de payı vardı.
-İso’yu da sopalayalım, aklı başına gelsin! sözleriyle irkildi.
-Ulan sen kendi köyündeki kıza... mu yapıyorsun? diye ikisi İsa’nın yakasına yapışıp tartaklamaya başlarken, Belalı İsa’yı korumak istiyormuş gibi araya girdi.
-Yapmayın arkadaşlar, o daha çocuk...
-Çocuksa çocukluğunu bilsin, daha bu yaşta... yapmak neymiş ona gösterim ben, diyerek sopasını havaya kaldırırken belalı sopayı havada yakalayıp bağırdı:
-Ulan İso’nın kılına zarar gelsin sizi İdo’dan daha beter yaparım., haberiniz olsun. Sonra İsa’nın koluna girerek kulübeden dışarı çıkarırken, İsa eşikten kafasını geri çevirip yerde yüzü koyun hareketsiz yatan İdris’e bakıp endişeyle sordu:
- Abi yoksa...
Belalı sözünü kesti:
-Sen kendin kurtulduğuna dua etsene. Bas evine git şimdi. Haydi, durma! Kimseye bir tek şey söylersen ondan beter olursun. Seni kurtardım işte daha ne istiyorsun? Ben olmasam seni de onun gibi yaparlardı. Sen bana dua et. Çek git evine! Sen hiçbir şey görmedin, duymadın tamam mı?
İsa ne yapacağını bilmez bir halde evlerinin yolunu tutarken sanki ayakları geri geri gidiyordu. Belalı arkadaşlarına:
-Haydi, kimse görmeden tüyelim, arazi olalım! dedi.
Tren yolunu takip ederek acele adımla köye doğru dönerlerken belalı son uyarısını yaptı.
-Hava kararmadan herkes evine gitsin. Muhtar veya âza kime bir şey sorarsa, biz bugün hiç bir birimizi görmedik, tamam mı? Sopalarımızı da çalıların içine artalım. İki üç gün sonra geri gelir alırız.
Ergene Nehri’ndeki balıkların, Şeytan Deresi çayını aldıktan sonra, her ne hikmetse boylarının ve lezzetinin değiştiğini bilen balık avcıları ve gümeciler, özellikle yayın balığı avlamak için şeytan deresi çayının ergene döküldüğü yerden itibaren avlanırlardı. O gün kafadar dört gümeci, Yaban ördeği ve kaz avlamak için kullandıkları gümelerinin bakımı için ovadayken akşama doğru da Ergene’den birkaç balık avlamış olarak evlerine dönmek niyeti ile balık avlıyorlardı. Öyle bir yayın balığı yakaladılar ki kendi gözlerine inanamadılar, balık yetişkin bir insan boyunun yarısından daha uzundu. Gözlerini balıktan ayırmayan birisi
-Mübarek, kuzu gibi! dedi. Diğeri atıldı:
-Ne kuzusu be... Tosuncuk bu tosuncuk!
-Ee. bu tosuncuğu nasıl yapacağız şimdi?
-Köye götürelim, Fiko’ya satalım. çok para verir! Baksana mübarek tosuncuk!
-Tosuncuk ki ne tosuncuk...
Balığı omuz seviyesine kadar kaldırmadan taşımak mümkün değildi, kuyruğu yerde sürünüyordu. İkişer ikişer sırayla parmaklarını balığın solungaçlarından sokup, omuz seviyesine kadar kaldırarak tosuncuğu taşımaya başladılar. Tren yolu kavşağın yanındaki kulübenin önünde sırayı değiştirirken, birisinin gözü kulübede yerde yatana takıldı:
-Kulübede uzanmış birisi var! dedi. Baksanıza kimmiş?
Tosuncuğu arkadaşlarının omuzuna bırakan ikisi beraberce içeri girip yerde yatana seslendiler, bir cevap alamayaınca da sırt üstü çevirip baktılar.
Biri dışarı seslendi:
-Dövüp atmışlar buraya, bizim köyden değil bu!
-Kim bu kızan be? diye birisi hayretle sordu.
Omuzunda balıkla kulübenin önüne gelenlerden birisi:
-Ula bu bizim Balcı’nın oğlu İdo... Kiminle, ne alıp veremediği olmuş ki kızanı kırmışlar böyle?
Omuz seviyesinde tutukları balığı yere indirip, onlar da İdris’in başına vardılar. Hava kararmaya başlamış kulübenin içi daha da karanlıktı. İdris’in patlayan üst dudağından sızan kan ağzında kurumaya başlamış, dudaklarını bir birine yapıştırmıştı.
-Kaldır ula şunun başını yerden, Kucağına çek oturt biraz.
-Gidelim muhtara haber verelim.
-Tosuncuk, o kalsın mı?
-Üçümüz gidelim, tosuncuğu da götürelim. Muhtar gelinceye kadar, Bekir, İdo’nun başında beklesin. Bakarsın garibi bir de yılan sokar sonra! .. Ula Beko, muhtar gelinceye kadar ayrılma başından.
Üç gümeci, balığı da alarak telaşlı adımlarla köye doğru seğirttiler, köyün girişinde bir tümseğin üzerinde tünemiş, dişleri bir birine vurarak ağlayan İsa ile karşılaşınca:
’’Buna ne olmuş böyle be ya? Kukumal kuşu gibi bu da buraya tünemiş. dedi birisi. Ne sordularsa, dişleri birbirine vuran İsa’dan bir cevap alamadılar. İkisi tosuncuğu taşırken biri de İsa’nın koluna girdi.
İsa’yı evine gönderdikten sonra, birisi muhtarın evine koşuşturdu. Kebapçı Fikret kokusunu almış gibi balığı karşıladı, yollarını kesti.
-Ula bu da ne, Nasıl yakaladınız?
-Ergene’den...
-Nereye götürüyorsunuz?
