- 1634 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
Denizdeki Kavun
Şu sıralar çözümlemesi oldukça zor olan felsefe kitaplarına merak salmış, insan ilişkileri, insan- doğa ilişkileri, insan -doğaüstü ilişkileri gibi, genellikle orta yaş belirti ve bulgularına erişmek adına, sırt çantamda Konfüçyüs’ ün özlü sözlerini desenleyen kitabı ya da Eflatun`un Sokrates`i ve sofilerinin söyleşilerini özenle, coşku ile anlattığı kitabı dönüşümlü, satır satır okuyor derin bir haz alıyordum çözümleyebildiğim oranda. Ara ara birkaç satır bir kaç paragraf geriye dönüp yeniden irdeleyerek, kimileyin kalemle altlarını çizerek, kimileyin kelime kelime işaretleyip üzerlerinde düşünüyor, aç insanın yemeden önce ciğerlerine çektiği taze sıcak ekmek kokusu kadar haz alıyordum cümlelerden ve tarihin derinliklerinde kaybolmuş bu değerli filozofların düşüncelerinden... İnsan seslerinden az da olsa uzaklaşmış, kuş sesleri, martı çığlıkları, küçük deniz çırpıntılarının nefis uyumunda durağanlaşmak, okumak ve öğrenmeye sevdalanmak...
Kimi minik bir çırpıntı dikkatimi dağıtıyor, arada bir gözümün üzerinde bir pırıltı titriyor, denize saldığım misinayı yokluyordum arada bir. Kendimi şekillendirip basit bahanelerim de olsun biçiminde belki bir gören soran olur diye salt kitap okuyan kibirli ukala bir tip olmadığımı, orada bulunuş sebeplerinden birinin de balık tutmak olduğunu kurgulamak ister gibi bir ruh halindeydim. Denize misina salmak belki de eğlentinin, dinlencenin bir parçası olabilirdi. Kimi bir ot balığıdır iğneye takılan, kimi küçük, gümüş isparozlar, kimi de minik karagöz oluyordu kısmetim. Özene bezene çıkarıp, salıyordum yaşadıkları yere, yeniden yeni bir yaşama, daha büyümeye, gerisin geriye, tuzlu suya.
Hasılı orada yalnızlığı, oradaki sesleri ve kokuları seviyordum. Geniş kenarlı bir bez şapka, sırtımda yeşili ve siyahı ağarık bozarık, kısa kollu çıplak bedene giydiğim pamuklu üstlük tuz ve ter lekelerinden kalıplaşmış, dizden kısa paçalı şort ile oranın bir parçası gibi hissediyordum kendimi. Yeniden kitaba dönüyordum ki, beyaz gri ayvazlar (martılara taktığım isim) cıyaklayıp bağırıp çığırıp uçuşuyorlardı tepemde, alıcı kuşlarım gibi. Sahil boyu insanlar karıncalar gibi görünüyorlardı uzaktan. Bazı takımı taklavatı kitabımı naylon bir poşette toparlıyor, bir oyuğa yerleştirip, küçük bir kayaya çıkıp, sessizce denize salıyordum kendimi. Böyle böyle akşamı ediyordum sorumsuzca. Ve aynı patikalardan, dikenli çalılıklara sürüne sürüne dönüyordum çadır sefasına. Orada hiç de beni beklemeyen eşime, oğluma ve kızıma...Bencil, muhteşem, tatlı bir yorgunlukla. Hemen her eşyanın taşınabilir olan cinsleri ile zeytin ağaçlarının altındaki salaş çadır yaşamı bizi nasıl da mutlu ederdi çoluk çocuk.. Birkaç yıldır böyle yaşıyorduk yaz tatillerini. Orada eski rum evleri ya da sonradan kondurulmuş eğri büğrü betonarme yerleşik eski-yeni yapılardan ve her yıl yaz aylarında kurulan çadırlarda eski-yeni tanıdıklarla bir boşnak köyü. Dizim dizim gerdanlık gibi koylarından biri İzmir’in. Alımlı, çoğunlukla sarışın kızları, afilli bıçkın gençleri, sürülerle başıboş kedi ve köpek arasında, eğlenceli, yardımlaşmalı, çoğu muhacır (göçmen) bir kamp alanıydı, konaklanan koca bir zeytinlik alan. İncecik çadır beziyle birbirimizden ayrılıp, uzaklardan gelen fabrika homurtuları, petrol rafinerisinin saldığı mazot gaz kokuları, hurda limanlarının yükleme boşaltma sesleri arasında uyumanın, heyecan verici, eğlenceli anları da oluyordu çoğu geceleri. Çevre çadırlarda horlayanları, öksürenleri, osuranları, çadır bezine ayağını kaldırıp işeyen köpekleri, canım gecelere dair yaşanan olağanlaşmış bu sesleri duyarak uykuya dalmak da, belleğimize kazınan birer unutulmayacak sayfalarıydı yaz tatili yaşamımızın.
