İz 2...
BÖLÜM 2
Arkamı döndüğümde gördüğüm manzara şaşırtıcıydı... Bir ara hayal mi görüyorum diye kısa kısa düşünceler geçti içimden...
Karşımda 9-10 yaşlarında, eli yüzü kirli, gözler kısık, üstü başı yırtık bir çocuk duruyordu.
Hareketsiz, sanki donmuş gibiydi...
Elinde küçük bir sopa vardı, sonradan bu sopayı kendisini korumak için kullandığını anlayacaktım...
Birkaç saniye öylece bakıştık, sonra;
-“Merhaba çocuk” dedim. Soruma cevap vermedi...
-“Merhaba” dedim tekrardan... İfadesizce suratıma baktı sadece.
Bir ara dilsiz olduğunu düşündüm, sonradan cebinden buruşmuş bir kağıt çıkarıp, kırık kalemiyle bir şeyler yazmaya başlayınca anladım...
Daha dikkatli bakınca, dilinin kesilmiş olduğunu gördüm, aslında konuşabilir di ama gevelemekten ileri gidemiyordu çocuk...
Buruşmuş kağıda, kendince bir şeyler yazdı... Kullandığı dil, bu bölgede kullanılan yerel bir dildi... Aldığım eğitimler sırasında, dil konusunda kesinlikle taviz vermememiz öğretilmişti.
Görev bölgemizde ki bütün dilleri bilmek zorundaydık, hatta ayrı ayrı şivelere göre eğitim bile almıştık, herhangi bir problemle karşılaşmamak için...
Çocuk kağıda, buralı olduğunu, gece bu bölgede çok sayıda ışıklar gördüğünü korktuğunu ve köyünün az ileride olduğunu yazdı...
Sonrada ekledi, “Sen kimsin?...”
Küçük bir çocuktan korkacak değildim, fakat temkinli davranmalıydım... Usulca kulağına eğildim ve fısıldayarak kendi adımı söyledim...
Günlerdir adımı ilk defa telaffuz ediyordum.
- Ben “Gökay”...
- İçimdende kendime fısıldayarak Yüzbaşı Gökay dedim...
Üzerimde ki üniformamdan asker olduğum belli oluyordu... Fazla konuşmadan yürümeye başladık...
Çocuk ağzında ismimi gevelemeye çalışarak önümde yürüyordu, usulca omzuna dokundum, cebimden çıkardığım çikolatayı ona uzattım...
Sanki ilk defa görmüşcesine elimden aldı, kokladı ve yemeye başladı...
Şimdi memlekimde olsam, İstanbulumun havasını solusam dedim...
Orda da böyle bir çocuğa çikolata uzatsam, heralde küfür ederdi, para niye vermiyorsun diye.
Hafifçe güldüm, daha doğrusu gülmeye çalıştım, yüz kaslarım oldukça gergindi... Günlerin vermiş olduğu yorgunluk bitkinlik hala üzerimdeydi, yaramda cabası...
Gerçi sıkıca kapatmıştım yaramın üzerini, temkinli olmalıyım dedim kendi kendime...
En yakın yerleşim birimini bulup bir şekilde ulaşmalıydım, anlatmalıydım olanları...
Çocuğa ismini sordum, sırıtarak döndü ve yazmaya başladı...
Bu sefer avuç içine yazıyordu, yazmak istediklerini.
Adı Sime idim... Karışık, çarpık yazısından bu anlamı çıkarmıştım... Adını telaffuz ettiğimde haylaz bir gülüş attı suratıma, anladım ki dorğu telaffuz etmiştim ismini...
İnsanlara yakın olmak, dost ya da düşman... Bana bunun en iyi şekli öğretilmişti, Düşmanınsa ve yakınındaysan yok et, dostunsa ve yakındaysa ihya et, dostluk kur, sevgi göster...
Uzunca bir patikanın sonunda bir tepenin ucuna geldik, yukarıyı işaret etti... Başımı kaldırdığımda tepenin üstünde irilik ufaklı 4-5 tane ev gördüm... İşaretleriyle birinin kendi evi olduğunu işaret etti. Beklemi söyledi...
Sanırım üzerimdeki elbiseler konusunda tereddütü vardı, onlardan bir an önce kurtulmak istediğimi sezmişti ve bana yardım ediyordu Sime...
Bir köşeye sindim ve beklemeye başladım... Etraf sessiz sakin gözüküyordu, yer yer büyük ağaçlar ve düzlükleri görebiliyordum... Havada soluk bir renk hakimdi, güneş tepedeydi fakat yakmıyordu üzerimi...
Birkaç dakika sonra Sime yanında bir kadınla tepeden aşşağıya doğru inmeye başladı...
“Kahretsin! Bu çocuk kendini ne sanıyor, benimle oyunmu oynamak istiyor” dedim...
Aşşağı doğru inerken gözleri sağı solu izliyordu, bunu görebiliyordum...
Ve yanında ki kadına bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, el işaretleriyle...
O an birilerine haber verildiğini düşündüm, bulunduğum köşeye daha da sindim...
Beklemeye başladım...
İnmelerini bekleyecek ve hareketlerini izleyecektim...
...
Birkan SUCAKLI
08/12/2007