-Eve, sabah kasabaya götürüp satacağız.
-Ne kasabası be, bir de kasabaya kadar mı götüreceksiniz? Geçin arkaya yıkın kütüğün üzerine... Ben size yirmi lira veririm.
-Ne yirmi lirası Fiko, sen bunu aynalı sazan mı, yoksa zurna balığı mı sandın? Bu yayın be, yayın! Bıyıklarına baksana şunun, senin boyun kadar be... Tosuncuk be... Tosuncuk bu.
-Tamam otuz lira vereyim, getirin arkaya!
-Bizi tutma, zaten yorulduk otuz olmaz. elli lira isteriz. kasabaya götürsek daha fazla eder.
-Tamam, tamam. Size tam kırk lira vereyim. Haydi arkadaki kütüğün üzerine bırakıni diyerek balığa yürüdü.Aslında balığı yakalayanlar, iki üç misli daha fazla paraya satacaklarını biliyorlardı, ancak onların aklı İdo’da kalmıştı. Niçin dövülmüştü kim dövmüştü zihinleri onunla meşguldü. Şu anda Aşçı Fikret’le kaybedecekleri zamanları yoktu. Balığı, dükkanın arkasındaki geniş ceviz kütüğün üzerine bırakarak, dört adet kağıt on lirayı alıp çıktılar. Onlar gidince elindeki masatla satırı bilemeye başlayan Aşçı Fikret arkalarından: ’’Enayiler dedi, İki yüz liralık balığı kırk liraya sattılar bana, ben bunun parasını yanlarına birer duble rakı ile beş kişiden çıkarırım.’’
Balığı Aşçı Fikret’e kaptıran gümeciler; muhtarı, bir elinde pilli el feneri bir elinde sopası, geride dört beş kişi ile sinirli ve hızlı adımlarla kulübenin yolunu tutmuş görünce, hiçbir şey demeden onlarda peşlerine takıldılar. Kulübeye kadar muhtar tek bir kelime etmedi. Kulübeden içeri girince el fenerini İdris’in yüzüne tuttu, diğer elini boynuna görürdü. İdris Hâlâ baygındı. Bu haliyle yürüterek götüremezlerdi. El feneri iki kişinin yüzüne tutan muhtar:
’’Koşun dedi, Reco’ya söyleyin arabayı koşsun hemen buraya gelsin! Muhtar bu işin kimin yapmış olabileceğini tahmin ediyordu, sadece sebebi neydi ona kafa yoruyordu. Recebin arabayla gelmesi fazla uzun sürmedi. El birliğiyle İdris’i arabaya alırlarken muhtar bağırıyordu:
-Kafasına dikkat edin, çarpmasın. Boynuna dikkat edin, boynuna...
İdris’i önce muhtarın evine getirdiler, yatak serip yatırdılar. Muhtarın hanımı, kalaylı bakır bir leğen getirdi; yeni bir havlu çıkardı. Sobanın üzerindeki sıcak suyla ıslattığı havluyla İdris’in yüzü ve dudaklarındaki kurumuş kan lekelerini sildi. Muhtar, İdris’in kolundaki saat ve cebindeki kağıt paraları yerli yerinde görünce bu işin bir soygun olmadığı anladı. Kavgada bıçak kullanılmadığına şükretti. Recep’e: ’’Sen bir yere kaybolma, bakarsın doktora götürmek icap ederse...’’dedi. İdris’in ağzına su damlattılar. Yarım saat kadar sonra gözlerini açan İdris, üzerinde biriken bu tanımadığı yüzlere şaşkınlıkla baktı. Kafasını çevirmek istediğinde boynundaki ağrıdan çeviremedi. Sağ elini boynuna doğru götürmek istediğinde, bu seferde de omuzundaki ağrı izin vermeyince kolu yana düştü.
Neredeydi? Kimdi bu insanlar, Tanımadığı insanlardı. Karşısında elinde gaz lambası ile bekleyen kızı görünce aklına ilk gelen Feriha oldu. Feriha’yı düşününce gerisini hatırlamaya başladı. Düştüğü tuzağı hatırladı, Peki sonrasında ne olmuştu. Burası nereydi? Bir şey bilmiyordu. Elinde lamba ile bekleyen kız! ... Hayır Feriko’su değildi. Doğrulmak istedi. Her yerinin ağrıdığını hissetti, Kıpırdayamadı. Sadece gözlerini rahat hareket ettirebiliyordu.
Muhtar öğrenmek istedikleri için sabırsızdı, İdris’e sordu:
’’Kimdi seni dövenler, kimdi attı seni kulübeye tanıyor musun?’’
İdris ’’Hayır, tanımıyorum! ’’ demek istedi ancak konuşamadı. Kaşlarını kaldırarak ’’Hayır.’’ işareti yaptı. İdris konuşamayınca, Muhtar:
Reco’ya ’’Bunu kasabaya götürmemiz lazım dedi, doktorun göremesi gerekir.’’ diye karar verdi.
Kasabada Hükümet tabibini buldular. İdris’i muayene ederken doktor sordu:
-Ne oldu buna?
Muhtar:
-Gençleri bilirsin işte, kız davası, kavga etmişler.
Doktor, İdris’in tansiyonuna bakıp, vücudun herhangi bir yerinde bıçak yarası olmadığını görünce, fazla bir kan kaybı olmadığını anladı. Dudağı, kafası ve ensesindeki şişliğe pansuman yaparken:
-Hayati bir tehlikesi yok, ancak gene de rapor yazıp, jandarmaya haber vermem gerekiyor, demesi üzerine muhtar atıldı:
-Doktorum, rapor tutmaya ne gerek.. Şikayetçi yok ki rapor tutasın. Senin bize yapacağın iyilik: Kızan çok korkmuş, Sen şuna bir korku iğnesi yapta dili tutuk kalmasın!