Eğitimci olmanın sorumluluğu mu alışkanlığı mı diyeyim, kendimi biraz daha gerilere çekerdim berduş dostlardan. Dostlar diyorum çünkü; sahil insanı bir başkadır hoyrat yaşamakta. Eğlence eksenlidir, sarhoştur muhabbet doludur çoğunlukla yaşamları. Genel olarak kibardırlar. Yeme içme alışkanlıklarından asla ödün vermezler. Hele Boşnak iseler. İddia etmek ve birbirlerine şakacıktan sövmeler, muziplikte üzerlerine yoktur Boşnakların. Şerif Taytıs takma adıyla muhtarın ve ekibinin yaptıklarını anlatmak günler sürer belki. Fırıl fırıl, güleç, iri kıyım göbekli bir adam. Bir ufuktur gözlerindeki maviler, bir deniz dalgası gibidir yüzündeki anlam. Bilinir ki bu ülkede, her köyün akıllıları kadar, bir de delileri vardır. Öylece bildiklerimiz. Benim durumda matematik ve mantıkla uğraşma zorunluluğu olan bir öğretmenin; akıllı uslu, örnek olması kaçınılmazdı her yerde? Saklanmadan, kendimi gizlemeden, gözleyerek; sade, yalın ve öğretici olmanın keyfini de hani içten içe yaşamak, derin bir haz veriyordu onlar gibi olmasa da azıcık deli yaşamıma! Birazcık ukalalık yapmak da hakkım olsundu hani! O da toplumsal bir gereksinim!
Sıradan bir günün kuşluk sıraları geç yapılan kahvaltıdan sonra biraz ekmek, balık avı için sülünez yem ve malzeme ile sahil yolundaki traktör römorklu satıcısından küçük bir kırkağaç kavunu alıp, önce sahili, sonra sahilden tepeleri çalıları adımlayarak yolu aşıp, karşı kayalıklara, konakladığım kayalık yere vardım. Deniz kıpırtısız ve cam kadar saydamdı o gün. Demek ki, sıcak bir günün algısı, doğanın işaretleriyle tembihleniyordu insanlara. Bu gün rüzgârsız ve sıcak bir gün olacaktı. Okumak için Alman bir felsefecinin şiir kitabını yanıma ek almıştım. Epeydir karaladığım şiirlerime bir lezzette belki bu ünlü felsefecinin şiirsel duygularından katkılar getirebilirdi kim bilir?.. Hazırlığım uzunca sürdü. Canıma minnet. Elbette ki, işin zevkinde olduğum için. Bir tavuğun taneyi bulmak için, dakikalarca zibillerde( sığır dışkı kümesi) eşinmesi gibi işimi ağırdan alıyor, düzeneğimi öyle kuruyordum. Bazen birileri gelip yakınlara oturunca, huzursuzluğa kapılıyor, paylaşamamanın, orayı yer edinmenin sahiplenmenin verdiği psikolojiyle sessiz kalıyordum. ”Rast gelee!” sözlerini duymazlıktan gelince, doğal olarak karşıdaki insanlar da gıcıklanıyordu. Kendimle olmalyıdım, kendimi dinlemeliydim salt. Düşünceler; insan adaleti, vahşi acımasız yer kapmalar, en ucuza mal ederek üretmek ve en pahalıya insalara kaktırmak, sanki sadece bir bu kuşak varmışçasına bencilce, hırs ile sömürü düzenini kendi çapları kadar sürdürmek...
Ot balığı, hanos balığı, yakın dip isparozlarından başkaca da balık pek bulunmuyordu oralarda. Beş on metre derinlikte, dibi koyu yeşil yosunlu, kayalıklara doğru öbek öbek midyeler sarıyordu çepeçevre. Erkenden çekip gidince insanlar, kayalıklar babamın malı gibi bana kalıyordu, bilmem sessizlik mi, yoksa kimseciklerle paylaşamamak mı doğayı?
