- 646 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMA BİLETİ
Gün, önce yerini serin bir rüzgara, ardından soğuk ve karanlık geceye bırakmak üzereyken, neredeyse on yıldır giydiği, dirsekleri iyice erimiş, lekeli paltosuna bürünen yaşlı adam, son bir nefes aldı, ağzında zehir gibi bir tat bırakan sigarasından ve öksürerek küçük, dışarıdan bakınca ne olduğu bile belli olmayan, sadece bilenlerin gördüğü bakkalının, neredeyse kendi kadar yaşlı kepenklerini indirmeye başladı.
Her günün sabahı duyduğu ilk şey bu kepenklerin gıcırtıları olurdu ve akşamları duyduğu son şey; ona hayatını anlatırlardı her gün, baştan sona dinlerdi, hep aynı şeyleri duyar, sıkılırdı. Küçük dünyasına soğuk ve paslı kilidi vurarak ağır ağır yürümeye başladı, “ev” demeye dilinin varmadığı yere doğru. “Ev demek sıcaklıktır, ev demek eştir, paylaşmaktır, ev demek çocuktur, sıcak yemektir” diye düşünür, “benimki dört duvardan başka bir şey değil” diye yakınırdı hep. Ağır ağır geçti, her gün yürüdüğü, ama duvarlarının rengini bile unuttuğu evlerin, hiç girmediği ve nereye çıktıklarını bilmediği ara sokakların, afişlerine yıllardır başını kaldırıp da bakmadığı sinemanın önünden. Ağır ağır geçti.
Hafif hafif yağmaya başlayan yağmurdan kaçıp kuytulara sığınan kedilerin arasından geçerken, hangi cebine koyduğunu bilmediği sigara paketini arıyordu, “Yine unuttum galiba” diye düşünürken, sigarasını buldu, bir tane yaktı, derin bir nefes aldı. Göğsüne çivi gibi saplanan soğuk rüzgarın sesini dinleye dinleye yürüyordu, yolu neredeyse yarılamıştı.
Evinin kapısına vardığında karanlık iyice çökmüş, yağmur hızlanmıştı. Ara sıra geçen arabaların soluk ışıkları aydınlatıyordu sadece, sokak lambaları keyfine göre yanan mahalleyi. Yaşlı gözleri ve yorgun elleriyle anahtar deliğini ararken, yağmurdan ıslanmış anahtar düşüverdi kapının eşiğine. Söylene söylene eğildi; soğuk su birikintilerini yoklayarak anahtarını tam bulmuşken, bir an yanıp sönen sokak lambasının ışığıyla aydınlanan, sarı bir kağıt parçası dikkatini çekti. Merak ettiğinden değil ama, neden olduğunu da bilmeden kaybettiği anahtarını boşverip, o küçük kağıt parçasına uzattı elini.
Bir sinema biletiydi bu. Zor bela okumayı başardı üzerindekileri:
Zaman Sineması
Tarih: Bugün
Seans: 23:28
“Böyle seans saati mi olur?” diye düşündü ama yine de saatine bakmadan edemedi; saat 23:25’i gösteriyordu. “Üç dakikam var, koşarsam yetişirim belki” diye mırıldandı ve koşmaya başladı. Filmi seyretmeye mecburmuş gibi, sağa sola bakmadan, sel gibi yağan yağmura aldırış etmeden, sinema bileti sımsıkı elinde, koştu, koştu, koştu...
Sinemanın önüne geldiğinde saat 23:26 idi, hayatında hiç bu kadar hızlı koşmamıştı. Filmin afişine bile bakmadan içeri girdi, bileti verecek birini aradı gözleri ama kimse yoktu. O anda dikkatini çekti, yerde bulduğu biletin onca yağmura rağmen hala kupkuru olduğu, üzerinde filmin adının ve koltuk numarasının yazmadığı, ama umursamadan salona girdi, boş bulduğu ilk koltuğa oturdu.
Perde açıldı ve film başladı...
Küçük bir oğlan çocuğuydu başroldeki, her çocuk gibi annesini babasını sevdi önceleri, oyunlar oynadı, yaramazlıklar yaptı, güldü, ağladı, güldürdü, ağlattı. Babası gitti bir gün; “Merak etme oğlum, baban dönecek.” dedi annesi; saati, sararmış mektupları ve künyesi döndü sadece. Sonra o çocuk büyüdü, delikanlı oldu, okudu olabildiğince, yazdı, sanata merak sardı. Sevdi, sevildi. Annesine baktı, annesi ona baktı. Annesi de gitti bir gün, onun dönmeyeceğini biliyordu bu sefer. Annesi ona kulağında yankılanan “Canım Oğlum”u ve sıcak bir kucağa hasreti miras bıraktı .
Herşey biraz hızlıydı sanki, “Böyle film mi gösterilir?” diyerek arkasına döndü, “Makiniiiist! diye bağırdı, cevap veren yok. Arkasına döndüğünde farkına vardı, salonda tek başına olduğunun, “Zaten bu saatte kim film seyreder.” diye düşünüp devam etti izlemeye.
O delikanlı büyüdü, adam oldu. Aşkları oldu, o başkalarının aşkı oldu. Çalıştı çabaladı. Ezildi, ezmedi. Sanata meraklıydı hala, film seyretti her hafta, bazen aynısını iki, üç kere; olsa, her gün seyredecekti. Bir hayal kurdu, hayali için çalıştı, bir sinema açtı sonunda.
Ama anlamadı onu insanlar, hep aynı şeyleri istediler. Aynı filmleri, aynı hikayeleri. Oysa ki o, farklı şeyler tattırmak istemişti onlara, farklı duygulara dokunsunlar, farklı olsunlar diye. Onu yalnız bıraktılar. Tek başına hayaliyle yalnız kaldı yine.
Sinemayı satıp zor bela bir bakkal dükkanı açtı adam. Günler günleri, yıllar yılları kovaladı, yaşlandı adam. Boşverdi, bıraktı anlamaya çalışmayı ve anlatmayı.
Gün, önce yerini serin bir rüzgara, ardından soğuk ve karanlık geceye bırakmak üzereyken, neredeyse on yıldır giydiği, dirsekleri iyice erimiş, lekeli paltosuna bürünen yaşlı adam, son bir nefes aldı, ağzında zehir gibi bir tat bırakan sigarasından ve öksürerek küçük, dışarıdan bakınca ne olduğu bile belli olmayan, sadece bilenlerin gördüğü bakkalının, neredeyse kendi kadar yaşlı kepenklerini indirmeye başladı.
SON
Ve perde kapandı...
Bekçiler bulmuşlar gece devriye gezerken yaşlı adamı evinin kapısında. Hemen doktor çağırmışlar ama boşuna, “Kalp krizi geçirmiş, iki üç dakikada ölmüş.” demiş doktor. Yüzünde tatlı bir tebessüm, yatıyormuş yaşlı adam ıslak sokakta; bir elinde sönmüş sigarası, diğer eli sımsıkı kilitli. Güçlükle açabilmişler parmaklarını. Elinde anahtarını çıkarırken farkında olmadan düşürdüğü, hep yanında taşıdığı, geçmişe ait sakladığı tek hatırasını tutuyordu yaşlı adam. Sinemasını sattığı günün son seansının biletini.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.