Doktor, İdris’e sordu:
-Kimseden şikayetçi misin?
İdris yine kaşlarını yukarı kaldırarak ’’Hayır’’ işareti yapınca, Doktor ispirtolu ocağa enjektör kutusunu yerleştirip kaynayıncaya kadar muhtarla köydeki birkaç hastasının, hasıl olduklarını iyileşip iyileşmedikleri hakkında konuştu.
Doktor, İdris’e sakinleştirici bir iğne yaptıktan sonra, muhtar ayrılmadan önce:
-Pansuman ilaç için ne gerekiyorsa yaz biz alırız, diyerek doktordan reçete aldı. Eczaneden pansuman malzemeleri ve ilaçları alan muhtar Balcı’nın köyünün yolunu tuttu. Yarım saatten daha az zamanda Balcı’nın evine ulaştılar. Arabanın ışığı Balcı’nın evinin pencerelerine vurduğu anda, tedirgin bir bekleyiş içindeki Balcı ve hanımı beraberce dışarı fırladılar. Muhtar haber vermek ve onları sakinleştirmek için arabadan inerken geridekiler selendi:
-Ben gelmeden arabadan indirmeyin, Diyerek Balcı ve eşine doğru yürüdü.
Balcı ve hanımına kısaca durumu anlattı. İdris’i arabadan indirdikleri anda, baba sessiz gözyaşları ile cevap verirken, oğlunu o halde gören annesinin çığlıkları gecenin karanlığını yırttı.
Kendi köyüne dönünceye kadar kadının çığlıkları Muhtarın kulaklarından gitmedi. Gelirken bir ara sıkıntısından arabadayken celi cebindeki sert içimli sigarası paketine gitti. Dudağındaki sigarasını benzinli çakmağı ile yakmadan önce cep saatine baktı. Saat ona geliyordu.
Aşçı Fikret’in dükkanı dört masa ve bir ocaktan ibaretti. Bazan kasabadan getirdiği bazan da kendi kestiği kuzu etiyle genellikle akşamdan itibaren kömür ateşiyle kebap yapardı. Öyle bir koku yayılırdı ki cebinde parası olan bu kokuya aldığında dayanamaz, dükkanına damlardı. Arada bir, özellikle balık kızarttığı zamanlarda hatırlı müşterilerine birkaç kadeh rakı ikram ettiği de olurdu. O akşam aldığı yayın balığını hemen parçalara ayrırıp tuzlayıp tenekelere doldurdu. İki üç gün içinde bitireceğinden emindi. Gece saat dokuzdan sonra, Belalı gelip masaya kurulduğu zaman balığın yarıya yakın kısmını satmış, balığa verdiği paranın, iki katı kâra bile geçmişti.Belalı:
-Abim be, duydum ki bir Ergene kuzusu kesmişsin. Hele şundan bir parça da biz de nasiplensek nasıl olur? Şöyle yanında okkalı bir aslan sütü...
Aşçının da herkes gibi doğru dürüst bir iş yapmayan Belalı’nın parayı nereden bulduğuna aklı ermezdi. Bir keresinde çakırkeyf olduğu bir anda kendini tutamamış: ’’Ya Selo, senin bu değirmenin suyu nereden geliyor geliyor? ’’ diye sormuş, Belalı’dan: ’’Kafanı kullanacaksın, kafanı kullandın mı herkesin parası senin! ’’ cevabını almış, ne demek istediğini de pek anlayamamıştı.
Aşçı Fikret, Belalı’nın önüne bir tabak dolusu yayın balığı kızartması koydu. Yarısı dolu iri bir su bardağı rakıyı, Belalı daha masaya inmeden havada kaptı. Yanındaki sürahinin koluna yapışan Belalı, üstüne su dökerken rakının bardakta bulutlanması ile iyice keyiflendi. İçmeden önce derin bir nefesle kokladı: ’’Halis aslan sütü be... Halis aslan sütü bu! ’’ diyerek adeta kendinden geçercesine balığa hücüm etti. Arada bir rakıdan bir kaç yudum alıp tekrar balığa saldırırken o kadar kendinden geçmişti ki, hışımla içeri dalan muhtarın, ne gözlerindeki öfke kıvılcımlarını, ne de elindeki köylülerin ’’Zebella! ’’ adını taktıkları meşhur meşe sopasını görebildi.
Muhtarın alnına dürttüğü sopayla irkilerek kafasını kaldıran Belalı, gözlerinde şimşekler çakan siyah deri ceketli muhtarı bir anda görünce ağzındaki balık lokması ile kalakaldı. Muhtarın hiç sabrı yoktu:
’’Bu işi senin yaptığını biliyorum dedi, bana yanındakiler kimdi sen bana onu söyle? diyerek sopasını havaya kaldırdı. Belalı’dan çıt çıkmadı. Ağzı açık kalmış yanağındaki balık parçası ve iri iri açılmış gözleri ile muhtara bakıyordu, Muhtar bir kez daha bağırdı:
’’Arkadaşların kimdi? çabuk söyle! Belalı’dan yine bir ses çıkmayınca, sopa hışımla kafasına inerken, Belalı da aniden elini başına götürünce ilk darbe parmaklarına indi. Acıyla elini çekerken peş peşe kafasına inen meşe sopasına engel olamadı. Muhtar tekrar sordu:
-Kimlerle beraber yaptın bu işi? Belalı’dan yine çıt çıkmadı. Muhtarın kolu bir kaç kez daha kalkıp indi. Öfkesi geçmeyen muhtar, rakı kadehini yüzüne boşaltıp, önündeki yarısı boşalmış tabağı Belalı’nın yüzüne yapıştırdı:
’’Ye ulan ye! ... ye şimdi. Ben söyletmesem, Başcavuş söyletmesini bilir. O seni bülbül gibi konuşturmasını bilir nasıl olsa.Yarın seni jandarmalara teslim edeyim de, sen o zaman görürsün gününü!