Ekmek torbasını bir oyuğa yerleştirdim. Bir naylon torbaya da küçük kavunu koyup iple bağladım ve sivri bir kayaya halka yapıp geçirerek, deniz suyunun serinliğine daldırdım. Torbadan su şişesi çıkmayınca canım sıkıldı, ama varsın olsundu. Mezopotamya taraflarının insanıydım. Orada doğmuş büyümüş, çöl ile karışık Suruç ovasının nemli cehennemi sıcak ikliminde harmanlanmıştım. Sıcağa alışkındım. Hem, küçük bir kavunun suyu ile bu iş çözülebilirdi diye düşünerek kendimi avuttum. İnsan ne kadar zayıf bir yaratık. Kendini hemencecik kandırabilen ve kendine her koşulda inanan. Akşama dek buralarda olacağımı dünden düşlemiştim. Çadırdakilere duyurup öylece ayrılmıştım oradan. Böylece, ikindi zamanı serin serin kavun ekmek yiyecektim. Kitabımı açtım. Çeviriden kaynaklanan deyim uyuşmazlıklarını anlamaya çalışarak şiirlerini yudumlamaya başladım Breht’ in. Çok severdim. Ayvazlar çığlık çığlığa geldiler gittiler, bir kaç karabatak gömüldüler çıktılar denizin sularına, balıkçı motorlarının sesleriyle kimi ara verip, kapayıp açtım kitabımı. Misina takıldı otların yosunların aralarındaki küçük taşlara, bir iki atlayıp kurtardım oltalarımı tersten çekerek, takılı olduğu yerlerden. Zamanı savuşturuyordum, isteğimce. Her şey çok güzeldi...
Acıkmaya başladığımı hissettim. Zaten güneş de ikindiye yattı yine. Arada bir kavunun kovuğunu yokluyordum. Kuytuda iyi bir yerdeydi. Güneş vuruyordu ama varsın olsundu, koca su kütlesini ılıtacak değildi ya! Ilıktan daha serince olmalı diye düşündüm. Çok amaçlı bıçağımı özenerekten temkinli, denize doğru eğilerek yıkayıp, yemek hazırlığına başladım. O ara sol yamaçta havlamalar duyarak bakışlarımı o yana yönelttim. Neredeyse köyün köpeklerinin yarısı oralardan, aşağıdaki büyük kayanın gizlediği minik kumsal deniz girintisine doğru kuyruk sallayarak iniyorlardı. Tahmin etmekte pek güçlük çekmedim. ”Köyün divanesinin işi olmalı” dedim. Yanılmamıştım. Biraz sonra “ tarzan” adını taktığımız güneş karası ve kupkuru derili garip adam beliriverdi yanı başımda. Bahar aylarından güz sonlarına kadar sadece dizden kesili liflenmiş kısa bir pamuklu pantolon veya uzun donla dolaşırdı bu adam. Uzamış kendi eliyle makaslanmış saçları inanılmaz güneş yanığıydı. Bozuk ve açık sarı, keçeleşmiş, yapış yapıştı. Zayıf, kara kuru bir insandı. Kaburga kemikleri iyiden iyiye seçiliyordu. Sigaradan sararmış ve kırık dökük dişleri, yüzüne acı çeken bir anlam katıyordu. Sahil ile bulunduğum yerin arasında deniz seviyesine yakın, terkedilmiş deniz foklarının barınaklarından birinin üzerini tahta, naylon, lastik araba tekerlekleriyle tentelemiş, kendi sığacak kadar küçük bir barınak yapmıştı. Hatta soğuk havalar için soba borusunun çıkıntısı bile görünüyordu. İçi naylon torba ve sahile atılı lastik, plastik, tahta türü ne var ne yok ise topladığı atıklarla doluydu. Sahil evlerine yakın bir çay bahçesinde görürdüm bazen onu. Sonradan kardeşinin yeri olduğunu, kendisinin emekli işçi olduğunu, büyük şehri terk ederek buralarda yaşadığını, bütün aylık emekli parasını kasap kıymasına, sakatat ve kemik ile fırından topladığı bayat ekmeğe verdiğini duyardım. "Bu da böyle bir yaşam" deyip, elbette çoğunluğun garipsediği gibi; uzak aralı bakışlarla öyle görmeye, o gözle bakmaya çalışırdık bu insana. Bütün hayvanlar onu tanırdı. Sahipli sahipsiz onu gören sokak hayvanları peşine takılırdı. Kimi açlıktan, kimi vefadan, kimi de onu korumak için. Korkardık yaklaşmaya!. Pek dostu yok gibiydi adamcağızın. Ya da bize öyle gelirdi. Ancak, uzaktan uzağa göz göze geldiğimizde başımla hafif bir selamlama yapardım. Almazdı selâmı melâmı. Bel ki öyle sanırdık...
