- 794 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Arif Efendi
Sabahın erken saatlerinde imamın sesiyle birlikte Arif efendi uyandı.
Saat henüz beş buçuk civarıydı. Yatağından kalkarken içinden, yine iki dakika geç kaldı hödük imam, Allah ne yapmaya, ne etmeye diye söylenip durdu.
Arif efendi çocukluğundan beri erkenden uyanır, camide namazını kılar, biraz yürüyüş yapardı boş sokaklarda.
Sabahın sokaklara çöken o derin sessizliğini severdi arif efendi.
Arkadaşlarına şöyle derdi hep; bakınız ağalar, efendiler, sabahları, bakınız bunun üzerinde durunuz.
Bazı zamanlar söylediklerini tekrarlardı. Karşındakinin sıkılıp sıkılmadığını düşünmez, sadece anlamadıklarını düşünür, bu yüzden anlattığı bir şeyi tekrar anlatırdı.
Baştan alırdı. Hiç sıkılmadan baştan sona kadar hepsini anlatırdı. Bakınız dedi tekrar ellerini havaya kaldırıp, sabahları, özellikle sabahları tanrıyı daha çok duyumsuyorum içimde. Nedendir bilmiyorum. Sabahları çok mutlu hissediyorum kendimi.
Caminin kahvesindeki insanlar, yaşlısı, genci, onun bu coşkulu konuşmalarına alışmışlardı. Yaşlılardan bir tanesi ayağa kalkıp; arif efendi, arif efendi, yapma, etme, hayal görüyorsun yine, demedi deme, hep boş lakırdı bunlar, biz camiye niçin geliyoruz, niçin namaz kılıyoruz, allahla buluşmak, onun huzurunda bulunmak için.
Kendimizi huzurlu hissediyoruz.
Sense tutturmuşsun sabahları daha çok duyumsuyorum içimde diyorsun. Demek ki sendeki inanç gidip geliyor arif efendi, bir doktora görünsen iyi edersin dedi ve hızla kahvenin kapısından çıkıp gitti.
Şimdi kahveye bir sessizlik çökmüştü. Herkes arif efendinin inançsız olduğuna hükmetmiş, bir anda bırakmışlardı onu.
Arif efendi oturduğu yerde kafasını bir sağa bir sola sinirli bir şekilde sallayıp durdu. Çayını içti. Şapkasını takıp kimseye bir şey söylemeden çıkıp gitti caminin kahvesinden.
Yolda yürürken kendi kendine, neden kızdı ki şimdi bu bana, ne dedim, sadece düşüncemi söyledim. Ama belki de haklıydı. Bir doktora görünmeliydim. Bunca yıl hep bu düşünceyle yaşadım, namazımı kıldım, orucumu tuttum, insanlığımı yaptım. Demek ki yetmiyormuş, ne oluyormuş dedi içinden, yetmiyormuş.
Hızlı adımlarla boş sokaklardan geçip gidiyordu, kimseye bakmıyordu ama herkes ona bakıyormuş gibi bir düşünce rahatsız ediyordu arif efendiyi, bakışlarını yere indiriyor, sağ elinde tuttuğu tespihi hızla çekiyordu.
Tam o sırada yanından bir araba hızla geçti, geçerken arabanın camından çıkan gençlerden biri Arif efendiye küfür etmiş, azarlamıştı. Hey moruk, kay kenara, yolun ortasından yürüyorsun, sakalına tüküreyim senin dedi ve son sürat yollarına devam ettiler.
Çocuk sakalına tüküreyim derken Arif efendi sakalını sanki sakalına bir ıslaklık gelmiş gibi sıvazlamıştı. Sonra da içinden o görüyor, o görüyor dedi. Yürümeye devam etti. Hızlı yürüyordu yine.
Gelen geçen insanlar umurunda değildi. Oturduğu ev bir sokağın başında tek katlı bir evdi. Kimseler gelip gitmezdi arif efendiye. Yıllardan beri tek başına yaşıyordu.
Çocukları yoktu, bir kadınla evlenmiş, delicesine aşık olmuştu kadına. Lakin sevdiği kadından ne bir çocuğu oldu, ne huzuru, hep mutsuz oldu hayatı boyunca. Ama ümidini yitirmedi, çalıştı, çabaladı. Madem hayat bana mutluluk vermiyor, o zaman mutsuzluğumda mutluluk aramaya gayret göstermeliyim dedi kendi kendine. Ve bu inanca sarıldı yıllar boyunca, evin kapısına geldiğinde elini cebine attı, anahtarı aradı. Üç tane anahtar vardı birbirine sarılmış, biri kömürlük, biri alt kilit, diğeri üst kilit içindi.