Başçavuş lafını duyan Belalı’nı dili çözüldü:
-Kör mü? O da Feriko’ya dolanmasaydı!
Muhtar, Feriko ismini duyar duymaz duraksadı, sordu:
-Feriko’ya mı dolanmış?
-Niye dövdük sanıyorsun?
-Ulan bu köyün muhtarı sen misin, ben miyim? Yoksa sen namus bekçisi mi kesildin başımıza? Seni namussuz namus bekçisi seni... Feriko’nun anası babası yok mu, bu iş sana kadar mı kaldı ula...? Kimlerle yaptın peki?
-Yalnız başıma yaptım! Tek başıma...
Muhtar kavganın Feriko için olduğunu duyunca Belalı’yı daha fazla dövmekten vazgeçti. İçinden ’’Gidip diğerlerini bulup göstermelik bir iki sopa yapıştırayım.’’ diye geçiririp, öfkesi yatışmış olarak dışarı çıkmıştı ki, kendisine doğru gelen bekçinin sesiyle durdu:
-Muhtar bir dakika misafirin var! Muhtar yanına geldiklerinde, uzak köylerin birinden hatırı sayılır Necip Ağa’yı görünce:
-Oo... Necip Aga hoşgeldin! Buyur, hayrola?
-Bir saatten fazla oldu seni bekliyordum. Seninle mühim bir konuyu yalnız görüşmek istiyorum.
-Başım üstüne ağam, Buyur hele bir şeyler yiyelim diye koluna girerek aşçının dükkanına geri döndü. Donup kalmış gibi görünen Belalı’ı işaret ederek.
-Ula Fiko çıkar şunu dışarı. Bize de bir şeyler hazırla. Aşçı hemen koluna girip Belalı’yı dışarı attı. Çabucak masayı, etrafı silip süpürmeye başlarken, muhtar bekçiye ’’Götür, onu evine bırak! ’’ dedi. Necip Ağa, dışarı atılan Belalı’yı izledikten sonra soran gözlerle muhtara bakınca, muhtar:
-Yaramazlık yapmış biraz haşladım, dedi. Ee agam, görmeyeli sen nasılsın, senin maruzatın nedir?
Necip Ağa cevap vermeden cebinden sigara paketini çıkarıp, muhtara uzattı. Bir tane de kendisi yaktıktan sonra gözleriyle Aşçı Fikret’i işaret ederek:
-Dedim ya mühim bir mesele, yalnız konuşacağız.
Muhtar:
-Tamam, birazdan o çıkar, konuşuruz dedi.
Aşçı önlerine iki tabak kızarmış balık, ekmek ve bir sürahi dolusu su koyarak dükkanın kapısını kapatıp dışarı çıkınca Necip Ağa söze başladı:
-Muhtar geliş sebebim odur ki, bizim Balcı’yı tanırsın. Oğlu bu köyden bir kıza gönül vermiş. Kızın adı Feriha imiş. Bir düğünde görmüş beğenmiş. Dün Balcı bana kadar geldi, ricada bulundu. Kızı istemeye gelecekler ancak, Balcı’nın ricası odur ki damdan düşer gibi olmasın bu iş, kızın ailesi ile bir konuşalım, beraber gidelim bakalım, bir fikirlerini alalım, onların haberi de olsun. Allah’ın emri ile yarın bir gün kızı istemeye gelecekler. sebebini bilmiyorum ama Balcı da bu işi çok aceleye getiriyor. Benim de iki ayağımı bir pabuca soktu. Ne dersin? Kızın babasını nasıl bilirsin? Daha fazla geç olmadan gidip bir konuşalım. ’’Seni kırmazlar! ’’ diyerek beni gönderdi. Hayır işi bekletmeye gelmez, gitsek diyorum.
Necip Ağa konuşurken, Muhtar renkten renge giriyordu. Önündeki yiyeceğe ikisi de aç olduğu halde uzanamadılar. Muhtar, Necip Ağaye ne cevap vereceğini şaşırdı. Doğruyu anlatmaktan başka çaresi yoktu:
-Necip Aga emrin başım gözüm üzerine olsun, ama biraz önce buradan dışarı attığımız çocuğu ben niye dövdüm biliyor musun? Balcı’nın oğlu bu gün köye gelmiş, köyde Feriha dediğin kıza dolanacak olmuş. Köyün gençleri de onunla kavga etmişler, hatta bayağı benzetmişler diyeyim. Ben kendi elimle, Balcı’nın oğlunu önce doktora sonrada götürüp babasına teslim ettim. Çocuk şu an yorgan döşek evde yatıyor. Kızın babasına gelince: Çok sert birisi. Şimdi gitsek ikimizin de kalbini kırar. Hiç şüphem yok. Bence hiç gitmeyelim. Buyur yemeğimizi yiyelim bu gece bizde misafir kal. Sabaha istersen durumu bir kez daha düşünürüz.
-Düşünecek bir şey kalmamış muhtar! diyen Necip Ağa, Benim gitmem gereken yer, kızın evi değil şimdi! Ben Balcı’ya geçmiş olsuna gitmelim, hem de bu gece.
İdris bir hafta yataktan kalkamadı. İlk birkaç gün doğru dürüst bir şey yiyemedi, içemedi. Tek kelime konuşamadı. Öyle ki annesi ve babası korkudan nutkunun tutulduğuna hükmedip, nutku açılsın diye bir muska bile yazdırdılar. Annesi elinde kaşıkla bebek besler gibi oğlunun karnını doyurmak için çırpındı durdu. Oğlunun yanında ayrıldığı zamanlar dizlerine vura vura hep kendi kendine konuştu: ’’Benim başıma ineydi kızanım o değnekler, benim başıma... Nasıl üşüştüler bir başına kızanım? Kuzgunlara yem mi oldun? Sen sahipsiz miydin kızanım? Niçin dilin tutuldu? Hiç konuşamayacak mısın, dilin mi tutuldu yoksa dünyaya mı küstün ki hiç konuşmuyorsun kızanım? ’’ diyordu, kimbilir aynı cümleleri kaç kez tekrarlayıp duruyordu.