Gölgesi üzerime kadar geldi. Bana bakmadan şaşkınlığımı umursamadan seslendi: "Merhaba hoca!" dedi kaba ve boğuk bir sesle. Şaşırdım. Demek ki beni tanıyordu. Hemen yanıtladım selâmını. Bu ara misina titreyince kavun kesmeye hazırlandığım bıçağı yana bırakıp, ağır ağır kısmetteki balığı çekmeye başladım. Döne döne bir çırpınıp geriye çekiyor, bir boşaltıyordu oltayı. Kuvvetinden ağırlığı fena görünmüyordu. Sarımtırak koca bir hanos’ du çırpınıp direnerek gelen kısmet. Eh yani, yenebilirdi de. Yenmese de kedilerindi kısmet. İrice olan bu kısmeti çadıra götürecektim. Doğal olarak, göz ucuyla iki üç adım solumdaki ağır hareketli olan adama baktım. Hani işin zevkli tarafı, böbürlenmesi ve havası var ya! Adamın umurunda bile değildim. Ben elime dikenleri batmadan balığı iğneden kurtarıp torbaya koymaya çalışırken, o da kalınca, kayalıklardan toplanmış gibi, dolaşık, atık bir misinanın ucuna irice paslı bir çiviyi ağırlık yapmış, kayalıklarda bolca bulunabilecek, olta iğnesini iliştirmeye çalışıyordu. Seslendim; "yedeğim var, verebilirim agam!" Sesi çıkmadı. O kendi işine, ben kendi işime yöneldik. Bir ara eğilip benden yana, denize doğru baktığını hissettim göz ucuyla. Orada kavunum vardı küçük dalgalarla oynaşıp duran ve torba içinde suya salınmış. "Aha" dedim içimden, "buyur!" İki lokma bir şey yiyeceğim. Ufacık zaten, çocuk kafası kadar bir kavun. Ancak bana yeter. Şimdi nerden kopup da çıkageldi ki şu adam. Hay Allah! Ağzım dilim de kurumuştu. Kendimi teselli etmeliydim, "sakin ol be adam, oyalanır ve gider birazdan" diye düşündüm. Yemleri yenileyip oltamı savurup salıverdim denize. Bıçağı katlayıp emniyete aldım. Kitabı da sol elime alarak uçuşan mısralara yeniden gömülmek istedim. Nerdeee!. Aklım, midemdeki aside yenik düşmüş, kavun, ekmek ve dibimdeki adamdan başka hiçbir şeyi düşünemiyordum. Öğlen güneşi, kayalıkları kavurmuş, ikindi olmasına karşın sıcaklık solda ve arkamdaki kayalıklardan, sağda gökyüzünün Midilli’ye yakın parçasında asılı, parlaklığıyla alev alev alazlanıp, her yanımı yalayarak canıma okumaya başlamıştı. Önümde billurumsu mavi yeşil tonlarıyla bir şişip bir inen koca gövdesiyle deniz, ağzımda kuruyup pelteleşmiş, kayışlaşmış dilim damağım kupkuru, üstelik kavun da torbada densiz densiz sallanaraktan, alay edercesine bir inip bir kalkıyordu kendini göstermek için. Bana mı, tarzan’a mı? Epey sürdü bu basit işkence. Kalkıp gitseeem, kavun orada kalacak, görünecek. Buyur edemem, kavun oldukça küçük. Etmesem ( ki amacımda o zaten) hani adama ne? Ayıp olur mu, olmaz mı? Bencilliğim ağır bastı. O da bana ‘hoca’ dediğine göre cibilliyetimi biliyordu anlaşılan. Basitleşip avamlaşmıştım. Hay Allah!