Kullanmazdı hepsini, hatta kilitlemezdi kapısını, kapatır çıkardı, kim gelirdi arif efendiye, kimseler gelmezdi. İki odalı bir evde kalıyordu. Ortada küçük bir hol, eve girdiğinizde direk olarak önünüze hol geliyordu, holü geçtikten sonra sağlı sollu iki kapı göze çarpıyordu. Birinde yatıyor, diğerinde oturma odası olarak kullanıyordu. Ceketini çıkardı. Tespihini masanın üzerine bıraktı. Koltuğuna oturdu. Şimdi kafasını kurcalayan bir tek şey vardı.
Neden kahvede öyle söylemişti arkadaşı. Gerçi herkesin söylediğiyle ilgilenmemeliydi ama, bu söylenen şey kafasında yıllardan beri cevapsız kalan bir soruydu, hep ertelemişti sormayı, yıllar hep böyle geçmişti. Bugüne bugün sormadım dedi kendime, tanrı var mı, yok mu, namazında niyazında olan bir insanım ben, kaya gibi inancı olmalı insanın, kaya gibi, bu tür şeylerle yıkılmamalı dedi.
Hızla ayağa kalktı. Odanın içinde bir ileri bir geri yürüyordu, yürümek iyi geliyordu. Yürürken düşünüyordu, haklılar, inançsız olduğumu düşünüyorlar, sanki kendilerinin inançları çok sağlam, sorsam birine, kimse bir şey diyemez. Öyle bakakalırlar. İnsanoğlu inanmak istediği için inanıyor, ben inkar etmedim ki hiçbir zaman, inanıyordum ve hep inandım. Sadece bazı anlar daha yakın hissediyorum kendime, bunu söylemek yanlış bir şey mi acaba.
Tekrar koltuğuna oturdu. Artık o camiye gitmeyeceğim dedi kendi kendine. Cahil insanlar, önyargılılar, bir şeyden anladıkları yok. Arif efendi, kızgın, bitkin bir şekilde kendini yatağa bıraktı, üstünü bile çıkarmadan öyle yatmıştı yatakta, saatlerce uyudu. Kalktığında öğlen olmuştu nerdeyse. Amma uyumuşum ya, yaşlanınca insan uykuya doymak bilmiyor, çocuk gibi, bebek gibi uyuyasın geliyor saatlerce, yatak ve ben, bütünleşiyoruz sanki.
Evet bütünleşmek dedi, bu güzel söz, neyle bütünleşmiyor ki insan, zamanla, eşle, çocukla, işle, her şey içine alıyor seni ve yavaş yavaş bütünleştiğin şey seni yok etmeye başlıyor zamanla.
Ne zalim tabiat, hey tanrım, sen sabır ver bana. La ilahe illallah dedi, ceketini giydi, doğru camiye gitti. İşte her şey orada, varlıkta yoklukta, kim ne derse desin, insanın inancı kaya gibi olmalı, kaya gibi, bunu söylerken yumruğunu göğsüne vuruyor, dişlerini sıkıyordu.
Caminin kapısından içeri girerken işte yine buradayım, beni kimse ayıramaz buradan, senden başka ulu tanrım, senden başka, köşede hutbenin kenarına oturdu. İki damla yaş geldi gözünden, duygulandı. Ağladı. Namaz bitmiş, cemaat çıkmaya hazırlanıyordu ki, Arif efendi tam caminin kapısında yere yıkıldı, çok çabuk kaldırıp oturttular, lakin oturduğu yerde kafası, elleri düşüyordu, gözleri bir başka bakıyordu. Herkes telaş içindeydi. Arif efendi ölmüştü.
Bizim arif efendi duygulu adamdı diye konuşmalar oluyordu kahvede, caminin kahvesinde, ne güzel, coşkulu konuşmaları, duygulu anlatımları vardı, lakin kimse umursamadı onu, ama öldüğü gün, cenazesi o kadar kalabalık oldu ki, bütün bir mahalle, sanki babasını kaybetmiş gibi onun cenazesinde toplanmışlardı. Herkes ağlıyordu cenazesinde, herkes kendi babasını kaybetmiş gibi birbirine sarılıyor, birbirinden teselli bekliyordu. Arif efendi, camiden çıktıktan iki dakika sonra ölmüştü. Son vazifesini yapmıştı.