Balcı ise asıl dertlerinin bundan sonra başlayacağını düşünüyordu. Engin tecrübesine rağmen olayların bundan sonra nasıl bir gelişme göstereceğini kestiremiyordu. Oğlunun bir gün daha sabredemeyişi, işi daha başlamadan bitiş noktasına getirmişti ve bedelini bütün aile ödüyordu. Bir umut ışığı arıyordu, şimdi ise ne bir çıkış yolu görünüyordu, ne de tünelin ucunda bir umut ışığı... Oysa Necip Ağa’nın bu işi başaracağını düşünerek umutla müjdeli haberi beklerken; Oğlunun başına gelenlerle yıkılmış, ne yapacağını bilemez bir hale düşmüştü.
İdris kendisini toparlayıp biraz iyi hissettiği gün, o talihsiz geceden beri, suskun kalan lambalı radyonun düğmesini çevirdi. Bir dakika kadar lambaların ısınmasını bekledi. Yavaş yavaş hışırtının arasından gittikçe netleşen türkünün havasına dikkat kesildi Veli’nin hep ıslıkla söylediği halk türküsünün son kısmını dinleyebildi:
Türkü, İdris’in hislerine tercüman olmuştu. Türkü bitince radyoyu kapattıktan sonra, uzun süre türkünün: ’’Verin benim yarimi, Başkasını dilemem! ’’ kısmı zihninde dolandı, durdu. ’’-Ne kadar içten bir türkü, acaba bu türküyü yakan, benim kadar mı sevdi? ’’ diye düşündü. Peki ya Feriko? Onun için tuzağa düşürüldüğünden haberi olmuş muydu? Şu an ne yapıyordu? ’’-Hiç aklına geliyor muyum Feriko? Keşke kalbimdeki bu sevdanın yüceliğini bir bilsen Feriko! Düştüğüm tuzağa değil, başıma üşüşenlere değil, seni bir defa göremediğime yanarım! Razıyım Feriko: Başıma gelenin on kat beterine bile razıyım. Yeter ki seni bir defa göstersinler bana! ’’ diye içinden geçirdi.
Annesi yan odada hamur mayalamakla meşguldü. Bir ara radyonun sesini duyunca kocasının içeride olduğunu sanarak, hamuru yoğurma işini devam etti. İdris’in gözleri yanan sobanın üzerindeki çaydanlığa takıldı. Fokurdayarak kaynayan çaydanlığın ağzından telaşlı bir bir buhar yükseliyordu. Bir an için Feriha’nın elinde bir demlikle içeri süzüldüğünü çayı demlediğini hayal etti:
Üzerinde kızıl gül rengindeki ipek elbisesi vardı. Çayı demleyip demliği çaydanlığın üzerine koyduktan sonra başını İdris’den yana çevirip gülümsedi. Kaşlarına kadar uzanan uzun kirpiklerinin sürmelediği gözlerindeki pırıltı ile ve gözlerinin içi gülerek İdris’e baktı. Feriha’nın gözlerinden süzülen ışığın, bir anda içine bütün kalbine dolduğunu hisseden İdris, ömründe görmediği bu bembeyaz yüzdeki içten gülümseme, gözlerindeki parıltı ile bir kez daha büyülenirken; bu kez de Feriha’nın başındaki yüzlerce küçük boncuk işlemeli beyaz tülbentinin altından fışkıran ışıltılı saçlarına, o saçların çevrelediği, melek gibi simaya daha fazla dayanamayarak, özlem dolu bir sesle:
-Ferikom! diye seslendi. Feriha yüzündeki tatlı ifadeyele: ’’- Ne diyorsun? ’’ der gibi başını sallayınca, İdris gözlerini Feriha’nın hayalinden ayıramadan konuştu:
-Ferikom, Canımın ta kendisi Ferikom! Ateşler içinde yanan başımı bilir misin Ferikom? Ya içindeki sönmez ateş... Bilir misin Ferikom? Senin düğün gecesi etrafında döndüğün o ateşten daha büyük bir ateşin, şimdi benim içimde yandığını bilir misin? Bu kadar ateş benim içime nasıl sığdı, ben bu ateşe ne kadar dayanabilirim? Ya bu ateş, benim değil de; senin içinde olsaydı sen ne yapardın? Hayır, hayır! İyi ki bu ateş benim içimde. Sen dayanamazdın Ferikom! ... İyi ki bu ateş benim içimde. Ölene dek senin için bu ateşi içimde taşırım Ferikom, ölene dek! ... Saçların... Ne kadar parlak... Yüzün bu kadar beyazken kaşların, kirpiklerin nasıl bu kadar siyah? Saçların Feriko... Saçlarının her bir teline ayrı ayrı kurban olduğum Feriko! ...
Annesi, oğlunun sesini daha ilk ’’-Ferikom! ’’ dediği anda duymuş: ’’-İdris mi konuştu? ’’ diye merakla ellerinin hamuruyla kapıya koşmuştu. Konuşan gerçekten İdris’ti, Feriha’nın hayali ile kendi kendine, o kadar içten konuşuyordu ki, kadın oğlunun dilinin çözüldüğüne sevinemedi; aksine İdris konuştukça, kalbi sızlayan annenin hamurlu elleriyle silemediği, yağmur gibi gözyaşları yanaklarından süzülüyordu
İdris’in Feriha’nın hayali ile konuştuğu, annesinin gözyaşlarını tutamadığı gün, akşam üzeri hafiften başlayan tipi, şiddetini artıtırak bütün gece devam etti, diz boyuna kadar yeri tutan kar; köyü, ova ve tepeleri bembeyaz bir çarşaf gibi kapladı. Ağaçlar bile bembeyaz kesildi. o güne kadar mevsimine göre güzel giden havalara aldanan kızıl güllerin henüz açılmamış tomurcukları da bir gecede kar altında kaldı. Balcı o gün öğleye doğru elinde kürekle kapı önüdeki karları temizledikten sonra, evin önünden bahçe kapısına kadar bir yol açtıysa da akşam üstü başlayan kuru rüzgar ve ayaz gece balcının açtığı yolu kar süprüntüsü ile tekrar kapadı, dümdüz etti.