Solumda bir kıpırdanma oldu. Aynı anda sol tepedeki uyuklayan ve bizleri gözleyen köpeklerde de. "İyi iyi, gidiyor galiba!" diye geçirdim içimden. Misinasını iri bir taşa bağladı, uzun paçalı donunu dizlerine kadar sıyırıp, sol yanı başımdan denize doğru işemeye başladı. Kanımın beynime fırladığını hissettim bir an. Şu duygusal, romantik, dinlence ortamına bakın! Birden ne hale geldi? Anladık tamam da adamcağız hayvansever, divane,,saf da bu yapılana ne demeli. Ömür boyu unutamayacağım bir günün özeti, şöyle kazınıyordu kafama; Brecht’in "üstad öğren" şiiri, bir türlü kesip yiyemediğim kavunum, şu adamın üryan gailesiz işemesi. Sıcak için hadi her neyse de. Alışığım. Severim sıcak havayı. Tövbe tövbe!.. Sırtımı oyandan bu tarafa yarımca döndüm. Hani rahat işesin diye(?)Devamında doğrudan bana döndüğünü hırıltılı nefesinden hissettim adamın. Yine boğuk bir sesle seslendi; "hoca misinama bak, bir de şurada gölgede yatan karnı şiş iki köpeğe. Gelen olursa taş atmasınlar, sesleniver bir zahmet. Doğurdu doğuracaklar.. Köye varıp döneceğim." Yalın ayak hızla tırmandı kayalıkları, o iki köpeğe komutunu duydum, sonra dikenli çalılar arasından ilk tepeyi aştı ve gözden kayboldu diğer köpeklerle birlikte. Fırsatı yakalamıştım; hışımla ok gibi fırladım, şu kısacık zaman bencilliğinde kavunu çekip çıkardım, telaşla parçalara ayırdım, ekmekten koca bir parça koparıp parmağımla avurdumun yanlarına tıkıp, ilk dilim kavunu yüzüme sürercesine damağımda sonsuz bir hazla dolaştırıp, ilk iri lokmayı, sonra peşi sıra diğerlerini kısa sürede mideme yolladım..Ohhhh! Dünya ne kadar güzelmiş!? Açlığın dürtüsüyle birleşen hırsım kendi malımı bana hırsızlatmış, oburca, birazda vahşi ve sinsice, açlık bilinçaltımın kurbanı olmuştum. Daha keyifli, daha bir parlakça ve de heyecan ile süregelen ortamıma döndüm.
Yaklaşık yarım saat veya kırk- kırk beş dakika sonra tepeden dudak ıslık sesi geldi. Elleri yine naylon torbalarla doluydu. Belli ki akşam mamalarını dağıtacaktı köpeklerin. Öylede oldu. O iki köpek, ininceye kadar beklediler onu yerlerine çivi gibi çakılı olarak. Diğerleri arkasından gelen, küçük bir sürü. Oralarda bir yerlerde yarı görünür yarı görünmez, bölüştürdü birkaç yana. Biraz bekledi, sonra elinde bir torbayla yanıma geldi. Kocaman bir Kırkağaç kavunuydu torbasından çıkan. Seslenmeden eski işediği yere, yanıma sokuldu. Ben biraz geriye yaslandım belki sağ yanıma geçer diye. Bana sormadan, eğilip torbamdan bıçağımı aldı, kavununu özenle ikiye böldü ve tam yarısını bıçağımla birlikte önüme bıraktı...
Büyük şehrin varoşlarında, gecekondudan gelen bu insana deli tanımlamasını kalıbı kalıbına oturtamadım. Kendimi de bilgeliğe soyunan eğitimci sıfatına!
Sonbahar ve kış ayları bu dersi özümsemekle, hazmedebilmekle geçti günlerim. Her aklıma gelişte ter bastı bütün bedenimi. Kimi tahtada bir matematik sorusu çözerken, kimileyin sınıflarda sıra aralarında dolaşırken olanca yalınlığıyla anlattım çocuklara ‘tarzanı’ ve bu öyküyü. Böylece kendimi arındırmak istedim içsesimde...
O şehri sel basmıştı o yıl bahar aylarından birinde. Epeyce uzaktaki bir şehrin akşam yemeği sonrası televizyon haberlerinde, ağaç dallarıyla yarı yerine kadar tıkalı bir köprünün sağ taraf ayağına yapışmış, sanki tutunacakmış gibi yaşama ve yaşatacağı hayvanlara, kolları açık birini gösteriyordu kameralar. Sel suları gücünü yitirip birazcık çekilince görünür olmuştu. Çamurdan heykel gibi bir adam. Ve sonraki yaz kardeşinden duyduk; içeride kalan kedilerini kurtarmak için ölüme atlamıştı çekinmeden sel sularına.
Güle güle büyük öğretmen. Biliyor musun; en güzel yerimde, en güzel yerlerdesin?..
2000/Denizli