Büyük karın yağdığı gün, öğleye doğru, karlara bata çıka komşuları veli, hanımıyla birlikte Balcı’nın evine geldi. Pomak Gelin, olayda kendisine de suç payı çıkarmış çok üzgündü. Aslında olaydan sonra işin sarpa sardığına daha çok üzülüyordu. Köyleri bir anda esir alan kar örtüsüne bakıp, aslında İdris açısından bir taraftan da sevinmişti. On beş günden önce bu kar yerden kalkamazdı. Bir de bu kar kalkmadan üzerine bir kez daha, böyle bir kar yağacak olsa, kimse köyden dışarıya adımını atamazdı. Bu da İdris’in bir ay daha köyden dışarı çıkamaması demekti. Belki de bu zaman zarfında ortalık biraz yatışır diye umuyordu. Gülfatma komşularına çayla birlikte ekmek, peynir ve zeytin ikram etti. İdris her ne kadar soran gözlerle Pomak Gelin’in gözlerinin içine baktıysa da, kadın, Feriha hakkında bir tek kelime dahi konuşmak istemedi, bir kaç saat oturduktan sonra izin isteyip kocasıyla birlikte evlerine geri döndü.
Ertesi gün masmavi bir gökyüzünde, parlak bir güneş karları selamlasa da, bu kısa kış günlerinde, her yeri kaplayan bu beyaz çarşafın üzerinden bir parmak bile kar eritemeden, erkenden akşama ulaştı. Üşüyen yıldızların titrek ışıklarına, gece yarısı doğan son dördün ay eşlik etti. İdris pencereden ay ışığı düşen karların beyazlığında Feriha’nın yüzünü bir kez daha gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. Ne kadar tuhaf bir şeydi. Bazan hatırlamak istedikçe sis perdesine gömülen Feriha’nın yüzü, kimi zaman sanki kendisine acıyormuş gibi bütün güzelliğiyle; İdris’in gözlerine perdeleniyordu.
Son dördündeki Ay’ın ışığı, donuk kar kristallerinin üzerinde bir şerit gibi, parlak beyaz bir yolla İdris’e ulaşıyordu. İdris kar üzerinde yansıyan ay ışığı yolunda bu parlak ışıltıların en çok belirginleştiği yere, yolun ortasından gözlerini ayıramadı, içinden: ’’Ne kadar da güzel’’ dediği anda; o ışıltının içinden titreşerek, netleşip billûrlaşan Feriha’nın yüzünün doğduğunu hayretle gördü, Gözlerine inanamadı! Feriha bütün güzelliği ile İdris’e gülümsedikten sonra yüzünü biçimleyen billûrlar; yavaşça çözülüp, Feriha’nın yüzünü sisleyerek uzaklaştırarak yeniden doğdukları yere indirdiler. İdris’in bir kez olsun doya doya seyredemediği, hasret kaldığı o eşsiz sima, doğduğu yerden karların içine süzülerek gözden kayboldu. O anda İdris’in dudaklarından, endişeyle:
’’Bana ne oluyor böyle?’’ kelimeleri döküldü. Kendisini asıl dehşete düşüren şey ise: ’’Peki ben şimdi ne yapacağım? Bundan sonra, ben bundan sonra ne olacağım? ’’ sorularına bulamadığı cevaplardı.
Gece yarısından sonra başlayan karakış ayazı, bir gece öncesi yağan karı üstten üç dört parmak kadar dondurdu. Öyle ki günlerden sonra ilk kez dışarı çıkan İdris, evlerinin kuzeyine düşen, yazın beş dakika yürüyerek ulaşabildiği ormanlık alanın içindeki yakın vadiye; üzerine bastığı buzlanmış kar tabakasında yürüdükçe; kıra kıra, bata çıka yarım saati aşan bir zamanda ancak ulaşabildi.
Kimi yerde kenarlarından donmuş olan vadideki dere, kimi yerlerde ise üstten, boydan boya buz tabakası ile kaplanmıştı. Dere boyundan yamaçlara doğru ard arda boy veren meşe ağaçları, üzerindeki kurumuş yapraklarını tamamen dökmeden; bahara, yeni mevsimin taze yapraklara kadar ulaştırabilen cinstendi. Ağaçların, kurumuş yapakları ve dallarını kaplamış olan donuk kar, buzdan ağaçlarıyla, ormana bambaşka bir güzellik vermişti. İdris’in gözleri buzlanmış ağaçlar arasında güneşi aradı, sanki güneş de buzdan donuk bir küre gibi gökyüzünde asılı duruyordu. kuru kavurucu bir ayaz yamaçlardan aşağı vadi içine akıyordu. Yazın insanın tepesinde kaynayan o güneş nereye gitmişti? sanki o yaz güneşi habersiz içine süzülmüş, erimiş sel gibi kalbine akıyormuş gibi geldi.
Keskin ayaza rağmen içindeki bu alev de neydi? Bazan ateşe atılan tuzun çatırtısına benzettiği içindeki bu ateşin yakıcılığı, ne zaman ve nasıl sönecekti, neyle sönecekti? İşte bu sorunun cevabını bilemiyordu. Elini derenin suyuna daldırdı. Buz gibi akan su... Bu su içindeki alevi söndürebilir miydi? Dere kenarından bir buz parçası aldı eline, elinde tuttukça eriyen buzdan süzülen damlalara baktı ’’Peki ya bu buz? Bu buz içimde deli ateşin alevlerini söndürebilir mi?’’ diye sordu kendine, cevabını kendine yine sesli verdi.:
’’Buzu da yakar bu ateş dedi, hem de karakış ortasında, zemheride buzu da yakar.’’ Eve geri dönerken, gözleriyle görebildiği uzakları taradı. Köyün sırtını dayadığı orman, ova ve görünen bütün karşı tepelikler bir gecede beyaz örtüye teslim olmuştu. ’’Ferikom ne yapıyordur şimdi, Dört bir tarafı esir alan bu örtü Ergene vadisine ulaştı mı acaba? Şimdi ne ben yanına gelebiliyorum, ne de sana bir haber ulaştırabiliyorum! ’’ diye düşüne düşüne geldiği yoldan geri dönerken, her şeyden çok istediği şey: Feriha’ya, iki dünya bir araya gelse, O’ndan asla vazgeçemeyeceği kararını ulaştırabilme arzusuydu. Sabırsızlığını, feleğin pençesindeki umutsuz çırpınışını, içine düştüğü özlemi bir ulaştırabilse... O beyaz meleğe, bir ulaştırabilse!
Eve döndüğünde, annesi oğlunun çok üşüdüğü endişesiyle yanmakta olan sobanın içine bir kaç parça daha meşe odunu attıktan sonra yemek hazırlamak üzere yan tarafa mutfağa geçti. İdris’in aklına tuzağa düşürüldüğü kulübede, Feriha’nın gelmeyeceğini anladığı anda, bir şeylerin içinde nasıl eridiği ve erirken kalbinin derinden sızladığı an o geldi. Ne kadar da kolayca tuzağa düşürülmüştü. ’’Aşkın gözü kördür! ’’ diyenler aslında eksik bile söylemişlerdi. Aşk sadece insanın gözünü kör etmekle kalmıyor, aklını da başından alıyordu! Annesinin, küçük bir çocukken yine böyle kış mevsiminde uzun gecelerde anlattığı, zevkle dinlediği masallardaki Zümrüdüanka Kuşu... o sevenleri sırtına alarak kanatları ile Kaf Dağ’ını aşırıp sevenleri kavuşturan Anka Kuşu... Hayatın masallardaki gibi olmasını o kadar istedi ki... Hayatın acımasız yüzüne, bu güne kadar hiç bu kadar acı bir biçimde tanık olmamıştı. ’’-Masallardaki Anka’m vuruldu! dedi. Hem de ince ince bir yağmurun atıştırdığı o akşam.’’
Ferihanın, düğün gecesi, yüzüne akseden alevin ışığı, kızıl güle benzeyan ipek elbisesi ve bir anlık bakışı ile, farkında olmadan gönlüne düşürdüğü ve günden güne büyüyen tılsımlı ateşte, gönlü çaresizce çırpınıp duruyordu. Şimdi de kendisini, yine masallarda anlatılan Fizan çöllerine düşmüş gibi hissediyor, gül aşkı ile yanıp tutuşan bülbülün kendisine ne kadar yakın olduğunu düşünüyordu.
Daha başlangıcında ayrılığın pençesine düşen sevdalar... Hepsi birer efsane olmuyor muydu? . Kızıl gülden ayrı olmak, ne dayanılmaz acıydı. Teselli veren tek şey; Feriha’nın gönderdiği gül oyalı mendildi ve içinde bulunduğu hasret şartlarında sahip olduğu en değerli hazinesiydi. Bu mendil için Feriha’ya ne kadar minnettarlık duysa azdı. Yaşadıklarının bir rüya olmadığının değer biçilemez bir kanıtıydı bu mendil. Dudaklarının mendilin köşesine işlenmiş, iki yeşil yapraklı kızıl gülle kaç kez buluştuğunu sayabilmesi mümkün değildi... Ve efsaneleşen sevdaların değişmeyen yıldırımı: Hasret! ... Seven kalplerin içine düşen o insafsız yıldırım da neyin nesiydi böyle.
İdris’in Feriha’yla buluşmak için köye geldiğini, yazdığı mektubun Feriha’nın eline geçmeden, İdris’i nasıl hallettiklerini, Belalı kimseye anlatamazken, Feriha’a için yanıp tutuşanlardan azanın oğlu yaptıklarını ballandıra ballandıra annesine anlattı. Babasının elini çabuk tutmasını, bir an önce Feriha’yı istemeleri için annesini ikna etmeye çalıştı. Aza, Balcı’nın oğlu karşısında kendi oğlunun bir şansı olamayacağını düşünerek, köy kahvesinde Feriha’nın babasına, durumu çarpıtarak anlatıyordu:
-Gördün mü Vedat aga, gördün mü...! Seni sokak köpeği seni. Seni... seni. Sen kalk Meşeli’den gel Feriko’yu kaçırmak iste! ... Sanki Vedat aganın kızı da ona kalmıştı. Köyde delikanlıların köküne kıran mı girdi ula? Sen tut Vedat aganın kızını cümle aleme rezil-i rüsva eyle. Neymiş Feriko ona gönül vermişmiş! Neymiş efendime söyleyeyim: Feriko ondan bir haber bekliyormuş... Ya... Vedat Aga benim oğlan arkadaşları ile olmasalardı, belki de Feriko çoktan kaçmış olacaktı. Köyde delikanlı mı kalmadı? Aza konuşurken Vedat ağa’nın kan beynine sıçradı. Kendini güç tutuyordu. Öfkeyle bağırdı:
-Yeter be aza! Yeter be... Bende ne bu köye, ne de Balcı’nın oğluna verilecek kız yok! Sen de konuştuklarına dikkat et, azalığına mazalığına bakmam, koparırım boynunu şimdi. Yıkıl karşımdan! Yıkıl da ayaklarımın altına almayayım seni!
Aza, anında kahveden toz oldu. Kahvediler, Vedat Ağa’nın azaya bağırdığını duyunca merakla Vedat Ağa’dan tarafa dönüp azanın yok oluşunu izlerken, öfke saçan gözlerin kıvılcımlarından nasibini alıp korkuyla önlerine döndüler.
Vedat ağa eve döndüğünde daha bahçe kapısından içer girer girmez bağırdı:
-Ünzileee! Hangi cehenneme girdin Ünzile? Tez buraya gel! Kadın kocasının çok önemli bir şey olazsa böyle bağırmayacağını bildiğinden, korkuyla:
-Buradayım agam, buradayım! Ne oldu ki? diyerek koşuşturdu.
Vedat Ağa:
-Az daha elimden bir kaza çıkacaktı kahvede. Nedir bu azanın dedikleri? Feriko’yu az daha kaçıracaklarmış. Niye ben elden duyuyorum? Nerde Feriko?
-Nur damlası evde agam. Kim cesaret edebilir Feriko’yu kaçırmaya. Feriko’yu kaçırmak isteyen önce mezarını kazsın da ondan sonra böyle bir işe kalkışsın. Kim cesaret edebilir agam? Azanın yalanına mı kandın agam? Kim cesaret edebilir, hele anlat, ne söyledi aza? Vedat ağa sinirli sinirli azanın söylediklerini anlattı. Kadın:
-Bilmez misin, azanın oğlunun Feriko’mda gözü vardır. Kızın adını çıkartıp sonra oğluna almak için kendince bir dümen çeviriyor, anlasana. Kızın hiç bir şeyden haberi yok. Balcı’nın oğlu da kimmiş agam? İlk senden duyarım, Balcı’nın oğlu da kimmiş?
-Bilmem git konuş şununla... Kimmiş öğren bakalım, ne kaçmasıymış?
-Tamam ağam ben şimdi işin aslını öğrenirin Feriko’dan, şimdi öğrenirim.
Annesi, Feriko’nun yanına geldiğinde, Babasının İdris’e mendil gönderdiğini öğrendiğini sanan, elleriyle kulaklarını kapatarak bir köşede korkuyla titreşirken buldu Feriha’yı. Yanına gidip bileğinden tutarak ellerini kulaklarından ayırdı.
-Dinle beni dedi! Sen İdris’e mendil gönderdiğini kime söyledin?
-Babam biliyor mu? ... Yemin ederim kimseye söylemedim. Bir tek sana söyledim. Yemin ederim. Babam biliyor mu?
-Bilse herhalde kendisi yanına gelirdi! Bilmiyor.
-Sen de söylemedin değil mi?
-Söylemedim. Söylesem ikimizi de öldürür!
-İdris’i Hiç gördün mü, hiç konuştun mu, sana hiç haber gönderdi mi?
-Keşke bir kere görseydim, keşke bir kez konuşsaydım.
-Kız bu seni aldatıyor olmasın? İnsan sevdiği kızı hiç aramaz mı? Hiç olmazsa bir mektup veya bir haber göndermez mi?
-Göndermedi mayko... Göndermedi! Hiç bir haber gelmedi. Yoksa beni sevmiyor mu?
-Sevse ne yapar, ne eder bir haber veya bir mektup gönderir, veya bir buluşmak için bir yere çağırır! Bilmiyorum bu seni sevmiyor galiba. Sevse bir kez gelirdi hiç olmazsa. Hiç mi gelmedi hiç mi konuşmadı mı, hiç mi bir mektup göndermedi?
-Gelmedi, düğünde ilk gördüm, son gördüm. Feriha’nın yüzündeki hüzünlü ifadeden Feriha’nın henüz hiç bir şeyden haberi olmadığını anladı. Kızının fazla üzülmesini de istemedi.
-Belli olmaz nur damlası, belki de seviyordur. Kim bilir, belki de çok seviyordur. Diyerek Feriha’nın yanından rahatlamış olarak ayrıldı. Sabırsızlıkla bekleyen Vedat Ağa’ya:
-Feriko’mun hiç bir şeyden haberi yok. Azanın uydurmaları işte... Vedat ağa biraz sakinleşmiş olsa da henüz tam geçmemiş öfkesi ile kesin kararını bildirdi. Bahçe kapısını parmağı ile işaret ederek:
-Feriko şurdan dışarı adımını atmayacak bundan sonra tamam mı? Kimseyi de içeri almayacaksın, Anladın mı? Hiç kimseyi...
Aslında duydukları ve öğrendiklerinden sonra kocasının söyledikleri kendisinin de işine gelmişti, Memnuniyetle:
-Emrin olur! dedi. Doğrusunu sen bilirsin. Kızın hiçbir şeyden haberi yok ama senin dediğin gibi olsun. diyerek kocasının söylediklerinden dışarı çıkamayacaklarını belirtti.
İdris’in Feriha için köye geldiğini, tuzağa düşürüldüğünü, köyde Feriha’dan başka herkes duydu, Bir tek Feriha duyamadı. Babasının kararı ile artık duyması da mümkün değildi. Bir iki hafta sonra ani bastıran karakış ve yağan büyük kardan sonra Feriha’nın babası ve annesi rahat bir nefes alırken, Feriha çocukluğundan beri ilk kez bu kadar büyük bir karın yağışına sevinemedi. İdris’in daha önce köye gelişi ve başına gelenlerden habersiz olan Feriha, içinden defalarca: ’’Kar yolları kapadı İdris, kar yolları kapadı! Gelmek istesen bile nasıl gelirsin bilmem ki... Nasıl? ...’’ diyordu.
*****
Videolu Hikaye:
www.youtube.com/watch?v=lq5JA3AyiII